01 Ekim 2025

CANLI TARİHLER 1.KİTAP – HAZIRLAYAN: SEZGİNCAN YAĞCI

 İSMAİL FENNİ ERTUĞRUL (MAYIS-HAZİRAN 1856- 29 OCAK 1946)

-Bay İsmail Fenni Ertuğrul, Prof. Ziyaeddin Fahri Fındıkoğlu’nun fikri bir vecize halinde belirttiği veçhile hakikaten “merdümgiriz” bir insandı. Diyebilirim ki Prof. Ziya Gün’ün ölümünden sonra tek temas ettiği zat Prof. Dr.Süheyl Ünver’di. Beni kendisiyle tanıştıran da oydu. Bay İsmail Fenni Ertuğrul’un müteaddit eserleri arasında önemini belirttiğimiz Büyük Feylesoflardan başka, Envar-ı Hakikat isimli eseri de üzerinde durulmaya layıktır. Bunda İslam dininin müspet veçhesi ve ilim ile fennin çerçevesi dahilinde olan mistik karakteri uzun boylu etüt edilmiştir. Bana bu hususta sağlığında söylediği aynen şu idi: “Ulûm ve fünun asrımızda pek ziyade terakki etti. Bunun neticesi olarak fikirler dahi kuvvetlendi. İtikad-ı diniye hususunda mukni ve kati delil ve hakikatler istenmeye başlandı. Bunlar dinimizde mevcuttur. Ancak anlaşılmaları, arif olan ulemaya münhasır kalmaktadır. Envar-ı Hakikat’te bu delillerin izahına elimden geldiği kadar çalıştım. Büyük Feylesoflar’ı da aynı zaviyeden mütalaa edebilirsiniz. Umuyorum ki tamamladığım bu iki kitabımla ahlaf beni hayırla yâd edecektir. (20-21) / Tahsin Demiray

HATTAT RİFAT YAZGAN(1858- ŞUBAT 1942)

-Hattat Rifat Yazgan, 1274 (1858) doğumludur. İstanbul’da Fatih’in Sarıgüzel semtinde dünyaya gelmiştir. Babası Fatih dersiamlarından Harputlu Hoca Ali Efendi’dir. Annesi Hatice Hanım, Rodoslu Balcı Kolağası namıyla tanınmış olan Mehmet Efendi’nin kızıdır. (43) 1290 senesinde hattatlığa heves ederek sıra ile Selim Efendi’den, Hacı Yahya Efendi’den ve Dr.Prof.Süheyl Ünver’in büyükbabası saray muallimlerinden meşhur Hattat Hacı Şevki Efendi’den ders almıştır. (44) / Tahsin Demiray

-Lakin, babamızın vefatından sonra fakir kalmıştık. Kağıt ve mürekkebim bazın oluyor bazen de olmuyordu. Annemden on para alırdım. Bunun ile hokka tedariki de imkansızdı. Düşündüm, taşındım, kağıt masrafını hazfettim: Yazıyı mezar taşları üzerine yazabilirdim. Fakat ya mürekkep, hokka ihtiyacı? Onun da çaresini buldum: Hokka yerine bir midye kabuğu kullanacaktım! Çöp tenekelerinde, süprüntülerin yığıldığı arsalarda taharriyata çıktım! İrili ufaklı midye kabukları seçtim. Bu suretle bütün servetimi yani on paramı mürekkebe ayırdım. Bostanlardan, komşuların bahçelerinden kamışlar keserek onları yonttum, kalem haline getirdim. Avucumda içi mürekkep dolu midye kabuğu olduğu halde soluğu mezarlıkta aldım. Artık cayır cayır yazıyordum: Sülüs, nesih, rik’a, talik, divani, siyakat, reyhani fakat en çok hoşuma gidenler ilk dördü idi. (45-46)

LEM’İ ATLI (1870 - 25 KASIM 1945)

-1.dipnot/Lem’i Bey’i, notlarında kaydettiğine göre Mahmud Celaleddin Paşa Çubuklu’da validesinin yalısında oturuyordu. Vekiller, o zaman Şirket-i Hayriye vapurlarında kendilerine ayrılan hususi kamaralarda gider, gelirlerdi. Bir sabah Paşa’nın bindiği vapurla İstanbul’a geçmek üzere Kanlıca İskelesi’nde oturan Lem’i Atlı’yı Paşa kamara penceresinden gördü. İşaretle yanına çağırdı: “Bir güftem var, bunu sen besteleyeceksin” dedi. Lem’i teeddüple: “Siz Tellalzade’nin hayranısınız” diye itiraz etti ise de Paşa’nın ısrarı üzerine köprüye gelince duba üzerindeki Mahmud’un gazinosuna girdi. Yarım saat içinde şarkıyı besteledi. Mahmud Celaleddin Paşa, teşekkür makamında bestekara pırlanta bir sigara tabakası hediye etti. (63-64)

-1286 sene-i hicrisinde Üsküdar’da Sultantepesi’nde dünyaya gelmişim. Mehum Mirza Müşir Said Paşa’nın kayınbiraderi olan babamın Çerkes kabilesinin ismi Şizemu “süvarili” manasına geldiğinden “Atlı” soyadını aldım. (68)

-Gerek hususi musiki alemlerinde üstat ve sanatkarların ahenk devam ettiği müddetçe adab-ı muaşeret-i musikiyenin muhafazasına gösterdikleri riayet ve gerek umumi yerlerde icra-yı ahenk eden saz takımlarının yekdiğerine karşı hatta faslın hitaına değin sigara içmemek gibi takındıkları ciddiyetin kırk seneden beri terk ve ihmal edilmiş olmasına mukabil bugün sahnelerde sazını kucağına almış, ayağını ayağının üstüne atmış, sigarası ağzında yanar bir surette icra-yı vazife eden ve kendisini şu suretle teşhirden fazla olarak bir gurur duyup etrafına selam vermek misillü perdebirûnâne hareketler gösterenleri görmekle dilhun oluyoruz. (79)

-Lem’i Bey hanendelere daha fazla kıymet verirdi. Saz çalanlar karşısında alakasızdı diyebilirim. Çok kere, çalanı dinlemediği zannolunurdu. Halbuki hanende en küçük falso yapsa hatta şarkı arasında durdurur ve düzeltmeye gayret ederdi. Kendi eserlerinin okunuşuna gayet hassastı. Hiçbir falsoya tahammül edemez, sinirlenir: hatta bu asabi heyecan sonunda etrafa mektuplar yazarak sinirlerini yatıştırmaya uğraşırdı. (119) Merhum üstat ilk şarkısını Acıbadem’de, eski Trabzon Valisi Haydar Bey’in köşkünde oturdukları sırada ve henüz 18 yaşında iken komşularından kara kaşlı, kara gözlü çok güzel ve sevimli bir kıza uzaktan aşık olarak bestelemiştir. Duygularını bildirmeye bir türlü muvaffak olamayınca bir yaz günü güzel komşusunun sokaktan geçtiğini görmüş ce ihtiyarı elinden giderek bir ağaca dayanmış, evvelce kendisine Reşid Mümtaz Paşa’nın verdiği güfteyi hatırlayarak karcığar makamında bestelemiştir. İkinci refikasıyla çok tatlı bir hayat geçirirken hanımın bir başka erkekle kaçması üzerine de çok müteessir olmuş ve güftesi de kendinin olan: “Bir kendi gibi zalimi sevmiş, yanıyormuş” şarkısını bestelemiştir. Kendi eserleri arasında, yine kendi söylediğine göre Rumelihisarı’nda oturan bir hanım için rasttan bestelediği “Yok mu cana aşıka hiç şefkatin” şarkısını çok severdi. (119-120) – Udi Bedriye Hoşgör

-Birinci karısından ayrıldıktan sonra Sarıyer’de bir Rum kızını sevdi. Onu Müslüman ederek evlendi. Fakat hanım bir doktor paşayı sevdi, ağabeyimi bırakarak kaçtı. Boşanınca bu paşa ile evlendi ve üç çocuğu oldu. Bu acıdan sonra merhum ağabeyim akrabasından Mısır’da yaşayan bir kızla evlendi. Bu hanım da Divan-ı Muhasebat memurlarından mütevverim bir adamla kaçtı. Adamın karısı ağlaya ağlaya hadiseyi haber verdiği zaman, ağabeyim derhal karısını boşadı. Bu kadından olan çocuğu beş aylıkken öldü. Ağabeyim bu acılardan sonra bir daha evlenmedi. Ömrünün sonuna kadar bekar kaldı ve bizimle oturdu. Ara sıra evimizde musiki toplantıları yapar, kendini sevenleri etrafında toplardı. Ömrünün son günlerinde hayatı göçümsemeğe (2.dipnot/Anlaşıldığına göre “küçümsemek” kelimesi bu şekilde telaffuz edilmiştir.)başladı. Doktorlar kımıldamamayı tavsiye ettikçe günlerle gezmekten çekinmezdi. Hastalığı artmazdan evvel ara sıra birkaç kadeh rakı içmekten hoşlanırdı. Beste yapmak hususundaki kabiliyeti fevkalade idi. Bir gün Kadıköy’de bir ahbabının verdiği güfteyi tramvayla Suadiye’ye gelinceye kadar bestelemiş ve evde okumuştu. Notadan anlamazdı. Bestelediği şarkıları Vahid Bey’e, Eliza Hanım’a yazdırırdı. (122-123) – Nasıye Keskin (Lem’i Atlı’nın yeğeni)

-Büyük dayım merhum Lem’i Bey çok sakin ve uysal tabiatlı, güler yüzlü, hoş sohbet, bilhassa çok terbiyeli bir zat idi. Az konuşur, dedikodu sevmez, kendini alakadar etmeyen şeylere karışmaz, kimsenin aleyhinde bulunmazdı. Eli açıktı. Parasını son meteliğine kadar harcamaktan adeta zevk alırdı. Başlıca zevkleri gezmek, dostlarını ziyaret, bilhassa güreş seyretmekti. Bütün eski pehlivanları tanır, müsabakalarını bilirdi. Hatta bazı gazetelerde tefrika edilen pehlivan hikayelerini, uydurma olduklarını bile bile zevk ve alaka ile takip ederdi. Musiki bahsinde katiyen münakaşa sevmez, bilgiçlik taslamazdı. Bazı sanatkarlar hakkında sual soracak olsalar bile gayet kısa cevaplarla başından savardı. Bilhassa kendi eserlerine karşı çok titizdi. Bunların kendi tavrına uygun okunmadığını duyunca çok sinirlenirdi. (124) Ev hayatı çok sakindi. Sıhhatine itina eder, iyi yemek yemeyi severdi. İçkiye düşkünlüğü yoktu. Yalnız çok sigara içerdi. Asthme (1.dipnot/Astım kelimesinin Fransızca imlası. Canlı Tarihler serisinin hazırlandığı zamanlar konuşulan ve yazılan Türkçenin telaffuz ve imla karakteristiğini göstermesi maksadıyla günümüz imlası ile yazılmıştır.) hastalığı olduğu için son zamanlarda onu da azaltmıştı. Hastalıktan çok korkardı. En küçük bir soğuk algınlığı bile onu günlerce evden çıkarmayacak bir sebepti. İlaca çok düşer, bu yüzden çok defa midesini bozardı. Şarkılarını ne zaman bestelediği pek anlaşılmazdı. Beğenmediği güfteleri katiyen bestelemezdi. Evlilik hayatı maalesef mesut geçmemişti. Dört defa evlenmesine rağmen aradığı saadeti hiçbirinde bulamadı. Hepsi ayrılma ile sona erdi. Sesinin güzelliği her kapıyı ona açmış ve maceralı bir hayat geçirmesine sebep olmuştu. Gönül maceralarından birinde, Boğaziçi’nin mehtap alemlerinde, sandalda görerek evli kadını sevmesi ve bu aşkın uzunca sürmesi yüzünden hemşiresi onu Romanya’daki çiftliklerine sürgün etmişti. Rast makamından: “Yok mu cânâ âşıka hiç şefkatin / Vâd-i vuslattı Hisar’da sohbetin” şarkısının bu macera neticesi olduğunu merhum kendi söylerdi. (124-125) – Şefik Keskin

-Lem’i Bey çok dindardı. Ramazanlarda bizim evde kılınan Teravih namazlarında kendi ısrarıyla müezzinlik ederdi. Müezzinlikleri yapan Selahaddin Bey’le Galip Efendi’ye az iş bırakırdı. (134) Nota bilmeyen Lem’i Bey’e nota bilen sanatkarların hayretlerle mağlup olduklarını kulaklarımla işittim. Gözlerimle gördüm. Bu böyle olduğu gibi Lem’i Bey’in de hayret ve hayranlıklarla kendinden geçtiği dakikalar Tanburi Cemil Bey’in huzurunda olurdu. Bursa’dan İstanbul’a geldikten sonra böyle bir manzaraya Nişantaşı’ndaki evimde şahit olmuştum. Lem’i Bey, Cemil Bey’in önünde diz çökerdi –fakat bunu da söylemeliyim- Üstat Cemil de Lem’i Bey’in söylediği şarkıların karşısında tanburu kucağından çekip kaldırarak “Bu hançereye yetişecek saz yoktur” derdi. (141) / Semih Mümtaz

Büyüyenay Yayınları, Ekim 2022 basım, 1.baskı.

27 Eylül 2025

ESAFİL-İ ŞARK – ADNAN GİZ

-“Esafil-i Şark.” Bu bir dernek değildi. Olsa olsa belirli bir lokal ya da kahvede bir araya gelip saatlerce söyleşen sanatçı topluluklarına benzetilebilirdi. Aralarında sanatçılar da olmakla beraber maarifçi, idareci, doktor, avukat gibi çeşitli mesleklerden gençler ve bir muhteşem işsiz vardı. Yakın çağdaki İstanbul’un incelenmeye değer kişilerini tespit etmek amacı ile ele aldığım bu topluluğun bir araya gelmesinin başlıca sebepleri nelerdi? Önce “çevre” diyebilirim. Beyazıt Camii ile Şehzadebaşı ve Laleli noktaları arasında bir üçgen çizin, “Esafil-i Şark” bu üçgenin içinde doğu, büyüdü ve yaşadı. Topluluğun başlıca lideri tarihçi Emin Ali; Kadıköy, Yeşilköy gibi banliyö semtlerinde oturanlara çıkışırken “Paris dokuz kilometredir.” diye bir iddia atardı ortaya, “Medeni insan Laleli’de oturur!” ”Esafil’in ünlü kişilerinden hocam Mükrimin Halil, Edebiyat Fakültesi’nin bir ara Fındıklı’ya taşınmış olmasından yılgındı. “Hilmi Ziya’yı kardeşim gibi sevdiğim halde, Beyoğlu’nda oturduğu için ziyaretine gidemiyorum” derdi. Onlar için Beyazıt ve Laleli’den uzaklaşmak, bir çeşit vefasızlıktı. Kesin bir tarih olmamakla beraber, “Esafil-i Şark” 1920-1935 yılları arasında parlak dönemini yaşadı. 1944 yılına kadar varlığını sürdürmeye çalıştı. Uzun süren savaşlar sonunda 1918 mütarekesi yapılınca, günün acı şartlarına rağmen İstanbul’da bir eğlence ya da hoş vakit geçirme tutkunluğu baş göstermiş, bu dönemde edebiyat ve tiyatro aşamalar yapmış, sinemaya ilgi çoğalmıştı. “Esafil-i Şark” gençleri, bu eğilimin etkisinde doğan bir odağın çevresinde toplanmışlardı: Sohbet ve Gülmek! (15-16)

-Nazmi Acar (1898-1957), Şehzadebaşı’nda kahve ve meyhane işletirken burada çalıştırdığı Habeş güzeli bir hanımla evlendi. Hamamizade İhsan Bey, bu evlenmeye tarih düşürdüğü beyitte “Bintülarep=Arap kızı” ile “Bintülinep=Üzüm kızı” deyimlerini ustalıkla kullanmıştı. Bu evlenmeden kapkara ve şipşirin bir oğlancık doğdu. “Esafil”e yeni bir konu çıkmıştı: Nazmi’nin oğluna isim bulmak! Hikayenin bu kısmını da Mükrimin Hoca’dan dinledim. Hoca’nın zengin kitaplığındaki büyük lugatler, Kamuslar, Ahteriler taranır. Heybetli, tumturaklı, duyulmamış bir Arap ismi aranır. Fillerin en büyüğü, aslanların en korkuncu anlamına gelen garip isimler! Nazmi Acar nedense bunlara ilgi göstermez. Çocuğa “Çetin” adı konur. Ama “Kuzguna yavrusu şahin görünür” mısrasından esinlenerek “Kuzgun” diye çağırırlar. Geleceğin ünlü heykeltıraşı Kuzgun Acar böylece isimlendirilmiş olur. Nazmi Acar, ikinci bir evlilik yapmış, Kuzgun annesinin yanında ve epey yoksulluk içinde büyümüştü. Amcası Togo Savrunluoğlu’nun öğretmenlik yaptığı Sultanahmet Ticaret Lisesi’nde okudu. Hocaları, çocuktaki sanat kabiliyetini sezdiler. Sonra akademiye geçti ve yurt içinde, dışında takdir edilen bir sanatçı olarak yetişti. Kuzgun, babasının nükte ve sevincini, dünya düzenini hiçe sayan kalenderliğini almış bir dost âdem olmuştu. Genç yaşında bir kaza sonucu öldü. (30-31)

-Emin Ali Çavlı (1888-1968) ve Mükrimin Halil (1900-1961), “Esafil-i Şark”ın bu iki namlı üyesi, zamanlarının iki tanınmış tarih hocası oldukları halde, mesleklerinin ve hatta okuttukları tarihin ortak yanları yoktu diyebilirim. Mükrimin Hoca, kitaba ve ezbere dayanan hikayeci bir üslubu, Emin Ali ise az kitaba ve daha çok düşünceye dayanan bir yolu seçmişti. Emin Ali, Türk Ocağı’nın birçok aydınları gibi Ziya Gökalp’ten ve onun çevresine tanıttığı Durkheim’ın düşüncelerinden yararlanmış bir gün Ziya Bey ile tartışabilecek bir kıvama gelmişti. Bu durumu ile o tarihe kadar vakanüvisliğe ve kronolojiye dayanan tarih öğretiminde bir atılım yapmış, tarih sevmeyen gençler için uyuşturucu bir masal niteliği taşıyan bu dersi, soruları, tartışmaları ile ilginç hale getirmişti. Olayları önem ve etkilerine göre sıralıyor, anlatılmasını istediği olay için “Tarih benim için önemli değil, iki yüz yıl hata ile söyleyin” diyordu. Bu metotlu tarih ve öğretim tarzı, zamanın genç kuşaklarını etkilemiş, Emin Ali’den tarih okumak bir başarı sayılmıştı. Bu başarının zamanla onu şahsi görüşlere götürdüğünü not etmek şartıyla. (36-37)

