12 Eylül 2025

ANAMIN KİTABI – YAKUP KADRİ KARAOSMANOĞLU

-Çocukluğumda babama ait hiçbir şey bana hoş ve munis gelmezdi. Ne adını sanını, ne kalıbını kıyafetini, ne oturup kalkışını, ne yüzünü, ne huyunu, ne de konuşma tarzını beğenirdim. O, yuvarlak ve dazlak kafalı, top sakallı, tıknaz bir adamdı. Bu üç fizik vasıf ise benim yakışıklı erkek tipinde aradığım vasıflraın taban tabana zıddı idi. Ben, büyüyünce uzun boylu, ince endamlı, kaytan bıyıklı bir delikanlı olmak ve hep öyle kalmak emelindeydim. Hele, günü birinde omuzlarım ortasında saçsız bir kafa taşımak felaketine uğrayacağımı, aklımdan bile geçirmek istemezdim. Bundan başka, babam birçok sözleri koyu bir taşralı şivesiyle söylerdi. Mesela “rüzgar” yerine”ürüzgar”, “şimdi” yerine “hincik”, “kadın” yerine “gadın” ve hatta “garı”derdi. Bütün bunlar bana, evimizin nezahatini bozan ve zavallı anneciğimi bizim yanımızda küçük düşüren bir sürü çirkin lakırdılar gibi gelirdi. O böyle konuşurken bir büyük şehirden henüz göçüp yerleştiğimiz bu Anadolu kasabasının sokaklarında uzaktan bile bakmağa alışamadığım kaba saba, kılıksız kıyafetsiz adamlardan biri güya kapımızdan içeri dalarak bize söğüp saymıya başlamış sanırdım. (13-14)

-Bu huy bana annemden geçmiştir. O yetmiş bir yaşında öldü ve son nefesini verinceye dek bin dert ve elemle yüklü hayatı boyunca hassasiyetinin en müdafaasız, en zayıf noktası, hep aynı telakki ettiği keyfiyetlerin dokunduğu yer olmuştu. Onun lehçesinde “felaket” kelimesi “ayıp”la eş manada idi. İmdi, günün birinde, kocasının borçları yüzünden Mısır’daki konağının kıymetli eşyasına haciz mi koymaya gelmişlerdi? Annem, “Aman malım elden gidiyor!” diye telaşa düşmemiş: “Eyvah, bu ne rezalet” diye dizlerini döğmüştür. Babam genç yalında inmeli olup şuurunu mu kaybetmiştir? Annemin ilk aldığı tedbir bu hastalığı herkesten saklamak olacaktır. (29)

-Size anlattığım bu devre, sanırım ki, çocukluk hayatımın en kesin dönüm noktalarından biridir. Kaç zaman sürdüğünü pek tayin edemediğim bu devreden sonra, huyum yavaş yavaş dğeişmeye başlıyacaktır. Eski usluluğum, eski nazlılığım yavaş yavaş sinsi bir yaramazlığa, sinsi bir haytalupa dönme emarelerini gösterecektir. Daha doğrusu, içerimde birbirine zıt iki hüviyet, iki benlik hasıl olacak ve bir çatı altında, bir yatakta yanyana, burun buruna yaşamağa mecbur aynı mizaçlı, aynı karakterli iki kardeş gibi birbiriyle durmadan çatışacak; kâh birinin ettiğinden öbürü, kâh öbürünün eylediğinden beriki sıkılacaktır. İşte, benim içerimde, kendi kendimle, tıpkı böyle bir geçimsizlik peydah olmuştu. Neden? Nasıl? Eğer, şu satırları yazdığım sırada her türlü metafiziğe çoktan veda etmiş bir insan olmasaydım derdim ki, öbür dünyaya göçerken bin dert ve isyanla bulanmış ruhunun bütün tortularını bana bırakıp gitmiştir. (82)

-Bu yaşa geldim. İlk milletvekilliği yıllarım hariç ne tüfek, ne tabanca kullandığımı hiç hatırlamam. (88)

-Ben Ramazan’ı yalnız yarı bir tatil ayı olduğu için değil, ben Ramazan’ı yalnız buram buram simit ve pide kokan akşamları için değil; ben Ramazan’ı yalnız iftar sofraları, sahur hoşafları, davulu, topu, Karagöz oyunları ve sabaha kadar ışıl ışıl ışıldayan minareleri için değil, bana, büyükler arasına karışmak fırsatını veren vaızları ve teravi namazları için de severdim. Bunu hak etmek gayretiyle çok defa büyüklerle beraber oruç tuttuğum, bazan da birtakım “şer-i hileler”e başvurup oruçlu göründüğüm olurdu. (118)

-Lakin çocukluğumun Ramazan aylarında o küçük mescidi nice büyük camilere tercih edişimin sebebi, hiç şüphesiz, bu değildi. Ben herşeyden evvel evdekilerin “An-Tekke” ünvanını taktığı bu dergaha şeyhin ailesiyle bizim aile arasındaki eski dostluk münasebetiyle bağlıydım. Bu dostluk, Velioğlu Mahallesi’ndeki konağı “An-Tekke”lilere duvar komşusu olan babaannem zamanında başlamış ve o günlere kadar hep aynı samimiyetle devam ediyordu öyle ki, ya annem ve ninemle, yahut mahalle arkadaşlarımla oraya her gidişimizde önce harem dairesinde, sonra bizzat şeyh ve dervişler muhitinde bize yapılmadık izzet ikram kalmıyordu. (122)

-Rakı içmek hadi neyse; (çünkü kaç defa babamın da aynı hataya saptığını görmüştüm) fakat Bektaşiliğin Manisa halkınca katillikten, hırsızlıktan, gavurluktan daha kötü bir şey telakki edildiğini ve hele bizim evde bunun sözünü söylemenin bile yasak olduğunu biliyordum. Zira bizim evde bu, bir aile faciasının, bir aile ayıbının da adıydı. Ortada dönen rivayetlere göre babamın ablasıyla arası bu yüzden açılmıştı ve halam malını mülkünü bu yüzden tasfiye edip Manisa’dan İstanbul’a gitmiş ve orada yerleşmişti. (123)

-Gerçi ben, Mevlevi tarikatına  nihayet Cemal ağabeyim gibi bir “muhip” sıfatiyle “süluk” edebilirdim ve bunun için de aile dostumuz Çelebi Efendi’ye ufak bir müracaatta bulunmak kafi gelirdi. Lakin, bakalım annem buna razı olacak mıydı? Annem razı olursa, bakalım, dedeler “daha pek küçüktür” diye beni almamazlık edecekler miydi? (128)

-Benim bu gizli tarikatçiliğimi zaten sezip üzülmekte olan annem, günün birinde, beni karşısında bu uzun derviş külahiyle görür görmez öyle bir kaşlarını çatmış, dudağını bükmüştü ki, yapıp ettiklerime bin pişman olarak, yüreğimi hala kavurmakta devam eden aşka rağmen, Mevlevi tekkesinden yavaş yavaş elimi eteğimi çekmeye başlamıştım. (129)

İletişim Yayınları, 2014 basım, 11.baskı

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

CANLI TARİHLER 1.KİTAP – HAZIRLAYAN: SEZGİNCAN YAĞCI

  İSMAİL FENNİ ERTUĞRUL (MAYIS-HAZİRAN 1856- 29 OCAK 1946) - Bay İsmail Fenni Ertuğrul, Prof. Ziyaeddin Fahri Fındıkoğlu’nun fikri bir vec...