-Mükrimin Hoca evlenmemiş, dersleri ve kitapları ile yaşamış ve öyle ölmüştü. Ama her dönemde fakültenin en güzel kızlarına aşık olduğu bilinirdi. Her zaman platonik olan bu sevdalar, sevgiliye bile açıklanmadığından hocanın düşüncesinde bir meşruluk kazanıyordu. Ancak Arap şövalyelerinin gizli aşkları gibi sevgilinin kimliği açıklanmasa da, Mükrimin Hoca yine bir aşk dönemine girdiğini “Esafil” toplantılarında her haliyle belli ediyor, gizli sevgili “Selam olsun” gibi birtakım deyim ve şifrelerle sık sık anılıyor, eğer birkaç kadeh de atılmışsa hoca kızaran yanakları ve süzgün gözleriyle başını sağa sola sallayarak büyük aşkını konuşuyordu. (47)

Büyüyenay Yayınları, Temmuz 2025 basım, 1.baskı

15 Eylül 2025

KURANI KERİMİN YAZI TARİHİ – MELİKŞAH SEZEN

-Müslümanların kıyamete değin cari olacak son hak din ile münasebetlerinin ilk temel vasıtası olan Kur’an-ı Kerim’in tarihinin “karanlık” olduğunu beyan eden(2.dipnot/Mustafa Öztürk &Hediye Ünsal, Kur’an Tarihi, Ankara Okulu Yayınları, 2016, sf.7), 1450 senelik tarihi vetirede bir kısım ayetlerin “hiç kimse tarafından doğru anlaşılmadığını” söyleyen (3.dipnot/Salih Akdemir, Kur’an’a Dilbilimsel Yaklaşımlar, Kuramer Yayınları, 2017, sf.63,75); bırakınız Hz.Peygamber(sallallâhu aleyhi ve sellem)’in, Hz.Adem(a.s)’dan itibaren hiçbir peygamberin “hissi mucizesi olmadığını” ifade edip tüm hissi mucizeleri bir kalemde inkar kastıyla te’vil eden(4.dipnot/Bkz. Melikşah Sezen, Tefsir ve İtikad Cumhuriyet Dönemi Te’lif Tefsirlerin İtikadi Muhtevasına Dair Yazılar, Konya:Kitaparası Yayınları, 2020, sf.73,79; Yusuf Şevki Yavuz, “Hz.Muhammed’in Peygamberliği ve Son Peygamber Oluşu”, Vahiy ve Peygamberlik, Kuramer Yayınları, 2018, sf.347), Kur’an-ı Kerim’in ilahi bir koruma altında olduğu vaadine rağmen “bir kısım ayetlerin Kur’an’dan olmadığı halde ona dahil edildiği” ve cem esnasında bazı yanlışların yapılmış olabileceğini iddia eden (5.dipnot/Muhammed Abid el-Cabiri, Kur’an’a Giriş, Mana Yayınları, 3.baskı, 2013, sf.265), İlahi vahyin bütünüyle peygamberin rüyası olduğunu dolayısıyla da “onun vahye değil, vahyin ona tabi olduğunu” söyleyen (6.dipnot/Abdülkerim Sürûş, Nebevi Rüyaların Ravisi Hz.Muhammed, Mana Yayınları, 2018, sf.23) insanların günden güne artması, okuduğumuz her yeni çalışmadan sonra aynı duyguların tekrar tezahür etmesine sebebiyet vermiştir. Tüm bunlardan daha hazin olan ise “ilim” adı altındaki bu hezeyanlara itimad eden samimi Müslümanların bulunması ve günden güne artmasıydı. İnkar kabul etmez bu elim tablo beni, bahsi geçen konulara ve meselenin kökenine dair kendi gücüm nispetince bir şeyler söylemeye sevk etmiş, adeta vicdani olarak mükellef kılmıştır. (14-15)

-Bizim vahyi bir bilgi kaynağı olarak kabul etmemiz vahyi gerekçelendirmemize değil, peygamberlik iddiasında bulunan zatın iddiasını teyidimizde karşılığını bulmaktadır. Eğer nübüvvet iddia eden bir kimse bu iddiasını mucize gibi bir kat’i hüccetle isbat ediyor ve müşterek bir zeminde bu durumu sabit kılıyorsa, artık o kimsenin Allah Teala adına konuştuğu kesin bir hal almış olmaktadır. Bu durumda o kimsenin ağzından dökülen “bu rüyadır, bu vahiydir, bu benim sözümdür…”gibi ayrımların ve beyanların tamamını tasdik etmek zaruri olmaktadır. Çünkü daha evvel, o kimsenin nebi olduğuna dair hüccetler –ister müşahede ile ister mütevatir haberle- bizim için sabit olmuştu. Bu durumda onun her cümlesinde yeniden bir gerekçelendirme beklentisi lüzumsuz, nübüvvete dair sübut da tüm beyanlarının mutlak gerekçesi haline gelmiş olmaktadır. Dolayısıyla onun her sözünü ve de vahiy dediği kısmı bilgi olarak görmek, herhangi bir müşkül doğurmayacaktır. Bu itibarla vahiy yoluyla iletilen her haber –ilk muhataplar ve mütevatir olarak muttali olan müstakbel muhataplar için- şüphesiz bilgidir. (42)

-Vahyin tamamının rüya yoluyla alındığını –daha doğrusu vahiy dediğimiz şeyin Hz.Peygamber’in rüyası olduğunu- iddia edenler, vahyin muhtelif tenzil şekilleri konusundaki nakilleri reddettikleri gibi, muhtelif tanıklıkları ve şahitlikleri de reddederek tasdiki mümteni olan bir yola tevessül etmektedirler (90.dipnot/Abdülkerim Sürûş, Nebevi Rüyaların Ravisi Hz.Muhammed, Mana Yayınları, 2018 basım, Çeviren: Asiye Tığlı). Halbuki Hz.Peygamber (sav)’in bizzat kendisi vahyin birçok farklı şekilde geldiğini bildirdiği gibi, vahyin inzaline şahit olan birçok sahabinin de onun uyku ve rüya halinde olmadığını teyid eden nakli mevcuttur. (91.dipnot/Talat Koçyiğit, Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, TDV Yayınları, 2016, I.cilt, sf.33) (53-54)

-Hz.Peygamber(sav)’in rüyada vahiy aldığını bildiren bir kısım rivayetlerden hareketle bazı isimlerin rüya ve ilham arasında bir eş anlamlılık tesis etme yoluna gittikleri görülmektedir (94.dipnot/Yusuf Şevki Yavuz, “Kur’an ve Sünnette Vahiy”, Vahiy ve Peygamberlik, Kuramer Yayınları, 2018, sf.200). Hakikatte peygamberlere gelen vahiy ilham değildir. İlham, mana ilkasıdır ve ilhamdan mana istinbatı ilhama mazhar olan kimsenin anlama, te’vil ve tabir gücüne göre şekillenmektedir. Vahiy ise hem mana hem de manaya dalalet eden lafız ile birlikte kesin ve kat’i bir şekilde bilgi hasıl eden, vahye muhatap olan nebinin dahlinin bulunmadığı bir bilgi akışıdır. Dolayısıyla peygamber olanlarla olmayanlar arasındaki gaybi habere muttali kılınma durumu birbirlerinden böylece ayrılmaktadır. İlham, keşf ve sezgi de yorum ve hata payı mevcut olmakla birlikte vahiyde böyle bir indi pay söz konusu değildir. (54-55)

-Sahih hadis mecmualarının, erken dönem siyer ve tarih kaynaklarının hemen tamamında bir şekilde mucize anlatısı yer almaktadır ve bunun neredeyse istisnası bulunmamaktadır. Öte yandan Kur’an, kafirlerin bu yolla birçok mucizeye şahit olduğuna gönderme de yapmaktadır. Nitekim Kamer suresinin ilk ayeti şakku’l-kamer mucizesini bildirmekte, hemen ardından gelen “müşrikler ne zaman bir mucize görseler bu sürüp giden bir büyüdür derler” (Kamer Suresi, 2.ayet) meralindeki ayet-i celile ile işaret ettiğimiz duruma temas etmektedir (127.dipnot/ Hakim en-Nisaburi, el-Müstedrek ale’s-Sahihayn, nr.3808,3809,3811. Kadı Abdülcebbar ayetin mucizeye delaletinin kat’î olduğunu beyan etmekte ve bu noktada icma bulunduğunu belirtmektedir. Bkz.Kadı Abdülcebbar, Tesbitu Delailn’n-Nübüvve, Çev: M.Şerif Eroğlu & Ömer Aydın, TYEK, 2017, sf.126-132). Müfessirlerin izah ettiği üzere bu ayet, eğer müşriklerin hiçbir mucizeye şahit olmadığı bir zaman diliminde inzal edilmiş olsaydı, o zaman onların “bize evvela bir mucize göster de inkar edip etmeyeceğimiz ya da büyü deyip demeyeceğimizi gör” deme imkanları olabilirdi. Halbuki hiçbir müşriğin yahud saha sonra İslam ile müşerref olmuş sahabinin mucize görmemek ve bu ayetin neye istinaden böyle bir hüküm verdiğini sormak gibi bir girişimi olmadığını görüyoruz. Dolayısıyla mucize inkarcılarının en güçlü delil olarak görüp sığındıkları ayetlerde, okuduğunu anlayamama hatası yaşandığı görülmektedir. Tekrar ifade etmek gerekirse söz konusu ayetlerin hiçbiri Hz.Peygamber’e hiçbir mucize verilmediğine değil, müşriklerin talebine karşılık olarak herhangi umumi bir mucize verilmediğine delalet etmektedir. Çünkü onlar mucizeyi bir oyun haline getirip, inatçılık ve istismar ediyorlardı. (128.dipnot/ Ebu Mansur el-Maturidi, Te’vilatü’l-Kur’an, V, sf.58; Zemahşeri, el-Keşşaf, III, sf.1184) (65-66)

-Vahyin başlangıcının ve ilk iki sene cereyan eden hadiselerin aktarıldığı çokça rivayet mevcut olmakla birlikte bu döneme dair herhangi bir ayetin yazıya aktarıldığını gösterir açık bir rivayet bulunmamaktadır. Fakat eğer inkıta döneminin 3 yıla ulaştığını bildiren rivayet ve değerlendirmeler isabetliyse, o zaman zaten bu aralıkta vahiy inzali gerçekleşmediği için onun kaydının tahakkuk etmemiş olması gayet tabi bir hal alacaktır. Dönemi anlatan bütün rivayetler, ilerleyen süreçte Hz.Peygamber(sav)’e vahyin inzali hakkında merak edilenlerin sual edilip, öğrenilmesine dayanmaktadır. Bu dönemde vahyin zabtına dair dolaylı bir istidlalde bulunabileceğimiz yegane bilgi, adı ilk Müslümanlar içinde anılan Halid b. Said b.el-As(r.a) hakkındadır (192.dipnot/Mehmet Apaydın, Siyer Kronolojisi, Kuramer Yayınları, 2018, sf.332-333). Nübüvvetin ilk yılında, İslam’ı kabul eden 5.kişi olan Halid(r.a)’ın besmeleyi yazan ilk kişi olduğu nakledilmektedir. (91)

-Kur’an-ı Kerim bazı ayetlerinde bizzat kendisi yazıya geçirilmiş bir kelam olduğunu bildirmektedir (239.dipnot/Ebubekir Ahmed b. Ali es-Cessas, Ahkamul-Kuran, VIII, sf.398-399; Abdurrahman Çetin, Kur’an İlimleri ve Kur’an-ı Kerim Tarihi, Dergah Yayınları, 3.baskı, 2014, sf.65). Mesela, “Kur’an-ı Kerim’e yalnızca temiz olanlar dokunabilir” (Vakıa 56/79) mealindeki ayette Allah Teala, Kur’an’ın “el sürülebilir” nitelikte olduğunu bildirmekte ve Vakıa suresinin inzal tarihi öncesinde gelen vahyin yazıya geçirildiğini bizzat teyid etmiş olmaktadır. Vakıa suresinin, nübüvvetin 5.yılında nazil olduğuna dair nakiller mevcuttur (241.dipnot/Bekir Topaloğlu, “Vakıa Suresi”, DİA, XLII, sf.470-471). Ayrıca 6.yıl başlığı altında temas edeceğimiz ve Hz.Ömer(ra)’ın nübüvvetin 6.yılında Müslüman oluş hadisesini bildiren rivayette, Fatıma binti Hattab (r.a)’ın, elindeki sahifeleri isteyen abisi Hz.Ömer’e “Kur’an-ı Kerim’e yalnızca temiz olanlar dokunabilir.” Mealindeki ayeti okuduğunu ve temizlenmesini istediğini bildirir kayıtlar, bu surenin 6.yıldan evvel tenzilini sabit hale getirmektedir. Muhammed Esed gibi bazı isimler, surenin hicretten 7 yıl evvel yani nübüvvetin üçüncü ya da dördüncü yılında inzal edildiğini dahi ifade etmektedirler (242.dipnot/Muhammed Esed, Nüzul Sırasına Göre Kur’an Mesajı, sf.307) Dolayısıyla biz sadece nüzulû –kuvvetle muhtemel- nübüvvetin 5.yılına tekabül eden Vakıa suresinin 79.ayetine bakıp, onun el sürülebilir nitelikte yani yazıya geçirilmiş olduğunu tespit edebilmekteyiz. (105)

- Muhammed Esed’in 6.yılın başında inzal edildiğinde şüphe olmadığını bildirdiği (254.dipnot/ Nüzul Sırasına Göre Kur’an Mesajı, sf.240. Sûrenin büyük kısmı Mekki olsa da birkaç ayetinin Medeni olduğu ileride aktaracağımız bazı nakillerden anlaşılmaktadır.) Furkan suresinde yer alan “Ayrıca, ‘Onun sabah akşam kendisine okusunlar diye yazdırdığı eskilerin masalları, efsaneleridir bu!’ diyorlar” (Furkan 25/5) mealindeki ayetin de Kur’an’ın Mekke döneminde yazıya döküldüğüne bizzat müşriklerin dilinden bir ikrar ve tasdik hükmü taşıdığı açıktır. (109)

-İmlanın sahabi ictihadı ile şekillendiği yönündeki görüş insanları, sahabinin de beşer ve ismet sıfatı ile muttasıf olmayan kimseler olduğu hakikatiyle birlikte düşünüldüğünde Kur’an imlasında hata yapmış olabilecekleri kanaatine yahud düşüncesine sevk edebilecektir. Bu, imlanın manaya tesiri ile birlikte değerlendirildiğinde Kur’an-ı Kerim’in mevsukiyeti bakımından kabulü müstehil bir tavır olacaktır. Vahiy katiplerinin sehven imla hatası yapmış olacaklarını pek tabi kabul edebiliriz fakat bir kısım rivayetlerin de şahitlik ettiği üzere Hz.Peygamber vahyi imla ettirdikten sonra daima tekrar okumakta ve yazımı tashih etmeden katibi yanından göndermemektedir. Bu konuda iki önemli kaydı paylaşmak istiyorum:

(I)”Zeyd b. Sabit: Hz.Peygamber’in yanında vahiy yazardım. Bitirdiğimde ‘oku’ diye buyurur, ben de ona okurdum. Herhangi bir eksiklik varsa onu ikmal ederdi.” (363.dipnot/Taberani, el-Mu’cemü’l-Kebir, V, sf.142)

(II)”Bir kişi Hz.Peygamber’in yanında yazdı. Hz.Peygamber (sav) ona ‘Yazdın mı?’ diye sual etti. O ‘evet’ dedi. Allah Resulü, ‘Peki, mukabele ettin mi?’ diye sual edince ‘hayır’ cevabını verdi (364.dipnot/ Bu sualden anlaşıldığı kadarıyla, katip imlayı Rasulullah’ın okumasıyla değil onun yanında mahfuz bulunan sahifelerden –büyük ihtimalle kendisi için bir nüsha oluşturmak gayesiyle- yapmaktadır). Bunun üzerine Rasulullah ‘Onu mukabele edip tashih etmediğin sürece yazmamış olursun’ diye buyurdu(365.dipnot/Celaleddin es-Suyuti, Tedribü’r-Ravi, Çev:Muhammed Enes Topgül, YEK, 2019, sf.912)

Yoksa vahyt katiplerinin sehivlerini dikkate almadan serbest bıraktığı tasavvur edildiğinde aslında bu kabul, tebliğin noksan oluşuna ve elimizdeki Mushaf’ın imlasından şüphe duymaya bir şekilde fırsat tanıyacaktır. Halbuki Hz.Peygamber (sav)’in irtihali sonrasındaki istinsahlar esnasında dahi katiplerin sehven işledikleri imla hatalarının bizzat diğer sahabiler tarafından tahsis edildiği sabittir. Zemahşeri’nin Ra’d suresinin 31.ayetinin tefsiri esnasında naklettiği bir rivayete göre vahiy katibinin mezkur ayetteki bir imlada uyuklama durumunun tesiri ile gayr-i ihtiyari bir imla hatası yapmıştır. Fakat yine Zemahşeri’nin söz konusu nakille ilgili mülahazası başka söze hacet bırakmayacak şekildedir: “Bu ve benzeri iddialar, batılın önünden ve ardından kesinlikle yaklaşamadığı Allah’ın kitabı hakkında kabul edilemeyecek şeylerdendir. Böylesi bir yanlış, İmam Mushaf’ın iki kapağı arasında hala yer alacak kadar nasıl gözden kaçmış olabilir? Oysa bu mushaf, Allah’ın dini konusunda son derece titiz ve dikkatli, onu korumak için ellerinden geleni yapan büyük sahabilerin ellerinde dolaşıyordu. Ve onlar bu dinin küçük büyük hiçbir meselesi konusunda dikkatsiz davranmazlardı. Özellikle, tüm yasaların kaynağı ve dinin dayanağı olan kanun hususunda. Vallahi bu hiç kuşku götürmeyen bir iftiradır!” (366.dipnot/Zemahşeri, el-Keşşaf, III, sf.764) (135-136-137)

-Hz.Peygamber(sav)’den naklolunan “Kim ‘Bismillahirrahmanirrahim’ yazılı bir parçayı, Allah Teala’yı yüceltme maksadıyla düştüğü yerden kaldırırsa, Allah Teala’nın katında o kimse sıddıklar zümresine dahil edilir, müşriklerden dahi olsa ebeveyninin azabı hafifletilir” (453.dipnot/İsmail Rüsûhi Ankaravi, Fütühât-ı Ayniyye, sf.40) hadisi, Kur’an’ın hem yazıldığına delalet eder hem de yazılmasını ve özenle muhafazasını teşvik etmektedir. Zaten Resûl-i Ekrem’in henüz sağlığında yazıya dökülen ve çoğaltılan hitab-ı ilahi’yi muhafaza ve ona layık olduğu ihtimamı gösterme konusundaki ölçüyü evvela onun belirtmiş olması işin tabiatındandır. (157)

-Yazılı halinin sadece Huzeyme b.Sabit(ra)’ın elinde bulunduğu nakledilen Tevbe süresinin son iki ayeti ve Ahzab suresinin 23.ayet-i celilesi hakkındaki rivayetler (466.dipnot/Ahzab suresi ile ilgili nakiller senet yönünden bazı zaaflar taşımaktadır. Bu hususa daha sonra temas edilecektir.), Zeyd b.Sabit (ra)’ın Kur’an’ı cem faaliyetinde taleb ettiği yazılı malzeme için 2 şahit talebini yazıların huzur-ı risalette yazıldığına ya da mukabele edildiğini tespit adına talep ettiği (467.dipnot/Muhammed Zahid el-Kevseri, Makalat, I, sf.149; Muhammed Ebu Zehre, el-Mu’cizetü’l-Kübra:Kur’an, sf.48) bilgisiyle birlikte düşünüldüğünde; Tevbe suresinin son iki ayeti ile Ahzab suresinin 23.ayetinin Hz.Peygamber(sav)’in sağlığında yazıya geçirilmiş olduğu da ortaya çıkmaktadır (468.dipnot/ İbn Kesir, Fedailu’l-Kur’an ve Tarihu Cem’ihi, sf.44) (160-161)

-Kasıtlı tahrif konusunda son olarak, Sava Paşa’nın (ö.1904) İslam Hukuku Nazariyatı Hakkında Bir Etüt isimli eserinde yer verdiği Hz.Muaviye’nin vahyin zabtında tahrifte bulunduğunu ve Resulullah tarafından vazifesinden azledildiği yönündeki iddia hilaf-ı hakikattir (504.dipnot/Sava Paşa, İslam Hukuku Nazariyatı Hakkında Bir Etüt, I-II, DİB Yayınları, 2.baskı, 2017, sf.53). Hatta rivayeti aktarırken paylaştığı bilgilere dikkat edildiğinde onun İbn Ebi Serh hakkındaki nakilleri sehven Hz.Muaviye’ye isnat ettiği ve üzerine ayrıca başkaca hatalı nakiller ekleyerek takdim ettiği görülmektedir. Hz. Muaviye(ra)’ın katiplik esnasında kasıtlı tahrif yapması, vahiy katipliğinden azledilmesi gibi sözler hakikate aykırıdır. Onun, Hz.Peygamber’in vefatına değin katiplik vazifesini sürdürdüğü sabittir. (179)

-İbn Haldun, “ashab yazı sanatında üstad idiler” şeklindeki değerlendirmeleri tenkit etmektedir ve tenkidinde haklıdır. Elbette her bir sahabe yazı sanatında üstad değildi. Fakat bir yazıyı tam ve düzgün yazabilmek için illaki yazı sanatında üstad olmak icab etmediği malumdur. (534.dipnot/Taşköprülüzade, ashabın nahvin inceliklerine vakıf olduğuna kanirdir. Bkz: Mevzuatu’l-Ulum, I, sf.159) Dolayısıyla bu argümanı Mushaf’ın imlasında bir hata olmasının zorunlu bir gereği gibi takdim etmek, tatmin edici olmaktan uzaktır. Onun bu konu özelindeki izahları, meselenin genişlediği perspektifi ve literatürü tamamıyla kuşatıcı nitelikte değildir (535.dipnot/Mehmet Emin Maşalı, “İbn Haldun’un Gözüyle Mushaf İmlası”, Usul, 2014/2, XXII, sf.17). Fakat yine de birçok isim üzerinde tesir oluşturmuştur. Mesela yakın dönem Mısır alimlerinden Ahmed Emin (ö.1954) Fecrü’l-İslam isimli eserinde bunun güzel bir misalini sunmaktadır: “Peygamber Efendimize vahiy katipliği edenler yazıda o kadar maharet sahibi değil ve yazıları bir tarzda ve imla kaidelerine uygun değildi…imla kaidesine göre hepsinin bir türlü yazması gereken kelimeleri bazen elifleri artırarak, bazen hazfedip yazmışlardır. Bunun sebebi, İbn Haldun’un dediği gibi onların yazı sanatındaki zaafları, doğru ve güzel bir surette yazı yazabilmek derecesine ermiş olmamalarıdır.” (536.dipnot/Ahmed Emin Fecrü’l-İslam, sf.223) Ahmed Emin’in sözleri İbn Haldun’un tesirinde oluşmuş olduğu için ona yönelttiğimiz bütün tenkitler aynıyla Ahmed Emin için de geçerlidir. Ayrıca bir kelimenin doğru yazılışını bilen bir kimse o kelimeyi tekrar yazarken farklı yazıyor, sonra bunu hiç kimse tashih etmiyor ve heyet elinden çıkan nüshalarda bu imla böylece muhafaza ediliyorsa, burada bir hata ve ibtidailikten ziyade kasıtlı bir tercih ve hikmetten bahsetmek icab etmez mi? (188-189)

-Mushaflar gönderildikleri beldelere herhangi bir elçi vasıtasıyla gönderilmemiş, bilakis yazımdaki hassasiyet gibi okuma konusunda da birliği tesis etmek amacıyla fakih sahabilerle beraber gönderilmiştir. Zeyd b. Sabit, Medine’de Mushaf talimini gerçekleştirmek üzere vazifelendirilirken, Abdullah b. Saib de Mekke’de aynı iş için vazifelendirilmiş ve Mekke Mushafı onunla gönderilmiştir. Şam Mushafı Muğire b. Şihab ile Kufe Mushafı Ebu Abdurrahman es-Sülemi’yle ve Basra Mushafı da Amir b.Kays ile bölgelerine ulaştırılmış oldular (616.dipnot/Musa Carullah Bigiyef, Tarihu’l-Kur’an ve’l-Mesahif, sf.83). (217)

-Hz.Osman(ra) resmi Mushaf’ın ortaya konulup bundan birçok nüsha istinsah ettirdikten sonra huzur-ı risalette yazılan ve hala elde bulunan sahife ve Mushafların yakılarak imha edilmesini emretmiştir. Çünkü ayet ve sure tertibinin son halini almadan yani arza-i ahireden önce yazıya dökülmüş olan sahifelerde bu yönden bir eksiklik ve farklılıklar bulunabildiği gibi müstensih sehvine istinad eden bir kısım hataların mevcudiyeti ve yine Kureyş lehçesinin merkeze alınmadığı yazımlarda imla farklılığı mevcut idi. Bu nüshaların mevcudiyetini muhafaza etmesi, yarın bir gün ayet ve sure tertibi ile imlası açısından icma edilen Mushafa itiraz edilip, onun mevsukiyetine karşı bir delil gibi kullanılabilirdi. Nitekim söz konusu zabtın Hazreti Peygamberin huzurunda gerçekleştiği yönündeki bilgi, birçok insanın o zabıtlara teveccüh göstermesine ve ayağının kaymasına sebebiyet verebilecekyi. Çünkü bu zabıtların karizma ve otoritesi yükselirken onun Kureyş lehçesi dışında bir lehçe ile yazıldığı için farklılık arz edebileceği gibi durumlar gözden kaçırılabilecekti (625.dipnot/Kur’an-ı Kerim’in imlasında Kureyş lehçesinin esas alınması gerektiği yönündeki hüküm Hz.Osman’ın şahsına mahsus bir hüküm değildir. Mesela bir rivayete göre Hz.Ömer, bir kişinin Yusuf suresinin 35.ayet-i kerimesindeki bir bölümü ‘attâ ‘în şeklinde okuduğunu işitince ona “Kim öğretti sana bunu?” diye sual etmiş. Adam “İbn Mes’ud okuttu1 deyince Hz.Ömer, İbn Mes’ud’a: “Yüce Allah bu Kuran’ı Arapça olarak ve Kureyş lehçesi ile indirdi, sen de insanlara Kureyş lehçesi ile okut, onlara Huzeyl lehçesi ile okutma vesselam” diye yazmıştır. Bkz. Carullah Mahmud b.Ömer ez-Zemahşeri, el-Keşşaf, III, sf.594). Hz.Osman ve sahabiler, bu gibi menfi hadiselerin önüne geçmek adına sadece söz konusu sahife ve Mushafların yakılmasını emretmişti. (221)

Şamil Yayınları, Haziran 2021 basım, 1.baskı

12 Eylül 2025

ANAMIN KİTABI – YAKUP KADRİ KARAOSMANOĞLU

-Çocukluğumda babama ait hiçbir şey bana hoş ve munis gelmezdi. Ne adını sanını, ne kalıbını kıyafetini, ne oturup kalkışını, ne yüzünü, ne huyunu, ne de konuşma tarzını beğenirdim. O, yuvarlak ve dazlak kafalı, top sakallı, tıknaz bir adamdı. Bu üç fizik vasıf ise benim yakışıklı erkek tipinde aradığım vasıflraın taban tabana zıddı idi. Ben, büyüyünce uzun boylu, ince endamlı, kaytan bıyıklı bir delikanlı olmak ve hep öyle kalmak emelindeydim. Hele, günü birinde omuzlarım ortasında saçsız bir kafa taşımak felaketine uğrayacağımı, aklımdan bile geçirmek istemezdim. Bundan başka, babam birçok sözleri koyu bir taşralı şivesiyle söylerdi. Mesela “rüzgar” yerine”ürüzgar”, “şimdi” yerine “hincik”, “kadın” yerine “gadın” ve hatta “garı”derdi. Bütün bunlar bana, evimizin nezahatini bozan ve zavallı anneciğimi bizim yanımızda küçük düşüren bir sürü çirkin lakırdılar gibi gelirdi. O böyle konuşurken bir büyük şehirden henüz göçüp yerleştiğimiz bu Anadolu kasabasının sokaklarında uzaktan bile bakmağa alışamadığım kaba saba, kılıksız kıyafetsiz adamlardan biri güya kapımızdan içeri dalarak bize söğüp saymıya başlamış sanırdım. (13-14)

-Bu huy bana annemden geçmiştir. O yetmiş bir yaşında öldü ve son nefesini verinceye dek bin dert ve elemle yüklü hayatı boyunca hassasiyetinin en müdafaasız, en zayıf noktası, hep aynı telakki ettiği keyfiyetlerin dokunduğu yer olmuştu. Onun lehçesinde “felaket” kelimesi “ayıp”la eş manada idi. İmdi, günün birinde, kocasının borçları yüzünden Mısır’daki konağının kıymetli eşyasına haciz mi koymaya gelmişlerdi? Annem, “Aman malım elden gidiyor!” diye telaşa düşmemiş: “Eyvah, bu ne rezalet” diye dizlerini döğmüştür. Babam genç yalında inmeli olup şuurunu mu kaybetmiştir? Annemin ilk aldığı tedbir bu hastalığı herkesten saklamak olacaktır. (29)

-Size anlattığım bu devre, sanırım ki, çocukluk hayatımın en kesin dönüm noktalarından biridir. Kaç zaman sürdüğünü pek tayin edemediğim bu devreden sonra, huyum yavaş yavaş dğeişmeye başlıyacaktır. Eski usluluğum, eski nazlılığım yavaş yavaş sinsi bir yaramazlığa, sinsi bir haytalupa dönme emarelerini gösterecektir. Daha doğrusu, içerimde birbirine zıt iki hüviyet, iki benlik hasıl olacak ve bir çatı altında, bir yatakta yanyana, burun buruna yaşamağa mecbur aynı mizaçlı, aynı karakterli iki kardeş gibi birbiriyle durmadan çatışacak; kâh birinin ettiğinden öbürü, kâh öbürünün eylediğinden beriki sıkılacaktır. İşte, benim içerimde, kendi kendimle, tıpkı böyle bir geçimsizlik peydah olmuştu. Neden? Nasıl? Eğer, şu satırları yazdığım sırada her türlü metafiziğe çoktan veda etmiş bir insan olmasaydım derdim ki, öbür dünyaya göçerken bin dert ve isyanla bulanmış ruhunun bütün tortularını bana bırakıp gitmiştir. (82)

-Bu yaşa geldim. İlk milletvekilliği yıllarım hariç ne tüfek, ne tabanca kullandığımı hiç hatırlamam. (88)

-Ben Ramazan’ı yalnız yarı bir tatil ayı olduğu için değil, ben Ramazan’ı yalnız buram buram simit ve pide kokan akşamları için değil; ben Ramazan’ı yalnız iftar sofraları, sahur hoşafları, davulu, topu, Karagöz oyunları ve sabaha kadar ışıl ışıl ışıldayan minareleri için değil, bana, büyükler arasına karışmak fırsatını veren vaızları ve teravi namazları için de severdim. Bunu hak etmek gayretiyle çok defa büyüklerle beraber oruç tuttuğum, bazan da birtakım “şer-i hileler”e başvurup oruçlu göründüğüm olurdu. (118)

-Lakin çocukluğumun Ramazan aylarında o küçük mescidi nice büyük camilere tercih edişimin sebebi, hiç şüphesiz, bu değildi. Ben herşeyden evvel evdekilerin “An-Tekke” ünvanını taktığı bu dergaha şeyhin ailesiyle bizim aile arasındaki eski dostluk münasebetiyle bağlıydım. Bu dostluk, Velioğlu Mahallesi’ndeki konağı “An-Tekke”lilere duvar komşusu olan babaannem zamanında başlamış ve o günlere kadar hep aynı samimiyetle devam ediyordu öyle ki, ya annem ve ninemle, yahut mahalle arkadaşlarımla oraya her gidişimizde önce harem dairesinde, sonra bizzat şeyh ve dervişler muhitinde bize yapılmadık izzet ikram kalmıyordu. (122)

-Rakı içmek hadi neyse; (çünkü kaç defa babamın da aynı hataya saptığını görmüştüm) fakat Bektaşiliğin Manisa halkınca katillikten, hırsızlıktan, gavurluktan daha kötü bir şey telakki edildiğini ve hele bizim evde bunun sözünü söylemenin bile yasak olduğunu biliyordum. Zira bizim evde bu, bir aile faciasının, bir aile ayıbının da adıydı. Ortada dönen rivayetlere göre babamın ablasıyla arası bu yüzden açılmıştı ve halam malını mülkünü bu yüzden tasfiye edip Manisa’dan İstanbul’a gitmiş ve orada yerleşmişti. (123)

-Gerçi ben, Mevlevi tarikatına  nihayet Cemal ağabeyim gibi bir “muhip” sıfatiyle “süluk” edebilirdim ve bunun için de aile dostumuz Çelebi Efendi’ye ufak bir müracaatta bulunmak kafi gelirdi. Lakin, bakalım annem buna razı olacak mıydı? Annem razı olursa, bakalım, dedeler “daha pek küçüktür” diye beni almamazlık edecekler miydi? (128)

-Benim bu gizli tarikatçiliğimi zaten sezip üzülmekte olan annem, günün birinde, beni karşısında bu uzun derviş külahiyle görür görmez öyle bir kaşlarını çatmış, dudağını bükmüştü ki, yapıp ettiklerime bin pişman olarak, yüreğimi hala kavurmakta devam eden aşka rağmen, Mevlevi tekkesinden yavaş yavaş elimi eteğimi çekmeye başlamıştım. (129)

İletişim Yayınları, 2014 basım, 11.baskı

11 Eylül 2025

YENİ KARANLIK ÇAĞ – JAMES BRİDLE

-Şimdiye dek ağ üzerine düşünürken yaptığımız en kritik hata faaliyetinin kendiliğinden ve kaçınılmaz olduğunu varsaymaktı. Kendiliğinden derken, bu faaliyetin ortak yaratımın bir parçası değil de bizim yarattığımız şeylerin doğal bir sonucu olduğu fikrini kastediyorum. Kaçınılmaz derkense, teknolojik ve tarihsel ilerlemenin doğrusal bir hat izlediği, bu gidişata direnmenin nafile olduğu inancını kastediyorum. Öyle bir inanç ki bu, sosyal bilimci ve filozofların yıllar yılı defaatle gerçekleştirdiği saldırılara rağmen alt edilemezi. Silinip gideceği yerde teknolojinin ta kendisinde, kendi saklı arzularını gerçekleştirdikleri farz edilen makinelerde cisim buldu. Doğrusal ilerlemeye yönelik itirazlarımız boşa düştü böylece, işlemsel düşünmenin açtığı yarıkta kaybolup gitti. (20)

-İnternetin erişebilir kıldığı sayısız enformasyon ve dünya görüşü tutarlı, üzerinde fikir birliğine varılmış bir gerçeklik üretmiyor; aksine, basit anlatılar, komplo teorileri ve hakikat sonrası siyaseti üzerindeki gerici ısrar tarafından un ufak edilmiş bir gerçeklik peyda oluyor. Yeni karanlık çağ fikrini bu çelişki körüklüyor işte: Bilgiye biçtiğimiz değerin bu karlı metanın iyice bollaşmasıyla yerle yeksan olduğu, dünyayı anlamanın yeni yollarını bulma arayışı içinde kendimize döndüğümüz bir çağ bu. (21)

-Başka bir ifadeyle, işlemleme önce kültürün haritasını çıkarıp modeller, sonra da onun kontrolünü devralır. Google önce insanlığın bildiği her şeyi kataloglamaya koyulup, sonra bu bilginin kaynağına, belirleyicisine dönüştü: İnsanların fiilen düşündüğü şey haline geldi. Facebook önce insanlar arasındaki bağlantıların haritasını –sosyal grafik- çıkarmaya girişip sonra bu bağlantıların kurulduğu platform haline geldi ve toplumsal ilişkileri geri dönülmez biçimde yeniden şekillendirdi. Tıpkı göçmen kuş sürülerini bombardıman filoları zanneden bir hava kontrol sistemi gibi, yazılım da kendi dünya modeli ile gerçekliği birbirinden ayırt edemez ve bir kez şartlandığımızda, aynı şey bizim için de geçerli hale gelir. (49)

-Otomasyon yanlılığının temelini teknolojide değil, beynimizin içinde kök salan daha derin bir önyargıda aramamız gerekir. Karmaşık sorunlarla karşılaşan, bilhassa da zaman baskısı altında olan insanlar –hangimiz değiliz ki?- uygulaması ve meşrulaştırması kolay stratejileri tercih edip en az bilişsel çaba gerektiren işlere odaklanmaya çalışırlar. Karar vermekten feragat etme seçeneği doğduğunda, beyin en az bilişsel çaba sarf edilecek kısa yolu seçer ki bu da çoğunlukla otomasyon sistemleri ne diyorsa onu yapmaya denk düşer. Bireysel veya toplumsal düzey fark etmez; işlemleme hem karar verme işini, hem de bunun sorumluluğunu makineye yükleyen bilişsel bir kaçıştır. Yaşam hız kazandıkça makineler çok daha fazla bilişsel görev yerine getiriyor ve bu da sonuçlarına bakılmaksızın bu sistemlerin otoritesini pekiştiriyor. Dünyaya ilişkin kavrayışımızı otomasyon sistemlerinin daima uyarılarına, sundukları bilişsel kestirmelere daha uyumlu hale getirmek için didiniyoruz. Bilinçli düşüncenin yerini işlemleme alıyor. Makineler gibi düşünmeye başlıyor, hatta çoğu zaman düşünmüyoruz bile. (52)

-Çağımızın en ihtilaflı meselelerinden pek çoğunun altında işlemsel düşünme tarzı yatıyor: Bölme, ayrıştırma işlemlemeye dayalı süreçlerin en karakteristik özelliğidir. İşlemsel düşünme daima en düşük bilişsel çabayla elde edilebilecek kolay yanıtlarda ısrar eder. Ama bunun da ötesinde, böyle bir yanıtın var olduğunu, çürütülemeyecek bir yanıta ulaşmanın mümkün olduğunda ısrar eder. Petro-kapitalizmin basit bir komplo teorisi olarak görülmediği durumlarda iklim değişikliği “tartışmalarına” yön veren şey işlemlemenin belirsizlikle başa çıkma konusundaki yetersizliğidir. İster matematiksel ister bilimsel alalım, belirsizlik ile bilinmezlik aynı şey değildir. Bilimsel, iklimbilimsel terminolojide, belirsizlik tam olarak ne bildiğimizin ölçüsüdür. Genişleyen işlemleme sistemlerimizin apaçık gösterdiği bir şey varsa, o da aslında bilmediğimiz ne kadar çok şey olduğudur. (53)

-İşlemleme iklim değişikliğinin hem kurbanıdır hem de destekçisi. 2015’ten bu yana, dünyadaki elektriğin yaklaşık yüzde 3’ünü toplamda bir milyon terbaytlık dijital enformasyonun depolanıp işlendiği veri merkezleri tüketmiştir; ayrıca, toplam küresel emisyonun yüzde 2’sinden de yine bu merkezler sorumludur. Bu rakam, aşağı yukarı havayolu endüstrisinin bıraktığı karbon ayak izine eşittir. 2015 yılında, veri merkezleri toplamda 416,2 teravat saat elektrik tüketmiştir ki bu rakam bütün İngiltere’nin tükettiği 300 teravat saatin bile üzerindedir. (71)

-Uber, Amazon ve diğer pek çok şirkette yöneticilik yapanların ahlakı hakkında ne düşünürseniz düşünün, içlerinden yalnızca birkaç tanesi bu koşulların oluşmasında aktif rol üstlenmiştir. Başka bir deyişle, burada on dokuzuncu yüzyılın haydut baronlarına ve sanayi krallarına dönüşten bahsetmiyoruz. Kapitalist azami kâr ideolojisine teknolojik anlaşmazlığın getirdiği imkanlar eklenmiş, bu sayede çıplak açgözlülüğün üstüne makinenin gayri insani kılığı geçirilmiştir. Amazon ve Uber teknolojik gizliliği silah olarak kullanıyorlar. Amazon’un internet sitesinin ana sayfasındaki birkaç pikselin ardında, sömürülen binlerce işçinin emeği gizleniyor: “Satın al” sekmesine her tıklandığında, gerçek bir insanı harekete geçirip verimli bir şekilde görevini yerine getirmeye yönlendiren elektronik sinyaller gönderiliyor. Bu uygulama, diğer insanlar için ancak bir uzaktan kumanda cihazıdır; gerçek dünyadaki etkilerini görmek neredeyse imkansızdır. (126)

-Samsung’un “akıllı buzdolabı” serisinin en faydalı yönlerinden biri olarak, kullanıcıların market alışverişlerini ve diğer mutfak işlerini paylaşabilmelerini sağlayan Google Takvim hizmetiyle uyumlu olması öne çıkarılmıştı. Tabii bu, pek de güvenli olmayan makinelere erişebilen hackerların kullanıcıların gmail şifrelerini görebilmesi anlamına geliyordu. Almanya’daki araştırmacılar, Phillips’in kablosuz bağlantılı Hue serisi ampullerine kötü amaçlı kod yerleştirmenin bir yolunu keşfettiler; bu kod elektrik tesisatı üzerinden bir binanın, hatta bir şehrin tamamına yayılıp ışıkların hızlıca açılıp kapanmasına neden olabilirdi –ki ürkütücü bir senaryoya göre, bu durum ışığa duyarlı epilepsiyi tetikleyebilir. Bu, Thomas Pynchon’ın küçük makinelerin kendilerini üretenlerin zulmüne karşı büyük bir isyan başlattığı Gravity’s Rainbow adlı eserinde Ampul Byron karakterinin tercih ettiği yaklaşımdır. Bir zamanlar kurgusal olan teknolojik şiddet imkanları, şeylerin interneti sayesinde gerçekleşiyor. (135)

-Gerçeklikte meydana gelen ani kırılma, şu anda ne deneyimliyorsak tam olarak öyle görünecektir belki de: Artan ekonomik eşitsizlikler, ulus devletin çatırdaması ve sınırların askerileşmesi, küresel gözetim ve bireysel özgürlüklere getirilen kısıtlamalar, ulus ötesi şirketlerin ve nörobilişsel kapitalizmin zaferi, aşırı sağcı grupların ve yerlici ideolojilerin yükselişi ile doğal çevrenin tamamen yok olma tehlikesi altında kalması. Bunların hiçbiri yeni teknolojilerin doğrudan bir sonucu değildir; ama hepsi de teknolojinin artırdığı anlaşılması zor karmaşıklığın hız kazandırdığı bireysel ve kurumsal eylemlerin daha geniş, zincirleme etkilerini algılama konusundaki genel bir çaresizliğin ürünüdür. Hızlanma çağımızın anahtar sözcüklerinden biridir. Son yirmi beş otuz yılda, teorisyenler hızlanmacı düşüncenin çeşitli versiyonlarını savunup, topluma zarar verdiği fark edilen teknolojik süreçlere karşı çıkmak yerine –ya el koyup toplum yararına yeni amaçlar yükleyerek, ya da mevcut düzeni yok ederek- bu süreçleri hızlandırmak gerektiğini ileri sürüyorlar. Sağcı nihilist hızlanmacıların aksine, solcu hızlanmacılar otomasyon ve katılımcı sosyal platformlar gibi yeni teknolojilerin mevcut hallerinden farklı biçimlerde kullanılabileceğini ve farklı amaçlara hizmet edebileceğini savunuyorlar. Algoritmik tedarik zincirlerinin iş yükünü, tam otomasyon yüzünden kitlesel işsizliğe ve yoksullaşmaya varasıya artırdığı bir gelecek yerine, tüm işi gerçekten robotların yaptığı ve insanların emeklerinin karşılığında keyif sürdüğü bir gelecek tahayyül ediyor solcu hızlanmacılar –en kaba formülasyonuyla, kamulaştırma, vergilendirme, sınıf bilinci ve toplumsal eşitlik gibi geleneksel sol taleplerin yeni teknolojilere uygulanacağı bir gelecektir bu. (139)

-Teknoloji şirketleri ve yapay zekayla haşır neşir olan diğer şirketler, beklentilerin şişmesinden bizzat kendileri sorumlu olduğu halde, ahlaki bir çatışmaya sebep oldukları zaman iddialarını geri çekmekte hiç vakit kaybetmezler. (148)

-Edward Snowden’ın Laura Poitras’a gönderdiği ilk e-postada yazdığı gibi: “Unutma: Geçtiğin her sınır, verdiğin her sipariş, yaptığın her arama, önünden geçtiğin her baz istasyonu, edindiğin her arkadaş, yazdığın makaleler, girdiğin internet siteleri, yazdığın konu başlığı ve gönderdiğin paket; hepsi erişimde sınır tanımayan ama güvenlik konusunda sınıfta kalan bir sistemin kontrolünde.” Fakat ortalığa dökülüp saçılan onca hikayenin ardından asıl çarpıcı olan şey sistemin kapsamı değildi; her şeyin apaçık ortada olması ve neredeyse hiç değişmemesiydi. Sivil iletişime müdahale etmek için gösterilen yoğun teknolojik gayretlerin varlığı, hiç değilse 1967’den beri, Robert Lawson adında bir telgraf memurunun Daily Express’in Londra’daki ofisine girip araştırmacı gazeteci Chapman Pincher’ın İngiltere’ye girip çıkan tüm telgraf ve telegramların Bayındırlık ve İskan Bakanlığı’na ait bir minibüs tarafından günlük olarak toplanıp Admiralty binasına götürüldüğü ve ancak burada incelendikten sonra postaneye geri getirildiği konusunda bilgilendirdiğinden beri bilinmektedir. Telgraf alıkoymaların, kapalı zarfların kontrol edilmesi ve telefon dinlemelerinin de dahil olduğu çok daha büyük bir operasyonunu parçası olduğunu açığa çıkaran hikaye ertesi gün gazetelerde yerini almıştı. (181-182)

-İklim değişikliği üzerine düşünmek havanın bütün tadını kaçırır; ışıl ışıl bir günü bile varoluşsal bir tehdit haline getirir. Kitlesel gözetim hakkında düşünmek de telefon görüşmelerinin, e-postaların, kameraların ve yastık sohbetlerinin tadını kaçırır. Her gün dokunduğumuz şeylere onun karanlık gölgesi siner. Etkileri gündelik yaşamımızın o kadar derinlerine sızar ki sürekli uzayıp giden o düşünmemeyi seçtiğimiz şeyler listesine ekleyiveririz. Çok üzücü bir durum bu; kitlesel gözetim –hatta gözetimin her türü, delil olarak görülen her imge- üzerine söylenecek, düşünecek çok şey hiç söylenmeden, düşünülmeden kalıyor sonuçta. Küresel kitlesel gözetim, siyasal gizlilik ve teknolojik anlaşmazlık üzerine kuruludur; bu ikisi daima birbirini besler. Hükümetler düşmanlarının yanı sıra kendi vatandaşlarının da her adımını izlerken, hayatın her anını gizlice dinleme kabiliyetleri ağır ve güçlü işlemcilerle –işlemlemenin her evin duvarına, her sokağın köşesine, işyerlerimize ve ceplerimize kadar sızmasıyla- akıl almaz boyutlarda arttı. Teknik olanaklar siyasal ihtiyaçları beraberinde getirdi, çünkü hiçbir siyasetçi rezalet veya ifşaat karşısında gerekenleri yapmamış olmakla itham edilmek istemez. Gözetim yapılıyor, çünkü yapılabiliyor; etkili olduğu için filan değil; diğer bütün otomasyon uygulamaları gibi suçun, sorumluluğun tamamı makineye yıkılabildiği için yapılıyor: Ne varsa topla, gerisini makineler halleder nasılsa. (185-186)

-Giderek daha evrensel bir görüş kazanıyoruz, ama fail statümüz buna eşlik etmiyor. Her geçen gün dünyaya dair daha fazla şey bilmemize karşın, bir şeyler yapma konusundaki aczimiz sürekli olarak artıyor. Bunun yol açtığı çaresizlik, durup varsayımlarımızı gözden geçirmemize vesile olacağı yerde bizi paranoya ve toplumsal ufalanmasının daha derin noktalarına taşıyor: Daha fazla gözetime, daha fazla güvensizliğe, imgenin ve işlemlemenin otoritesini sorgusuz sualsiz kabul edişimizin ürettiği bir durumu düzeltmek için yine imgenin ve otoritenin gücüne, üstelik de hiç olmadığı ölçüde güçlü bağlanmaya itiyor. (192)

-Komplo teorilerinin birçoğu bir tür halk bilgisidir aslında: Mevcut koşullara ilişkin derin, hatta gizli bir farkındalıkla üretilen ve kabul edilebilir bilimsel yollardan ifade edilemeyen şartların bilinçdışı bilgisidir. Böyle farklı biçimlerde dile getirilen açıklamaları dikkate almayı beceremeyen bir dünya –bilimsellikten uzak kamusal panikten tutun da karalama kampanyalarına kadar- çok daha kötü hikayelere kurban gidip hakikati dillendiren lüzumlu uyarıların da sesini duyamama tehlikesiyle karşı karşıyadır. (205)

-Sahte haberler internetin bir ürünü değildir: Aksine, enformasyonu kendi çıkarları doğrultusunda manipüle etmeyi âdet edinmiş kesimler tarafından yeni teknolojilerin manipüle edilmesidir. (241)

-Teknolojinin özü itibarıyla iyi olduğu konusunda tartışmasız kabul edilen her iddia statükoyu desteklemeye ve sürdürmeye hizmet etmektedir. (250)

-“Yeni petrol veridir” sözü ilk kez 2006 yılında, bir süpermarket ödül programı olan Tesco Clubcard’ın mimarı İngiliz matematikçi Clive Humby tarafından kullanılmıştır. (250)

Metis Yayınları, Ağustos 2022 basım, 3.baskı (Orijinal basım 2018)

09 Eylül 2025

YENİDEN GIDA RAPORU – HÜSEYİN KAMİ BÜYÜKÖZER

-Aşağıdaki gıda maddeleri kesin helaldir: İnek, koyun, deve ve keçi sütü; bal; balık; sarhoşluk vermeyen bitkiler; taze veya tabii olarak dondurulmuş meyveler; yer fıstığı, Antep fıstığı, fındık, ceviz gibi kabuklu ve reçineli meyveler; buğday, arpa, pirinç, çavdar, yulaf gibi taneli gıdalar. Sığır, deve, koyun, geyik, tavuk, ördek gibi hayvanların ve av kuşlarının etleri de helaldir. Ancak İslami usule göre kesilmiş ve avlanmış olmaları şarttır. (49)

-Hz. Ömer’in oğlu Abdullah (ra) der ki: “Kişinin mürüvveti yemeğini helalden temin edip dostlarına ikram ve ihsanıdır.” (57)

-Katkı maddelerinin kullanma gayelerini şöylece sıralayabiliriz:

1-Koruyucu olarak gıda maddesinin bayatlama, kokuşma, bozulma vs olaylarını geciktirmek için. Benzoik asit, sodyum benzoat gibi.

2-Normalde birbirleri ile karışmayan veya zor karışan maddeleri birbirine bağlayıcı olarak bu maddelerin emülsiyonunu kolaylaştırmak için. Lesitin vb gibi.

3-Koyulaştırıcı olacak. Agaragar, jelatin vb gibi.

4-Renklendirici olarak gıda maddelerinin göze hoş gözükmesi için kullanılan boya maddeleri. Karmen vb gibi.

5-Tat vericiler, aromalar. Damağa lezzet vermek için kullanılır. Vanilya, vanilin vb gibi.

6-Besin değerini korumak veya geliştirmek için.

7-Tatlandırıcılar. Aspartam vb gibi.

Bugün toplam 3500 cins katkı maddesi dünya piyasasında gıdalarımıza katılmak üzere pazarlanmaktadır. (72-73)

-Haram olduğu kanıtlanmadıkça eşyanın aslı temizdir. Ancak ette durum farklıdır, helal olduğu kanıtlanıncaya kadar o et haram kabul edilir. (179)

-İnsan bedeni hayatiyetini devam ettirirken 1300 civarında enzimle çalışır. Enzimler vücut makinemizi her an problemsiz bir şekilde faaliyette tutmakta çok önemli roller oynarlar. Vücudumuzun dışında yaşamı kolaylaştırmak ve çeşitlilik sağlamak için de enzimlere ihtiyaç vardır. Çamaşırlarımızdaki organik kirleri özel bir enzim yardımı ile temizleyebiliyoruz. Meyve sularını özel bir enzim yardımı ile sirkeleştirebiliyoruz. Hamurların mayalanması, sütün kestirilerek peynir ya da yoğurt yapılması yine enzimler yardımı ile sağlanabilmektedir. (194)

-1966-1968 yıllarında yedek subaylığını yaptığım AR-GE dairesinde bulunduğum bir dönemde biyoloji laboratuarında yapılan kobaylar üzerinde 6 ay boyunca sıra ile margarinli, tereyağlı, soya yağlı ve zeytinyağlı gıdalar verildi. Daha sonra kobayların karaciğerleri çıkartılarak incelemeye alınır. En çok tahrip olmuş karaciğer margarinle beslenen kobaya ait, bunu soya yağı ile beslenen kobay, bunu da tereyağı ile beslenen kobay takip ediyordu. En az tahrip olmuş karaciğer ise zeytinyağı ile beslenen kobaylara ait idi. (237)

-Standart vejetaryen yemekler, büyükbaş hayvan eti, kümes hayvan eti, balık, mandıra ürünleri ve yumurta gibi hayvani hiçbir madde ve katkı ihtiva etmezler. Bununla beraber alkol ihtiva edebilir. Eğer alkol ihtiva etmeyen vejetaryen yemekler bulunursa helal kabul edilebilir. Başlangıçta, vejetaryen yemekler, et yemeyen insanlar için hazırlandı. Bu anlayıştaki vejetaryen yemekler helaldir.  (330-331)

-Çikolata likörü çikolata, şeker ve diğer katkılardan oluşan bir tatlıdır. Şekerlemelerde, içeceklerde ve diğer çikolata tadı verilmiş ürünlerde kullanılır. Hiçbir şekilde alkol ihtiva etmezler, böylece haram değildir. Ancak likörlü çikolata ifadesinde geçen likör ise alkollü bir içeceği belirtir ki bu haramdır. Bu iki ifade de sıkıntı Türkçe yazılımdan kaynaklanmaktadır. Bu iki likör de İngilizcede farklı yazılıp birbirine yakın bir vurgu ile okundukları halde Türkçe’de aynı okunup aynı harflerle yazılıyor. Aslında çikolata likörü “Liquor”, alkollü likör ise “Liqueur” şeklinde yazılmaktadır. (335)

-Ne küp şekerde ne de beyaz kristal şekerde herhangi bir katkı maddesi bulunmamaktadır. (340)

-Gıdalarda akrilamidin oluştuğu sıcaklıklar tam olarak bilinmemektedir. Mamafih, gıdaların haşlama sıcaklığı olan 120 C’nin altındaki sıcaklıklarda hazırlanmış gıdalarda, bugüne kadar akrilamide rastlanmamıştır. (362)

-Gazozlarda az da olsa, niçin etil alkol bulunabilir? Sade gazozlar da dahil, bütün gazozlarda tat veya koku verici esanslar kullanılır. Bu esanslar, yağ cinsinden maddeler olup, suda çözünmezler. Bunları suda çözünür hale getirmek için hem su ile hem de yağlarla tam olarak karışabilen “ara çözücüler”e ihtiyaç olur. Bu hususta en bol, en ucuz ve en yaygın olarak kullanılan “ara çözücü” de etil alkoldür. Etil alkol bunun için gazozların terkibine girer. (380-381)

-King’s College London araştırmacılarından Prof.Lynne Fraser’in açıklamasına göre soya ağırlıklı gıdalar yiyen kadınlar hamile kalabilme şanslarını azaltmaktadırlar. Bu sebeple bilhassa ay içinde hamile kalabilmenin en verimli günlerinde bu gıdalardan uzak durmalıdırlar. Prof. Lynne Fraser, soyada bulunan “genistein” maddesi ile temas içerisinde girerse erkek sperminin buluşma noktasından hızla geçip gittiğini tesbit ettiğini belirtiyor. Laboratuar testleri soyanın, kadının yumurtaları ile spermi buluşturmaya izin veren mekanizmanın kimyasal yok oluşunu doğal olarakmeydana getirdiğini teyid etmektedir. Ekip soya diyetine tabi tutulan fareleri çiftleştirerek teoriyi test etmektedir. Bu durumdaki kadınların soya sosu, soya sütü ve benzeri ürünler tüketmemesi gerektiğini belirten Fraser, bu ürünlerin kadının doğurganlığını olumsuz etkilediğini kaydetti.(436)

-Bozada alkol var mı? Evet var. Peki miktarı nedir? %2-6 arasında değişir. Bekletme zamanı uzadıkça da bu miktar artar. Kefirde söylediklerimiz boza içinde geçerlidir. Çünkü her ikisinde de fermantasyon olayı söz konusudur. Şişelenerek günlerde satıcı raflarında bekletilmesi ise alkolleşme riskini daha da artırır. Tarihi bilgiler bozanın, biranın ilk örneği olduğunu göstermektedir. Alkollü içki olarak kabul ettiğimiz birada alkol oranı, biranın cinsine göre %4-13 arasında değişmektedir. Alkollü içkilerin yasak edildiği IV.Murat döneminde, meyhanelerin yerine yüzlerce bozacı dükkanının açılması üzerine halk arasında yayıldığı söylenen “meyhanecinin şahidi bozacıdır” tekerlemesi manidar değil midir? Ayrıca ne boza, ne kefir ne de kımız Müslümanların milli içkisi değildir. Harama düşmemek için şüpheliden uzak durmak ise Müslümanın en önemli şiarlarından biri olmalıdır. (462)

-Meyveler, yemek öğünlerinden önce yenmelidir. Meyveyi bu şekilde yerseniz, kilo vermede ve diğer yaşam aktiviteleri için gerekli enerjinin önemli bir miktarını karşılamada meyveler büyük bir rol oynamış olur. (475)

-Hızlı pişirme yöntemleri (mikrodalga gibi) sakıncalıdır. Dondurulmuş yiyecekleri fazla tüketmeyin. Konserve yiyecekleri ise mümkünse hiç yemeyin(ev konserveleri hariç). Daha çok toprak (güveç) cam ya da bakır kapları tercih edin. Emaye ve çelik tencere daha sonraki tercihlerdir. Teflon ve alüminyum kesinlikle kullanılmamalıdır. (540-541)

GİMDES, 12.baskı, 2023 basım.

06 Eylül 2025

BENDEN TARİHE HABERLER – KADİR MISIROĞLU

 MÜNİP HAYRİ ÜRGÜPLÜ (1905-1979)

-Burada şunu söyleyeyim ki, ben Abdülkadir Es Sufi’yi 1969 senesinde Norwich’teki evinde ziyaret etmiş ve O’nun Müslüman oluş hikayesiyle Norwich’ten İspanya’ya uzanan faaliyetleri hakkında bilgi edinmiştim. O bir halı tüccarı olarak Fas’tan devamlı surette mal almaktayken Müslümanlarla teması neticesinde Müslüman olduğunu anlatmıştı. Norxich’te bir cami tesis etmiş ve cemaat oluşturmuştu. Günün birinde buraya merak saikıyla yolu düşen birkaç İspanyol hippisini İslam’a kazandırdıktan sonra onların teşvikiyle İspanya’ya intikalle burada takdire şayan hizmetler ifa etmeye başlamıştır. (24-25)

-Münip Hayri Bey, Sebil dergimizin ilk sayısı yayınlandıktan (2 Ocak 1976) birkaç gün sonra yazıhaneme geldi. Bu dergide Kazım Karabekir Paşa’nın henüz yayınlanmamış olan hatıralarından bir bölümü “Nasıl Hristiyan Olacaktık?” başlığı altında nakletmiştik. Bunu okumuş. Bununla ilgili olarak yayınımızı teyiden şunları anlattı: “Ben bu meseleyi bir zamanlar Millet Partisi’nin reis-i umumiliğini yapmış olan Dr.Mustafa Kentli ile konuşmuştum. O Hristiyanlığı kabul maksadıyla bu dini incelemek üzere kurulan heyette vazifeliymiş. Bana dedi ki: “Ben çalışmalarına altı ay kadar devam eden bu heyette başından sonuna kadar bulundum. Hristiyanların asli kaynaklarını inceleyerek bu dinin muhtelif meselelerdeki görüşlerini tesbit ediyorduk. Zaman zaman M.Kemal Paşa bizi çağırarak falan, filan meselelerde Hristiyanlığın görüşü nedir diye soruyor biz de o ana kadar yaptığımız incelemelerin neticesini arz ediyorduk. Bazen bu meseleyi henüz incelemedik diyerek müteakib çağırmasından önce o meseleyi anlamaya çalışıyorduk. Umumiyetle aldığı cevaplardan memnun olmuyor yüzünü ekşitiyordu. Bazen de söylediklerimize inanası gelmiyor: “Böyle bir saçmalık olmaz, medeni insanlar böyle bir şeye nasıl inanır?” tarzında cevaplar veriyordu. Nihayet bir gün bizi yine huzuruna çağırdı. Tepeden tırnağa hıristiyanlığın muhtelif meselelerindeki görüşlerini hülasaten naklettik. Bunun üzerine: “Bırakın bu işi bu bizimkinden de b.. imiş” diyerek çalışmamıza son vermemizi istedi. Bu heyet Hariciye Vekaleti bünyesinde teşekkül ettiği için çalışmamıza dair evrakı bakana teslim ettik. O da bunları arşive kaldırdı.” (30)

HAMZA OSMAN ERKAN (1897-1968)

-Şeyh Şamil’in damadlarından Medine muhafızı Osman Paşa’nın oğludur. Cenevre Üniversitesi ile Paris’teki Yüksek İktisad mektebi mezunudur. Osmanlı Bankası’nın Paris şubesinde memuriyete başlamış sonradan Osmanlı Bankası ve Türkiye İş Bankası şube müdürlüklerinde bulunmuştur. Osmanlı‘nın son döneminde İttihat ve Terakki Partisi’nin kurduğu “Teşkilat-ı Mahsusa” adındaki istihbarat teşkilatında vazife almıştır. Birinci Dünya Savaşı sonlarına doğru Kafkas muhacirlerinin Irak’ta oluşturdğu “Osmancık Gönüllü Taburuénda fiilen İngilizlerle çarpışmıştır. Irak’ta Mentefek emini Uceymi Sadun Paşa’nın (7.dipnot/ Tafsilat için bkz. Kadir Mısıroğlu, Filistin Dramı’nın Düşündürdükleri, sf.78 vd.) biz Irak’tan çekildikten sonra Osmanlı sancağı altında İngilizlerle yaptığı mücadeleyi anlatan yegane görgü şahididir. (8.dipnot/Tarih Konuşuyor Dergisi, İstanbul, Temmuz 1964, s.4, sh:488 vd.) O’nun savaş hatıralarını anlatan “Bir Avuç Kahraman” (İstanbul 1946) adıyla yayınlanmış bir kitabı da vardır. Başta Resimli Tarih Mecmuası olmak üzere gazete ve dergilerde yazılmış birçok yazısı vardır.(42)

SÜLEYMAN FAİK ŞAHİNBAŞ (?-1982)

-Sultan Vahideddin’in seryaveri Ahmed Avni Paşa (1876-1934)’nın oğludur. Babasıyla beraber sürgünlerde dolaştıktan sonra İstanbul’da yerleşmiştir. Benimle görüşmeye başladığı zaman bir fabrikada muhasebecilik yapmaktaydı.

-O Cemal Kutay ki, ahir ömründe kendisinin Şamanist olduğunu iftiharla nakletmiştir. (14.dipnot/ Tarih ve Düşünce Dergisi, Mart 2000, sayı:3, sh.17 vd.)(54)

CELAL TÜRKGELDİ (1891-1966)

-Mabeyn başkatibi Ali Fuad Türkgeldi’nin oğludur. İstanbul Hukuk Fakültesi mezunu olup çeşitli adli vazifelerde bulunmuştur. 9. ve 10.dönem İstanbul milletvekilliği yapmıştır. (65)

İSMAİL HAKKI OKDAY (1881-1977)

-Son sadrazam Tevfik Paşa’nın oğlu olan İsmail Hakkı Okday 1881 yılında babasının büyükelçi olarak bulunduğu Atina’da doğmuştur. Bu aile aslen Kırım asıllıdır. Annesi İsviçre doğumlu bir Protestan hanım olan Afife Hanım’dır. Bir miktar Galatasaray Lisesi’nde okumuşsa da Harbiye’ye girerek subay çıkmıştır. Ayrıca Prusya Harp Akademisi’nde eğitim görmüştür. (69) Sultan Vahideddin’in kızı Fatma Ulviye Sultan’la evlenmiş, bu evlilikten Hümeyra Hanım Sultan dünyaya gelmiştir. (69)

-Başka bir seferinde Sultan Vahideddin’in M.Kemal’in Anadolu’ya gönderilişi esnasında olup bitenlere dair ne bildiğini sormuştum. O cevabında padişah’ın M.Kemal’i güçlükle ikna ettiğini söylemiş ve M.Kemal Paşa’nın Nutku’nda bile bunun nef’i (sürgün) ve teb’id (uzaklaştırma) sandığını zikrettiğini ifade etmişti. O sırada M.Kemal’in İstanbul’da kalarak Harbiye Nazırı veya sadrazam olmak yolunda faaliyette bulunduğunu Mondros Mütarekenamesini imzalayan İzzet Paşa kabinesinin azli üzerine yeni hükümeti kurmaya memur edilen babasının kurduğu hükümetin mecliste güvenoyu almaması için gayret sarfetmiş bulunduğunu ifade etmiştir ki; bunların hepsi doğruydu. (73)

TARIK MÜMTAZ GÖZTEPE (1891-1977)

-Tarık Mümtaz Bey 1891 yılında İstanbul’da doğmuş olup Kafkas asıllıdır. Kara Harp Okulu’nu bitirerek topçu subay olmuştur. 9.harbiye nazırı ile sadrazam Damad Ferid Paşa’nın yaverliğinde bulunmuştur. 1919-1921 yılları arasında aylık “Ümid” isimli bir edebiyat dergisi çıkarmıştır. Eskilerin tabiriyle “sâhibüsseyf-i vel kelam” bir zattı. Yüz ellilik listesine dahil edilerek yurt dışına çıkmak mecburiyetinde bırakılmıştır. Önce Bulgaristan’a gitmiş, buranın Eskicuma şehrinde “Rumeli” adlı bir gazete çıkarmıştır. Bu gazeteye Aşık Garip, Muhacir Baba gibi takma adlarla yazılar yazmıştır. Sonra Suriye’ye geçmiş burada henüz bize intkal etmemiş olan Antakya Lisesi’nde spor muallimliği yapmış ve böylece geçinmeye çalışmıştır. Gurbete çıkarken cebinde sadece yüz lirası varmış. O da Sultan Vahideddin’in Ümid Dergisi için kendisine verdiği abone parasıymış. (19.dipnot/Tıpkı kendisi gibi yüz elliliklerden olan Refik Halid Karay da benzer bir durumdaymış. O da hatıratında şöyle diyor: “Vahideddin Han’ın yazılarımı lezzetle okuduğunu bilmem başka fasıllarda yazdım mı idi? “Ay Dede” çıkarken bana abone bedeli olarak iki yüz lira göndermişti. Parayı bir tarafa atıp saklamıştım. İstanbul’u terk ederken vapur biletimi padişahın o yüzerlik iki banknotuyla tedarik ettim. Bu acayip bir tesadüftür. (Refik Halid Karay, Minelbab İlelmihrap, İstanbul, 1964 basım, sf.212) Şam’a giderek burada “Musavver Sahra” isimli bir mecmua çıkarmış, sonra Kuneytra’da Adigece,Fransızca, Arapça ve Türkçe lisanlarıyla yayınlanan Marg gazetesini ardından 1928-1931 yılları arasında Hacivat Karagöz’ü (1933) İskenderun’da ise Ayyıldız isimli gazete ve dergiler çıkarmıştır. Yüzelliliklerin afvından sonra Türkiye’ye gelerek Yeni Sabah, Zafer, Yeni İstanbul, Tasvir ve Yeni Köylü gibi gazetelerde çalışmış; Ankara’da 1965 yılında “Kadı Emmi” adıyla bir köylü gazetesi yayınlamaya başlamıştır. Denilebilir ki; askerlikten çok gazetecilik ve yazarlık yapmış olan Tarık Mümtaz Göztepe, Ankara’da 1977 yılında vefat etmiştir. (81-82-83)

SALİH NİGAR KERAMET (1885-1987)

-1848 Macar İhtilali’ne Osmanlı Devleti’ne sığınmış bulunan Macar Osman Paşa’nın torunudur. Salih Nigar Keramet, Türk Edebiyatı’nın şairelerinden meşhur Nigar Hanımın oğlu idi. (92) 1.Cihan Harbi başladığında ateşe olarak tayin edildiği Viyana’da İtalyan asıllı bir hanımla evlenmiştir. Viyana dönüşü Abdülmecid Efendi’nin hususi katipliğini yapmış, hanedan yurtdışına çıkarılınca onunla birlikte önce Cenevre’de sonra da Paris’te yaşamıştır. 1944 yılında Abdülmecid Efendi Paris’te vefat edince onun teçhiz ve tekfiniyle alakadar olarak Paris Camii’nde tahnid edilmiş, cesedini Türkiye’ye nakletmek için takriben on sene uğraşmışsa da muvaffak olamayarak sonunda Abdülmecid Efendi’nin naşı Medine’ye nakl olunarak Cennetülbaki’ye defnedilmiştir.(92-93)

CELAL BAYAR (1883-1986)

-Bunun üzerine kendisine bir iki sual tevcih ettim. Bunlardan biri şuydu: “Milli Mücadele esnasında Ruslar’dan alınan beş milyon rublelik yardımın beş yüz bininin silah alınması maksadıyla Almanya’ya çıkarıldığı bu iş için oraya gönderilen Nuri Conker’in de bu parayı bir tek mermi satın almaksızın kamilen fahişelerle yediği söylenmektedir. Bu hadisenin Meclis’e intikali sebebiyle siz bu meseleyi tahkik maksadıyla Almanya’ya gönderilmişsiniz. Bu doğru mu?”; “Evet tamamıyle doğrudur.”; “Peki tahkikatınızın neticesi ne oldu? Hakikaten Nuri Conker o sıkıntılı zamanda bu parayı silah almayarak hovardalıklarda mı harcamıştır?” Yine cevap verdi: “Evet tamamıyle öyledir. Ben bu husustaki raporumu Atatürk’e sundum.” Sözün burasında derhal sordum: “Nuri Conker’e bir şey yapıldı mı?” , “Hayır yapılmadı. Bu mesele örtbas edildi.” Dedi. Tabii bu hıyaneti örtbas eden M.Kemal Paşa’nın kendisiydi. Ama onun hassasiyetini bildiğim için bir şey söylemedim. Nuri Conker Selanik’ten M.Kemal Paşa’nın çocukluk arkadaşıydı. Onun bu denaetine koruyucu M.Kemal olunca kim karşı çıkabilirdi? (102-103)

-Bu mevzudaki muhtelif kaynakların karıştırılmasından ortaya çıkan gerçek şudur: Ruslar harp bitene kadar her sene iki taksitte ödenmek üzere “on milyon ruble” vermeyi vaat etmişlerdi. (29.dipnot/ Bkz. Yusuf Kemal Tengirşenk, Vatan Hizmetinde, İstanbul 1967, sh.229’da: “Muahede ile beraber malumumuz olan iki beyanname teati edilen zamanda Çiçeron tarafından Türk Hey’eti Murahhasası Reisi’ne hitaben Rusya Cumhuriyeti Hükümeti’nin 1921’den itibaren Türkiye’ye ihtiyacat-ı iktisadiyesi için her sene altın olarak on milyon ruble vereceğini mutazammın bir mektup alındı. Paranın beş milyonu derhal yola çıkarılacaktır” demektedir. “Silahların gönderilecek ilk kısmının takarrur eden listesini de iki güne kadar Hariciye Komiseri, sefir Paşaya resmen tebliğ edecektir…”demektedir.) Fakat bunun ilk taksidi olan sadece “beş milyon”unu fiilen ödemişlerdir. (30.dipnot/Ali Fuad Cebesoy da Yusuf Kemal Bey’i teyiden: “Moskova Muahedesi’nden sonra Ruslar vaadlerini yerine getirmeye başlamışlar, bir miktar harb malzemesi ile “on milyon rublelik altının yarısını göndermişlerdi.” Fakat Gümrü’yü vaktinde boşaltmamamız ve Gürcistan dahilinde Ahıska ve Batum’u muvakketen işgal etmemiz üzerine Hariciye Komiserliği’nde lehimize dönen hava birdenbire değişmişti. Yeniden türlü türlü müşkülat çıkarmışlardı. Mesela yardım nakliyatını durdurmuşlar, esirlerimizin toplanmasında çok lakayt davranmışlardı…” demektedir. Bkz. Moskova Hatırları, İstanbul, 1955 basım, sh.154-155) Bunun da bir kısmı silah temini için Almanya üzerinden, mütebakisi doğrudan doğruya verilmiştir. Tabiatiyle miktarı hakkında muhtelif rivayetler mevcud olan bir miktar da silah ve askeri malzeme alınmıştır. Ruslar 1921 yılından itibaren her sene vermeyi taahhüd ettikleri halde ilk yılın taahhüdünü yüzde elli eksik olarak ifa edip beş milyon ruble ödedikten sonra bir daha asla hiçbir şey vermemişlerdir. Çünkü gaye Türkiye’ye ciddi ve hayati bir destek sağlamak değil, bir müddet için bu niyeti taşıyormuş gibi görünerek yukarıda ifade edilen avantajları sağlamaktı. İşini gördükten sonra niçin yardımına devam etsin? Moskof için verilen sözün bir kıymeti mi olur? (108-109)

-Tekrar Celal Bayar bahsine avdet edersek ona başka bir sual sordum: “İkinci İchan Harbi esnasında Almanlar işgal ettikleri on iki adayı bize devreip çekilmek istemişler ancak o sırada Başvekil olan Şükrü Saraçoğlu, İnönü’nün direktifiyle bu talebi reddetmiş” deniyor. Bu hususta sizin bildiğiniz bir şey var mı?” Bu suale cevaben dedi ki: “Evet malumatım var. Ben reis-i cumhur seçildiğim zaman arkadaşlarla beraber Çankaya Köşküne gittik. Bu o sıfatla bu köşke ilk girişimdi. Odaları gezip sathi bir müşahede maksadıyla bina dahilinde dolaşırken yarı açık bir çekmece gördüm. Bu çekmecenin içinde bazı evrak vardı. Bunlara bir göz atınca dosyalardan birinin bu meseleye dair olduğunu görerek ayaküstü o dosyayı bir nebze tetkik ettim. Gördüm ki, Saraçoğlu o sırada Kars’ta bulunan İsmet Paşa’ye bir telgraf çekerek bazı Alman subaylarının kendisine müracaatla on iki adadan çekilmek üzere buluduklarını uzun süren harp dolayısıyla buradaki halkın kedi-köpek yemek derecesinde açlık çektiğini bu sebeple buraları Türkiye’ye teslim ederek çekilmek istediklerini bildiriyor ve; “Ben kendilerine yurtta sulh cihanda sulh prensibimizle red cevabı vermek düşüncesindeyim. Tensib-i alinizi acele bildrimeniz” tarzınd aşifreli bir telgrafı okudum. Zira bu şifreli telgrafın çözümüyle birlikte red cevabı da ekli bulunmaktaydı. İsmet Paşa’nın cevabi telgrafında: “Düşünceniz mahz-ı isabettir. Ne kimseye bir çakıl taşı verir,  ne de kimseden bir çakıl taşı isteriz.” tarzındaydı. (117-118)

-M.Kemal Paşa ve etrafındaki kadro onun hayatındaki bütün çirkinliklerine vakıftırlar. Fakat onun otoritesiyle din karşıtı tavırların takviyesi gerekçesiyle bunların asla ortaya çıkmasına rıza göstermemişlerdir. Bu durum bize ahlak ve karakterimizden kayıpların yirmi dört milyon metrekarelik arazimizin ziyaından daha fazla ve egemmiyetli bir kayıp olduğunu göstermektedir. Bununla beraber millet içinde Ali Şükrü Bey, Lütfi Fikri Bey emsali mücessem karakterli insanlar da yok değildir. Fakat biz kendisinden böyle bir sadakat umulmayan iki mütevazi insandan burada bahsetmek isteriz. Sultan Vahideddin merhum Türkiye’yi terk ederken yegane mülkü olan Çengelköy’deki köşkünü iki harem ağasına temlik etmişti. O haremağaları birisi Üsküdar’da diğeri ise Kadıköy’de milli piyango bileti satarak hayatlarını idame ettirirlerdi. Bu mülkü satmayı asla düşünmemişlerdi. Ben bu her iki haremağasını da zikrettiğim yerlerde bilet satarken görmüştümç ama onların Çengelköy’deki Vahideddin köşkünün tapusuna hamil olduklarını bilmiyordum. Sonradan hanedan mensuplarından öğrendiğime göre bu iki vefakar Habeşli 1952 yılından hanedanın kadın kısmı Türkiye’ye kabul edilince Sultan Vahideddin’in yegane varisi olan Ulviye ve Sabiha Sultan’ı bularak üzerlerinde emanet olan bu mülkü onlara bilabedel devrederek kendileri bilet satarak geçimlerini sağlamaya devam etmişlerdir. (139)

ŞEHZADE MEHMED ABİD EFENDİ (1905-1973)

-1905 yılında Yıldız Sarayı’nda doğan Şehzade Mehmed Abid Efendi, Sultan II.Abdülhamid merhumun en küçük evladıdır. Dört yaşında babasıyla birlikte sürgüne gitti. Onunla birlikte İttihatçıların intikam almak kasdıyla hapsedildikleri Selanik’teki Yahudi asıllı Alatini Birederlerin köşkünde yaşadı. Sultan Abdülhamid’in 10 Şubat 1918’de Beylerbeyi Sarayı’ndaki vefatı anına kadar yanında kaldı. 1924’te bu hanedan sürgüne gönderildiğinde 19 yaşındaydı. Paris’te Hukuk Fakültesi ve Şark dilleri Farsça bölümünü bitirdi. 1936 yılında Arnavutluk kralı Ahmet Zogon’un kızkardeşi Prenses Seniye Hanım ile evlendi. 1948 yılında anlaşamayarak boşandığı bu hanım onun adına Amerikan bankasına yirmi bin dolar yatırdı. Bu boşanmadan sonra Paris’te mali sıkıntıya düçar olduğu halde bu paradan bir kuruş kullanmadı. Seyyar jilet, traş sabunu gibi şeyler satarak hayatını geçirdi. Zaruretini haber alan yeğenlerinden birinin daveti üzerine Beyrut’a gidip burada yaşamaya başladı. Ben kendisiyle 1971 yılında Beyrut’ta tanıştım. Bir talebe yurdunda kalıyordu. 1973 yılında Beyrut’ta sokak ortasında bir kalp sektesinden vefat ettiği zaman cebinde sadece 35 kuruş Lübnan parası ile bir de boşadığı hanımın onun adına Amerikan bankasına yatırdığı yirmi bin doların banka cüzdanı vardı. Cenazesi Şam’a nakledilerek Sultan Selim Camii haziresindeki hanedana mensup şahsiyetlerin yanına defnedildi. Gerçekten ismi gibi abid ve zahid bir şahsiyetti.  (143-144)

ŞEHZADE MAHMUD ŞEVKET EFENDİ(1901-1973)

-İngilizlerin 16 Mart 1920 tarihinde İstanbul’daki Meclis-i Mebusan’ı basmaları M.Kemal’le Rauf Bey’in Sivas’ta kararlaştırmaları üzerine gerçekleşmiş olup ondaki gaye siyasi faaliyet merkezi olarak İstanbul yerine Ankara’nın ortaya çıkmasını sağlamaktı. Rauf Bey’in son Osmanlı Meclisi’ni İngilizleri bu hususta ikna ederek dağıttırmış olduğuna ait gerçeğin tafsilatını öğrenmek isteyenler Cemal Kutay’ın “Tair hKonuşuyor” isimli eserinin birinci cildinin 152.sahifesine bakabilirler. Yalnız Fransız mebusu Andre Fruburg’a atfen yapılan bu ifşaat bütün yazılarında M.Kemal Paşa’yı tebriye etmek gayretkeşliğinden kurtulamayan Cemal Kutay tarafından binbir teville ve bugüne göre tefsir edilerek takdim edilmektedir. Bu adamlar, Osmanlı Devletini yıkmayı ve bu iş için ecnebilerle işbirliği etmeyi ne yazık ki hala vatanseverlik olarak gösterebilmektedirler. Ayrıca bu kararın daha Sivas’ta M.Kemal Paşa’nın riyaseti altında kumandanlar vesair kimselerden müteşekkil bir grup tarafından alınmış olduğu Feridun Kandemir’in Rauf Orbay’la mülakatlarını aksettiren adı geçen eserin 45.sahifesinde de serahaten ifade edilmektedir. Bu gerçeği M.Kemal Paşa’yla hayatının sonuna kadar beraber bulunmuş olan Hasan Rıza Soyak da aynen kabul ve itiraf etmektedir. (46.dipnot/Hasan Ruza Soyak, Atatürk’ten Hatıralar, İstanbul, 1973 basım, Cilt:1, sh.126-127) (164-165)

-Onun bu kudret ve dirayetini meşhur şair Hüseyin Siret 7 Mart 1945 tarihinde, Kahire’de kendisine “Kargalar” isimli kitabını imzalayıp verirken, kitabın üzerine yazdığı şu kıt’a ile en güzel bir surette ifade etmişti:

“Demiş evvelce Kemal, Han-ı Murad hakkında

Şanlı şehzademi hürriyete aşık buldum

Ben de irfan ü hamiyyette, vatan aşkında

Hanedanın topuna Şevket’i faik buldum…” (175)

ŞADİYE OSMANOĞLU (1886-1977)

-Sultan Abdülhamid Han’ın kızı olan Şadiye Sultan 1886 yılında Yıldız Sarayı’nda doğmuştur. Annesi Emsal-i Nur Kadınefendi’dir. 1910 yılında Galip Paşazade Fahir Bey ile evlenmiş; bu evlilikten Samiye Hanım Sultan adında bir kızı dünyaya gelmiştir. 1924 yılında hanedanın yurt dışına sürülmesiyle kızıyla birlikte Fransa’da yaşamaya başlamıştır. Kocası 1922 yılında öldüğünden Fransa’da Reşad Halis Bey ile evlendi. Reşad Halis Bey de dört yıl sonra vefat edince kızı bir Amerikalı ile evlendiğinden onunla birlikte Amerika2ya gidip New York’ta yaşamaya başladı. Burada “Hayatımın Acı ve Tatlı Günleri” ismiyle hatıralarını yazdı. 1952 yılında hanedanın kadın kısmının vatana avdeti sağlanınca Türkiye’ye geldi ve bu eser 1966 yılında İstanbul’da tab edildi. Gerek gurbette ve gerekse Türkiye’de büyük zaruret içinde yaşamış olan Şadiye Osmanoğlu, Şekerci Hacı Bekir’in kendisine tahsis ettiği Cihangir’deki küçük bir evin iki odasında yaşamaya başladı. Hacı Bekir’in bu ikramına ilaveten İlim Yayma Cemiyeti’nde büyük hizmetler sebkat etmiş bulunan merhum Vehbi Bilimer de kendisine ayda 500 lira tahsis etti. Bununla kut-ı layemut (ölmeyecek kadar) yaşayan Şadiye Osmanoğlu 1977 yılında bu evde vefat etti. (229-230)

FETHİ SAMİ BALTALİMANLI (1909-2006)

-1 Şubat 1909’da İstanbul’da Baltalimanı Sarayı’nda doğan Sultanzade Fethi Sami Bey, Sultan Abdülhamid merhumun kız kardeşi Mediha Sultan’ın torunudur. Hamdullah Suphi Tanrıöver’in amcası Necip Paşa ile evlenişti. Ondan yakın tarihimizde siyasi faaliyete çokça karıştığı için “Prens Sami” diye anılan bir oğlu olmuştu. Necip Paşa daha sonra bir deniz kazasında vefat ettiği için dul kalan Mediha Sultan bu defa meşhur Damad Ferid Paşa ile evlenmiş, Sultan Abdülhamid merhumun Koca Reşis Paşa’dan şahsi parasıyla satın aldığı Baltalimanı Sarayı’nı ona hediye etmesiyle orada yaşamaya başlamıştır. Mediha Sultan’ın Ferid Paşa’dan hiçbir çocuğu olmamıştır. Ancak Necip Paşa’dan olma Prens Sami Bey’in Bahaedin Sami, Rükneddin Sami, Fethi Sami, Saip Sami, Mahmdu Sami(halen hayatta) olmak üzere beş erkek ve iki de kızı dünyaya gelmişti. Batı’daki “prens” kelimesi “şehzade” karşılığı olduğu halde Sami Bey, aynen Prens Sabahaddin misalinde olduğu gibi galat olarak prens sözüyle anılmıştır. Hatta bizim basında onun evladlarının dahi bu nam ile anıldığı görülmüştür. Halbuki bir kimsenin şehzade karşılığı prens olarak anılması için babasının hanedan mensubu olması lazımdır. Baba hariçten ana hanedandan olursa o çocuğu babasına nisbetle “beyzade” anasına nisbetle ise “sultanzade” denilir. Onun çocukları ise hanedanla alakasızdır. Nihayet ortada sadece bir akrabalık münasebeti vardır. Bu sebeple ne Sami Bey’in ne de çocuklarının prens olarak anılmaları doğru değildir. (246-247)

-Bu sözler doğru olmalıdır. Zira ben İbrahim Sabri Bey’den de bu bilgileri teyid eden şu sözleri Beyrut’ta dinlemiştim: “Sultan Vahideddin merhum büyük bir fıkıh alimiydi. İşgal zamanında Boğazlıyan kaymakamı Kemal Bey hakkında Ermeni Tehciri dolayısıyla Nemrud mustafa Divan-ı Harbi tarafından idam kararı verilmişti. Bu kararın infazı için padişahın tasdiki gerekiyordu. Babam bu kararı tasdik ettirmek için Sultan Vahideddin merhumun huzuruna çıkmış, merhum Vahideddin bunu imzalamakta direterek bir yığın fıkhi delil ileriye sürmüş. Babam Mustafa Sabri fıkhen cevaz bulunamayan bu mesele hakkında en nihayet merhuma demiş ki: “Efendimiz biz burada işgal kuvvetlerinin esiri durumundayız bu hükmün tasdikini onlar istiyor ve bekliyorlar. Biz şu anda hür değiliz ki böyle bir işin fıkhi bir cevazı olup olmasığı mevzuu bahis olsun. Bu sözler üzerine merhum Vahideddin: “Haa, öyle söylesene!” demiş. Bunları anlatan babam diyordu ki: “Merhum Sultan Vahideddin’in bu mesele üzerindeki görüşmemizde sergilediği fıkhi malumata hayran oldum. Diyebilirim ki; hayatımın en çetin fıkhi imtihanını verdim.” İbrahim Sabri Bey, sonra babasının da bir hatırat yazmış olduğunu bu hatıratın İskenderiye’deki kütüphanelerinde mahfuz bulunduğunu söylemişti. Ona Sultan Vahideddin’in Mekke-i Mükerreme’de yayınlanmış olan müdafaanamesinden bahsetmem üzerine de demişti ki: “Ah Kadir Bey, o mübarek insanın etrafı hainlerle çevriliydi. Bu müdafaa babamın da yaptığı ilavelerle seksen yüz sayfa kadardı. Lakin padişahın doktoru Reşad Paşa “Efendim, şurası siyasete dokunur, burası siyasete dokunur” diyerek bunu kuşa çevirmiş. On beş yirmi sayfaya indirmişti. Sonradan öğrendiğimize göre Reşad Paşa, M.Kemal’le irtibatta olan bir hainmiş. O masondu. San Remo’da intihar etmiştir.” Bu szöler de doğru olmalıdır. Zira yine Fethi Sami Bey’den dinlediğime nazaran Reşad Paşa bir gün San Remo’da padişaha bir mektup bırakarak intihar etmiştir. Bu mektupta padişaha kendisinin ihanet ettiğini söyleyerek ondan helallik diliyormuş. Reşad Paşa’ya dair bir başka vaka da Şehzade Mahmud Şevket Edendi’den dinledim. O da bana Fransa’da demişti ki: “Gençliğimde masonlar bana teklifte bulundular. Bu teklifi Dr.Reşad Paşa’nın tavsiyesiyle yaptıkları teklif mektubunda yazılıydı. Reşad Paşa ile o sırada Sultan Vahideddin merhumun en güvendiği insanlardan biri ve doktoruydu. Fethi Sami Bey’in Sultan Vahideddin tarafından Avni Paşa’ya dikte ettirdiğini bahsettiği eser sonradan yayınlanan “Şahbaba” olmalıdır. O da ne yazık ki Murat Bardakçı tarafından belli ölçüde tahrif edilmiş bulunmaktadır. Buna rağmen pek çok hakikati muhtevi olduğu söylenebilir. (263-264-265)

HALİL ZAFİR (1917-1975)

-Halil Zafir, 1917 senesinde Beşiktaş-Yıldız’daki Ertuğrul Tekkesi müştemilatında bulunan ahşap konakta doğdu. Babası, Hasan zafir, dedesi Sultan II.Abdülhamid Han Hazretlerinin de şeyhi olan Şeyh Muhammed Zafir b. Muhammed b. Hasan b.Hamza eş-Şazeli et-Trablusi’dir. Halil Zafir, Tarsus Koleji’nde iyi bir tahsil görmüştür. Vatani vazifesini Kütahya vilayetinin Tavşanlı kazasında yaptı ve o beldeden Vemile Hanım ile evlendi. Bu izdivacdan hiç çocukları olmadı. Düşünce hayatımızın kalem erbabı arasında pek bilinmeyen fakat mühim bir sima olan Halil Zafir, hayatını son zamanlarda kalemiyle kazanan, mütedeyyin, İslam ahlakını hazmetmiş bir münevverdi. Makaleleri daha ziyade Hilal Mecmuası’nda yayınlandı. Mevdudi ve Seyyid Kutub’dan yaptığı tercümelerle onları Türk düşünce alemine tanıtan odur denilse hiç de mübalağa edilmemiş olurç Mevdudi’den yaptığı tercümeler tefrika edildikten onra kitap olarak da neşredildi. Gayet mütevazı bir hayat süren Halil Zafir Bey 31 Mart 1975 tarihinde İstanbul’da vefat etmiş olup Zincirlikuyu Mezarlığında medfundur. Hiç telif eseri olmayan Halil Zafir’in yayınlanmış tercümleri şunlardır: Ebul Ala el-Mevdudi’den İslam’da İhya Hareketleri (1967), İslamın Anlaşılmasına Doğru (1967), Tefhimul-Kur’an (Ömrü vefa etmediği için ikmal edememiştir.) (270-271)

-Halil Zafir Bey, aslen Libyalı olması dolayısıyla Libyalıların toplandıkları Taksim’deki kıraathaneye sık sık giderdi. O sıralarda Kaddafi ihtilal yaparak Libyaya da hakim bir vziyete gelmişti. Burada istidrat kabilinden şunu söyleyeyim ki, Kaddafi’nin ihtilal yaptığı hangamda oranın Kralı İdris es-Sunusi Bursa’da bulunuyordu. Saray nazırını bana göndererek maaile beni Libya’ya davet etmişti. Zira ben “Sarıklı Mücahidler” kitabımda “Bir Kara Gün Dostu” ünvanıyla Ahmed es-Sunusi’nin hikayesini yazmıştım. O sıralarda Libya’da tahsilde bulunan Mustafa Sabri Erdoğdu kitaptan bu kısmı tercüme ederek krala sunmuş o da benim yazdıklarımdan memnun kalarak: “Türkiye’ye gittiğimizde bu zatla görüşelim ve onu Libya2ya davet edip misafir edelim” demiş imiş. Bunu anlatan Saray nazırı önce Bursa’da İdris es-Sunusi’yi ziyaret etmemi istiyordu. Ona İdris es-sunusi’nin ahvalinden sordum. Bana dedi ki: “Bizim melike melik demek için bin şahid lazımdır. Zira gayet mütevazi bir derviş hayatı yaşar. Son derece ehl-i takvadır. Bir gün nazırlar evinde toplantı yapacak oldular. Evdeki sandalyeler kifayet etmedi. Komşulardan ariyet sandalye aldılar. Böyle mütevazi bir kimsedir.” Bunları anlattığım Halil Zafir Bey: “Bunlar doğrudur. Libya’da herkes buna vakıftır. Böyle bir adamı devirmek o halka ihanettir ve ancak bir eşkıya çocuğuna nasip olur” dedi. “Ne eşkıyası?” diye sordum. Dedi ki: “Kaddafi’nin babası İtalyanlar buraya saldırmadan önce çölde eşkıyalık yapmakla meşhur birisiydi. (Adını da söylemişti de şu an hatırımda değil) Düşman buraya saldırınca aynen bizim kuvayı milliyeci olan eşkıya güruhu gibi o da eşkıyalığı bırakıp İtalyanlarla savaşmıştır. Hatta o sırada devlet mukavemetçilerin başına geçsin diye oraya Şehzade Osman Fuad Efendi’yi bir Alman denizaltısıyla göndermişti. Kaddafi’nin babası Şehzadeyi karşılamak için gittiği bu denizaltıda efendinin beraberinde bir vantilatör görünce fevkalade kızmış ve bir bedevi vahşiliği ile onu tekmeleyerek: “Bunun yerine bir bomba getiremedin mi?” diye çıkışmıştır. Böyle bir adamın çocuğu olan Kaddafi göreceksiniz burada çok tahribat yapacaktır” dedi. Gerçekten de böyle olmuştur, akıbeti de malum! Benim Libya seyahati için mukarrer olan gün gelmeden Kaddafi’nin ihtilali vaki olmakla bu seyahat akim kalmıştır. Burada Türkiye Cumhuriyeti’ndeki adaletsizliklere bir misal olmak üzere Halil Zafir Bey’le alakalı bir vakayı daha ilave etmek isteirm: İlim Yayma Cemiyeti’nin eski reislerinden emekli Albay Vehbi Bilimer benim çok yakın dostumdu. Bir gün bana başından geçen şu vakayı anlattı:”Hanedan vatandan kovulduktan sonra birçoklarının malları hazineye intikal ettirilerek satılmıştır. Yıldız Camii’nin eteklerinden Beşiktaş’a kadar imtidad eden ve şimdi park haline getirilen büyük saha Sultan Abdülhamid Han’ın büyük oğlu Şehzade Selim Efendi üzerine tapuluydu. Hazineye intikal ettirilerek satışa çıkarıldı. Ben o zaman subaydım. Öyle bir yeri alamazdım. Fakat gayet zengin olan hemşehrim (Vehbi Bey, Erzurumluydu) melhur “Narman Ailesi”nden şimdiki hanımımla evliydim. Kayınpederimin verdiği beş bin altını bozdurarak bu yeri bir gün dönerlerse kendilerine iade ederim düşüncesiyle satın aldım. 1957 yılında Adnan Menderes İstanbul’da bir imar faaliyetine girişince Beşiktaş’ın meşhur Hasanpaşa Deresini toprakla doldurup bugünkü “Barboros Bulvarı”nı icad etti. Benim aldığım yerden bir kısmı yola gittiği gibi mütebaki kısmı da park haline geitrildi. Bir istimlak muamelesi yapılmadan gerçekleşen bu fiili tecavüzü men için dava açtım. Dava naısl neticelendi biliyor musunuz? Elimdeki tapunun dava ettiğim yeri değil de Şeyh Zafiri Tekkesi’nin bulunduğu yer olduğuna karar verilerek husumetin Zafiri Ailesine tevcihi gerektiğine hükmedildi. Davayı temyiz ettim. Temyizden aleyhime tasdik geldi. Ben biliyordum ki; bu aşikar bir haksızlıktır. Benim aldığım yerin Şeyh Zafiri tekke ve konaklarıyla hiçbir alakası yoktu. Bu kararı sineye çektimç. Netice olarak millete intikal etti. Benimse kafi derecede gayrimenkulüm var diye düşündüm. Lakin ben burayı alırken bir cemile olmak üzere o zaman intisaplı olduğum Şeyh İhsan Oğuz’a ve kardeşime yüzde beşerlik bir hisse vermiştim. Tabii onlar da benimle birlikte davacı olmuşlardı. Benim sonradan Hazreti Muaviye’ye dil uzatması sebebiyle kendisinden ayrıldığım İhsan Oğuz ve kardeşim benim gibi yapmadılar. Onlar mahkemenin verdiği bu karara istinaden Zafiri konaklarının yerini dava ettiler. Hoş alabilselerdi. İkisi birden buranın ancak yüzde onunu alabilirlerdi. Fakat onu da alamadılar. O zaman senin de ahbabın olan Halil Zafir Bey bu konaklardan birinde oturuyordu. Bitişiğindeki eski Zafiri Tekeksi şimdiki cami-i şerifin Neşet adında bir imamı vardı. Bu imam o sırada aynı zamanda hukuk fakültesine devam ederek avukat çıkmıştı. Halil Bey bu gence vekalet verdi. Onun takip ettiği dava sonunda İhsan Oğuz da kardeşim de davayı kaybettiler. Türkiye Cumhuriyetinde adalet böyle işliyor. Elimizde tapu var ama bu tapu ile bir çöpe bile sahip olunamadı…”  (280-281-282-283-284)

FUAD ŞEMSİ İNAN (1883-1974)

-Fuad Şemsi Bey’in yirmi altı gün nezarette tutulması hadisesi vardır ki bu onun karakterini göstermek bakımından calib-i dikkattir. Kendisinin anlattığına göre hadise şöyle olmuştur: “Bir gün Üsküdarlı Ressam Ali Rıza Efendi’nin kızı Fuad Şemsi Bey’in Mısır Apartmanı’ndaki idare odasına gelmiş. Koltuğunun altında babasının levhalarından biri varmış. Bunu alıp kendisine 100 lira vermesini rica etmiş. Üsküdarlı Ali Rıza Efeni (1858-1930) sayısız sulu boya tablosuyla eski İstanbul hayat ve manzaralarını resmetmiş olan büyük bir ressamdı. Ne getirirse Fuad Şemsi Bey –Hidiv’in talimatı gereğince- alır ve istediği parayı verirdi. Fuad Şemsi Bey’in salonunda duvarlara asılı bu resimlerin seksenden fazlası vardı. Bunları sonra terekeden Kemal Erhan Bey almıştır. Fuad Şemsi Bey o gün Üsküdarlı Ali Rıza Efendi’nin kızına bir şey sormadan getirdiği leyhayı alıp 100 lira vermiş. Meseğerse evlenmesi geciken bu kızcağıza birileri:”Sen Ankara’ya gidersen bir vesile ile M.Kemal’e görünebilirsen o seni beğenir ve alır” demiş. Bu sırada M.Kemal, Latife Hanım’dan boşanmış bulunuyordu. Bu fikir kızcağızın aklına yatmış. Fuad Şemsi Bey’den aldığı 100 lirayı harçlık yaparak Ankara’ya gidip Ankara Palas’a yerleşmiş. Günlerce M.Kemal’e görünmek şansını ararken ikameti uzayınca bu durum polislerin dikkatini çekmiş. Kendisini istintak edip odasını aramışlar. Çantasından babasının tabancası çıkmış. Zira Ali Rıza Efendi eski bir askerdi. Parayı nereden bulduğu sorulunca da Fuad Şemsi Bey’in ismini vermiş. Bunun üzerine Fuad Şemsi Bey İstanbul’da tevkif edilip eski emniyet binası olan Sansaryan Han’da hapsedilmiş. İfadesi alınmadan tam yirmi altı gün nezarette tutulmuş. Neden Tevfik edildiği yolundaki sualine cevab veren çıkmıyormuş. Tevfik edilişinin yirmi altıncı günü polislere tekraren niçin tevkif edildiğini sorması üzerine onlardan birisi: “Efendi, Sen niçin tevkif edildiğini hakikaten bilmiyor musun?” deyince: “Nereden bileyim? Ben bir şey yapmadım ki” karşılığını vermiş. Bunun üzerine polis: “Sen M.Kemal Paşa’ya suikasd teşebbüsünde bulunmadın mı?” diye sormuş. Pek tabii Fuad Şemsi Bey’in Ressam Ali Rıza Efendi’nin kızının başına gelenlerden haberi olmadığından bu nagihani itham karşısında köpürmüş: “Siz delisiniz. Ben ne diye M.Kemal Paşa’ya suikasd yapacakmışım. Onun makamında mı gözüm var? Benim makamım onunkinden yüksektir.” Bu beyan üzerine polis hayretle: “Sen ne diyorsun be adam. Galiba kafadan kontaksın” deyince: “Kafadan kontak sizsiniz. Ben bir ilim adamıyım. Âlimin rütbesi her rütbeden üstündür. Kimsenin makamında gözüm yok. Benimki bana yeter.” Karşılığını vermiş. Bunun üzerine polis koşup emniyet müdürünün huzuruna çıkmış ve bu mükalemeyi naklettikten sonra: “Bu adam ya haddi zatında delidir yahut nezaretle cinnet getirdi” deyince müdür kendisini çağırmış. Ona da aynı sözleri söyleyince zaten Ressam Ali Rıza Efendi’nin kızıyla ilgili tahkikattan da bir şey çıkmamış olduğu cihetle kendisine: “Hadi git, serbestsin” demişler. Ressam Ali Rıza Efendi’nin kızı Ankara’da serbest bırakılıp da İstanbul’a geldikten sonra Fuad Şemsi Bey’in başına gelenleri öğrenince kendisinden gelip özür dilemesiyle Fuad Şemsi Bey tevkif sebebini anlayabilmiş. (316-317-318)

-Fuad Şemsi Bey’in evindeki sohbetlerde Eşref Edip Bey’le sık sık karşılaşıyordum. Bir gün hilafet meselesinin konuşulduğu sırada Afyonkarahisar mebusu Hoca Şükrü Efendi’nin yazdığı “Hilafet-i İslamiyye ve Türkiye Büyük Millet Meclisi” isimli eserin M.Kemal Paşa’ya çok rahatsız ettiğinden bahsetmem üzerine Eşref Edip Bey dedi ki: “Herkes gibi sende o kitabı hoca Şükrü Efendi’nin yazdığını sanıyorsun.” Buna karşı dedim ki: “Ya ne sanayım. Kitap matbu. Üzerinde adamın ismi yazılı. Nutukta da M.Kemal’in rahatsızlığı sarahaten belli.” O bu itirazım üzerine dedi ki: “Aslında o kitabı ben yazdım fakat arkadaşlarla istişare ettik. Ben milletvekili olmadığım için başıma bu eserden dolayı bir sıkıntı gelebileceği endişesiyle bunun teşrii masuniyeti (dokunulmazlığı) olan bir milletvekilinin adıyla yayınlanmasını doğru buldular. Bunun da Hoca Şükrü Efendi kabullendi. İşin gerçeği budur.” (331-332)

YUSUF CEMİL ARARAT (1879-1963)

-Hafız Yusuf veya Hafız Bey olarak tanınmıştır. Fevkalade müdekkik ve alim bir zattı, melamiyyül meşrepti. Kendisini görseniz zekat verecek olurdunuz. Engin bilgisi dolayısıyla 1898 yılında henüz 19 yaşında iken girdiği bir imtihanı kazanarak Kuleli Askeri Lisesi’nde Edebiyat muallimi olmuştur. Arapça ve Farsça’ya bihakkın vakıftı. O derecedeki bazı müsteşrikler mesele sormak için onu bulurlardı. Hariri’nin bir demir leblebi olan “Makamat” adlı eseriyle cahiliye devri şairlerinin muallakalarını okutacak derecede Arapça’nın etimolojisine vakıftı. Altı serasker ve on harbiye nazırına hususi kalem müdür olarak hizmet verdikten sonra Kapalıçarşı’da bir dükkan açarak cam elmasçılığı ve hakkaklık (mühür kazma) işleriyle meşgul oldu. Son zamanlarda Vaniköy’de bir mısırözü fabrikası sahibi olan Süleyman Süleymangil’in Altunizade’de kendisine tahsis ettiği evde yaşamıştır. Hiç evlenmemiştir. Türkçe’den başka Arapça ve Farsça şiirleri de vardır. Bunları ihtiva eden defteri Süleyman Süleymangil’den bana intikal etmiş olup arşivimde mahfuzdur. (333-334)

-Hamdi Aytaç merhum bir gün bana dedi ki: “Harf inkılabı yapıldığı zaman meşhur hattat Suud-ul Mevlevi, M.Kemal’e protesto mahiyetinde ağır bir mektup yazdı. Bunun üzerine kendisini tevkif ettiler. O da pek tabii olarak hapisten kurtulmak için bu mektubu kendisinin yazmadığını bir başkasının O’nun başını ağrıtmak için böyle bir tertipte bulunduğunu söylemek mecburiyetinde kaldı. Mahkeme onun iddiası üzerine beni ehl-i vukuf tayin etti. Suud-ul Mevlevi benim hocamdı. Bir harfini görsem tanırdım. Bu mektup tamamen onun el yazısıydı. Fakat hocamı kurtarmak için aksi yönde rapor verdim. Mahkemede kendisinin benim hocam olduğunu bir harfini görsem tanıyabileceğimi söyleyerek bu mektubun düşmanlarından biri tarafından yazılmış olabileceğini ifade ettim ve zavallı Suus-ul Mevlevi bu suretle hapisten kurtulabildi. Kim bilir belki de kendisini idam ederlerdi. Zira o tarihte gerek alfabe gerekse de yazı ile ilgili kanun bir ceza derpiş etmiyordu. Böyle olduğu halde onun gibi müeyyidesiz olan şapka kanununa muhalefet eden birçok kimse devlete isyan etmiş gösterilerek idam edilmiş olduğu cümlenin malumudur. (335-336)

-Bu konferans esnasındaydı ki Humeyni iktidarının baş aktörlerinden olan Behişti’yi tanıdım. Behişti o zaman Hamburg’daki İmam Camii’nde imamdı. Hamburg’daki talebeleri toplayarak oraya gelmişti. Onunla konferans sonrası uzun uzun konuştuk. Gördük ki; Azeri olan şahıs ehl-i sünnete çok yakın düşüncelere sahip olup İttihad-ı İslam’ın taraftarı olduğu için bu teşkilatta vazife görüyor ve İranlı talebeleri Türk veya Arap talebelerle kaynaştırmaya çalışıyordu. (343)

İBRAHİM HAKKI KONYALI (1896-1984)

-İbrahim Hakkı benimle tanıştığı günlerde yukarıya bir örneğini koyduğumuz mektubunda görüldüğü gibi cumhuriyetin ilk yıllarını “irtidad ve küfür rejimi” olarak adlandırıyordu. Lakin onun Piri Reis haritalarıyla alakalı kitabı gibi ilk eserlerine bakıldığında rejime ve M.Kemal Paşa’ya tavizkar bir tutum içinde olduğu görülmektedir. Hatta benimle tanışmadan, çok değil beş on sene evvel altmışlı yıllarda Cumhuriyet gazetesinin kendisini “Kemal Paşa düşmanlığı” ile itham etmesine kızarak M.Kemal’in vefatı üzerine yazdığı medihkar bir yazıyı bir risale halinde yayınlayarak bu iddiaya cevap vermiş olmasına şaşmamak lazımdır. Bu husustaki gerçek Ali Rıza Sağman’ın tabiriyle bu adamların birer çakıltaşı gibi M.Kemal Paşa seli önünde sürükleniş olmalarıdır. Lakin İbrahim Hakkı Konyalı başlangıçta “gamalı haçın bir Türk totemi olduğu” iddiasına kadar rejim paralelinde sözler sarf etmişse de ahir ömrünü Kemalizmin gerek din ve gerekse de tarih sahasındaki tahrifine karşı buğz dolu olarak yaşamış ve ahir ömrünü bu hissiyat ve idrak ile tamamlamıştır. (364-365)

-M.M grubunda çalışanlardan biri de Yenibahçeli Şükrü Bey’di. Onun karargahı da Maltepe’de bulunuyordu. Adamları İnönü’yü sokakta derdest edip Maltepe’ye getirmişler. Şükrü Bey İstanbul’da düğün dernekle meşgul olacağına Anadolu’ya gitmesi teklifinde bulunmuş. O ise Kazım Karabekir’e verdiği cevaplara benzer cevapla başarıya inanmadığını ve gitmek istemediğini söylemesi üzerine Yenibahçeli Şükrü, İsmet Paşa’yı faaliyette bulunduğu binanın bodrumuna hapsetmiş. Ona yiyecek içecek bile vermeden orada tutmuş. Nihayet İsmet Paşa kendisine yapılan teklifi kabule mecbur kalmış ve M.M Grubu mensupları nezareti altında İzmit’e kadar götürülerek Ankara’ya gönderilmiş. Ankara’da da aynı kötümser tavrı sergileyince M.Kemal Paşa kendisine İngilizlerin İstanbul’daki entelijans başkanı olan Rahip Furo’dan kendilerinin binnetice galip getirileceğine dair bir beyanına mutalli olursa kararını değiştirip değiştirmeyeceğini sormuş. O da böyle birisinden o tarz bir söz duyarsa Milli Mücadele’ye inanabileceğini söylemiş. Bunun üzerine M.Kemal Paşa, onun eline Rahip Furo’ya hitaben bir mektup yazıp vererek kendisini İstanbul’a göndermiş. O zamanlar İstanbul sokaklarında işgalcilerin ilanları asılıydı. Bu ilanlarda Kuvayı Milliye’ye yardım eden veya iltihak edenlerin öldürüleceği bildiriliyordu. İsmet Paşa, Haydarpaşa Garı’ndan trenden inince İngiliz askerleri derhal kendisini tevkife kalkışmışlar. O da Rahip Furo’yla görüşmek üzere elçi olduğunu söyleyerek elindeki mektubu göstermiş. Bunun üzerine serbest kalmış. Rahip Furo ile görüştükten sonra Ankara’ya dönmüştür. (387-389)

CELALEDDİN ÖKTEN (1882-1961)

-Böyle Celaleddin Ökten’in derslerine iştirak edemediğim bir gün çalıştırmakta olduğum Seyhan Talebe Yurdu’na gelmiş ve bana muhabbet ve tahassürlerii ifade için şöyle demişti: “Gençliğimde Hafız Musa Efendi’ye büyük bir muhabbet duyardım. Hafta geçmezdi ki, onu görmek için Akçaabat’a gitmeyeyim. Bu ihtiyar halimde sen bana Musa Hafız gibi oldun. Her dersimde seni karşımda görmek istiyorum vs.” Tabii bu iltifatlar bana büyük bir haz veriyordu. Yol boyunca Boğaziçi vapurlarının bodrumunda Çubuklu’daki Şeyhülislam Yalısına gidinceye kadar veya Soğanağa Camii yakınındaki evinde ona aklıma gelen her şeyi sorardım. (403)

-Cevdet (Soydanses) Hoca yaşadığı bir vak’ayı şöyle anlattı; “Ben Balıkesir’de askerlik yapıyordum. Bir akşam gece yarısına yakın yatakhanemize bir çavuş gelerek: “Aranızda hafız var mı?” diye sordu. “Ben hafızım” dedim. “Benimle geliyorsun” dedi. Giyinip yatakhaneden çıktım. Ben hasta, ölmek üzere olan biri var da Kur’an okunacak sanıyordum. Birlikte merkez binaya gittik. Kapının önünde çavuş, kapıyı tıklattıktan sonra içeriden: “Gel!” denilmesi üzerine kapıyı açtı. Selam ve resmi ta’zim ifasından sonra: “Hafızı getirdim” dedi. “Sen çık, o gelsin” dediler. Çavuş çıktı, ben içeri girdim. Askerce selam verdikten sonra hazırol vaziyetinde bekledim. Karşımda bir güruh vardı. Önlerinde rakı kadehleriyle yemek yiyip, çerez atıştırıyorlardı. Tavanda mutantan bir avize, gözleri kamaştırmaktaydı. Birçok masa birleştirilerek tek bir masa haline getirilmişti. Masanın başında gazetelerden tanıdığım M.Kemal etrafında ise sivil ve asker birçok kimse yemek yiyip, içki içiyorlardı. M.Kemal Paşa bana hitaben: “Sen hafız mısın?” diye sordu. “Evet” cevabını vermem üzerine: “Peki, bize Kur’an’dan bir şey oku.” dedi. “Ne okuyayım?” diye sordum. “Sure-i Rahman oku”dedi. Bu emir üzerine ben hemen yere çömeldim, cebimden takkemi çıkararak başıma koydum. O, bu hareketimi görünce: “Bakın, bakın! Nasıl bir tazim vaziyeti alıyor” diye söylendi. Ben duymamazlıktan gelerek Euzubesmeleyi çektikten sonra Süre-i Rahman okumaya başladım. Biraz sonra “Febieyyi alai rabbiküma tükezziban” yani “Şimdi rabbinizin hangi nimetini tekzib eder, yalan dersiniz?” mealindeki ayeti geldikçe bana elindeki kadehi sallayarak: “Hangi nimetini tekzip ettik. Kuru fasulyesini mi, yeşil pırasasını mı?” gibi laflar atmaya başladı. Malumuzun bu ayet orada çok tekerrür eder. Her defasında benzer istihzalar savurdu ve nihayet: “Yeter, yeter artık. Hadi defol” dedi. Ben ayağa kalkıp çıkmak üzereyken masadaki şişman biri yüksek sesle: “Gazi Hazretleri! Bu millete Tanrı olarak sen yetersin. Başka Tanrı gerekmez.” demesi üzerine umumi bir bravo ve alkış sesiyle kadehler ayağa kalktı ve “Gazi Hazretleri şerefinize” sayhalarıyla rakıyı yudumlarlarken ben süratle kaçıp, oradan uzaklaştım. Ertesi gün bu şişman herzegûnun kim olduğunu merak ettiğimden mahalli gazeteyi aldım. Orada bu sofranın resmi vardı ve masadakilerin de ismi yazılıydı. Bu mel’unun Yunus Nadi olduğunu oradan öğrendim” dedi. Hoca cesur bir adam değildi. Bu onun yaşadığı bazı hadiseler dolayısıyla üzerinde baki kalan bir tesirle olmalıydı. O sıralarda bir lise talebesi olan oğlu Sadreddin Ökten, Seyhan Yurdu’na gelerek bana davamız etrafında bazı şeyler sormuştu. Benden öğrendiklerini babasına nakletmiş olmalıydı ki, hoca bana bir gün şöyle demişti: “Biz fakir insanlarız. Rejimin darbesine karşı koyamayız. Bendeniz tevhid-i Tedrisat Kanununu tenkid ettiğim için altı ay vekalet emrine alınmıştım. Bu sırada çoluk çocuğum aç kaldı. Saadeddin’in bu işleri öğrenmesi için henüz erken. Ağzından bi laf kaçırır, başımızı belaya sokar. Şimdilik ona böyle şeyler söyleme.” Halbuki hoca, Kemalist inkılapların dini tahrip ve imha vasfı dolayısıyla M.Kemal Paşa’ya benim kadar hınç duymaktaydı. (406-407-408)

MEHMED NURİ KARAHÖYÜKLÜ (1902-1981)

-Nuri Karahöyüklü, 50’li yıllarda Bayezid camii şerifinin hemen dibindeki “Küllük” denilen kıraathanenin Menderes tarafından istimlak edilmesinden sonra cemaatin intikal ettiği “Marmara Kıraathanesi'nin müdavimlerindendi. Orada İzzeddin Şadan (96.dipnot/ İzzeddin Şadan, bu sohbetlere nadiren katılırdı. Ekseriya bir kenara çekilerek çoğu kere Fransızca olan kitapların mütalaasıyla meşgul olurdu. Eski tabirle merdümgiriz bir adamdı. Ben sahaflarda günün birinde Fransızca bir defter buldum. Bu defter Freud’un nazariyesi ile M.Kemal Paşa’yı tahlil etmekteydi. Lakin onda kime aid olduğuna dair hiçbir kayıt mevcud değildi. Yalnız bu defteri tanzim edenin Ankara’daki Gazi Terbiyesi’nde doktorluk yaptığı anlaşılıyordu. Çünkü oradan bazı kızların Çankaya’ya götürülerek birkaç gün mektebe gelmedikleri ve geldiklerinde de anlattıkları bazı çirkin şeylerin kayıtları vardı. Buradan yürüyerek orada doktorluk yapan kimseleri araştırdım İzzedin Şadan Bey’in de adına rastlayınca bu defterin ona aid olduğuna ihtimal verdim. Defteri gösterdiğim bir Fransızca muallimi bana bu notların müteallim bir Fransız kadar iyi bir Fransızca bilen biri olması lazım geldiğini söylemişti. Bir gün İzzeddin Şadan’ın tek başına oturduğu masaya giderek kendisiyle hasbihal teşebbüsünde bulundum. O pek kimseyle konuşmazdı. Fakat beni bu sohbetlerden tanıdığı için elindeki kitabı kapatarak benimle bir müddet hasbihal etti. O gün kendisine yaşadığı calib-i dikkat vakalar olup olmadığını sormuştum. Freud’un alman talebesi Jung’un asistanlığını yaptığını ve bu esnada karşılaştığı bazı vakaları anlattı. Sonra her nasılsa Sultan Vahideddin merhumun culus merasiminde bulunmuş olduğundan bu merasimi tafsilatıyla ve hayranlıkla nakletti. Kendisine Ankara’daki Gazi Terbiye Mektebi’nde doktorluk yapıp yapmadığını sordum: “Evet” cevabını verince de ona dedim ki: “Üstad, benim elime sahaflarda Fransızca yazılmış bir defter geçti. Yazdıklarından da bu defterin sahibinin de Gazi Terbiye’de doktor olduğu anlaşılıyor. Bu defter sizin olmasın?” Bu suale öyle bir şiddetle: “Hayır, hayır! Asla benim öyle bir defterim yoktur!” diye itiraz etti ki bu telaştan defterin muhtevasına vakıf olduğu ve bunun kendi defteri olduğuna hükmettim. Bildiğime göre o son derece korkak hatta vehham bir adamdı. Bunu onun yakın dostlarından eski Türkçülerden Hasan Ferit Cansever’den duymuştum. Adeta kalk git dercesine önündeki kitabı açtı ve benimle ilgilenmeyerek kitabını okumaya başladı. Şimdi ben bazı meşhulleri yazdığım bu eserde maalesef o defterin muhteviyatından hiçbir şey nakletmeye cesaret edemiyorum. Mahud 5816 sayılı kanun bir gün kalkarsa kim bilir daha böyle ne vesikalar ortaya çıkacak.) Saib Atademir gibi emekli profesörler, Hacı Muzaffer Ozak, Ziya nur Aksun gibi kimselerin teşkil ettiği bir sohbet halkası vardı. (418-419)

LAİKA KARABEY (1909-1989)

-Laika Karabey’den bir de İsmail Hami Danişmend hakkındaki şu değerlendirmeye şahit oldum. İlmi dirayetini teslim etmekle beraber: “Evinde ayakkabyla gezilmesi yetmiyormuş gibi bir de elinde likör kadehi olduğu halde ayet okuyor.” demişti ki bu da doğrudur. Ben de aynı şeyleri İ.Hami Bey’in evinde müşahede etmiştim. O’nun hakkında diğer bir söylediği de şudur: “Ben bu zatı hiçbir evliliğinde yetişip tebrik edemedim. Evlendiğini duydum, tebrike gidemeden, boşandığını duydum. Her defasında daha zengin bir kadınla evleniyordu.” dedi ki el hak bu da doğrudur. (436)

FATMA RİKKAT KUNT (1903-1986)

-Hüseyin Kazım Kadri Bey’in kızı olan Rikkat Hanım bizim Beylerbeyi’nde oturduğumuz 60’lı yıllarda komşumuzdu. Rikkat Hanım’ın ikinci evliliğinden kenisinin Nur adını verdiği bir oğlu dünyaya gelmiştir. Nur bizim annesiyle görüştüğümüz yıllarda Fransa’da yaşamaktaydı. Münevver Ayaşlı’nın beyanına nazaran da hristiyan olmuştur. Buna şaşmamak gerekir. Zira Hüseyin Kadri, Sultan Abdülhamid merhumun en ateşli muarızlarından biriydi. (438)

REŞAD AKŞEMSEDDİNOĞLU (1911-1984)

-Reşad Bey, teslim olmayacağını söyledi ve bunun sebebini şöyle izah etti: “Albay Alparslan Türkeş benim teyzezademdir. Birkaç gün evvel bana telefon etti. Bir parkta buluştuk. Bana dedi ki: “Derhal Menderes’e gidip falan gün falan saatte dalan şahısların ihtilal yapmak üzere (burada tarih ve bazı şahıs isimleri zikretti) anlaşılmış bulunmaktadırlar. Bunların hepsini alelacele emekliye sevk ederek bu vartayı atlatsın. Ben senii getireceğin cevabı öğrenmek için burada bekleyeceğim” Denileni yaptım. Menderes’i makamında ziyaret ederek yakın bir akrabam olan bir albaydan şöyle şöyle işittim diyerek Türkeş’in adını vermeden söylenenleri ona naklettim. Menderes’in yüzü kağıt gibi bembeyaz oldu. Derhal zile bastı ve gelen adamına:”Bana derhal Ethem’i çağırın” talimatını verdi. Biz bu işin olabilirliğini konuşmkatayken Ethem Menderes kapı üzerinde belirdi. İçeri girmeyerek ayakta: “Efendim çok mühim bir randevum var. Acele emrinizi telakki edeyim” dedi. “Gel otur” demesine aldırış etmeden ayakta bekledi. Menderes, ona hitaben: “Bak Reşad Bey neler söylüyor” dedi sonra bana dönerek: “Bana anlattıklarını Ethem’e de anlat” demesi üzerine ben Türkeş’ten duyduklarımı bir kere de ona naklettim. Ethem Menderes bu sözlerimi ciddiye almadığı gibi bir de beni istihfaf etti: “Reşad Bey”dedi, “Bunların hepsi Halk partililerin bizi tedirgin etmek için uydurduğu yalanlardır. Sen de mi bu palavralara inanıyorsun?” sonra Menderes’e hitapla: “Efendim” dedi, “Böyle asılsız şayialarla canınızı sıkmayınız. Ordu bize sadıktır. Katiyyen böyle bir şey olmaz. Müsterih olunuz. Sonra da mühim bir randevusu olduğunu tekrarlayarak izin istedi ve çıktı gitti. Menderes, iki elini yana açarak hanginize inanayım kabilinden derin derin düşüncelere daldı. Bu durumda ben de müsaade isteyerek yanından ayrıldım.” Ethem Menderes, o zaman milli savunma bakanıydı. Mendereslerin çiftliğinde çalışan bir kahyanın oğlu olması ve Menderes’le birlikte büyümüş bulunması dolayısıyla Menderesçe güvenilir biriydi. Bu sebeple ona inandığı ve hareketsiz kaldığına hükmedilebilir.  Reşad Bey daha sonra sözüne şöyle devam etti: “Menderes’in yanından ayrıldıktan sonra Türkeş Bey’le buluştuğumuz parka döndüm. O beni burada bekliyordu. Olanları kendisine anlattım. “Yaa!” dedi, “Demek ki bunlar bir tedbir almayacaklar ve ihtilal olacak. Bu İsmet Paşa’nın bir tertibidir. Bana da Milli Birlik Komitesi adıyla teşkil ettikleri komiteye dahil olmamı teklif ediyorlar. O halde kabul edip bunlara ‘oyun içinde bir oyun’ yapmak lazım” dedi ve benden ayrıldı. Bunları söyleyen Reşad Akşamseddinoğlu kanaatinş de şöyle ifade etti: “Ben inanıyorum ki, Albay Türkeş ihtilalcilere ciddi bir oyun oynayacak. Onun için aralarına girmiştir. Belki ihtilal içinde ihtilal yapacak. Ben onun ne yapacağını bekliyorum.” Bu konuşmadan sonra Necip Fazıl Bey kendisinin de her an tevkif beklediğini söyleyerek saklanmak için daha emin bir yer bulmasını söylemesi üzerine Reşad Bey de çıkıp gitti. Reşad Bey’in bu sözleri başka bir hadise ile de teeyyüd etti. Şöyle ki: “Mahud Ondörtlükler hadisesi olmadan Milli Birlik Komitesi üyelerinden İrfan Baştuğ adındaki bir general İstanbul’dan Ankara’ya giderken şimdiki otoban olmadığından Bolu dağlarında Kargasekmez diye anılan virajlarda arabası uçuruma yuvarlanarak vefat etti. O zaman biz İstanbul’daki muhafazakar ve milliyetçi insanlar olarak Türkeş’ten “Ali Bey” diye bahsediyor ve onun Reşad Bey’in anlattığı tarzda bir hareketini bekliyorduk. Karargahımız Nur-u Osmaniye Caddesi üzerindeki Alparaslan Matbaası’ydı. O zaman galiba yüzbaşı rütbesinde olan Mehdi Sungur Paşa, Türkeş Bey’in İstanbul’da bir nevi mümessili durumundaydı. Türkeş Bey sık sık gazetelere beyanat vererek ihtilalin Halk Partisi’nin iktidar olması için değil kötü bir gidişe dur demek için yapıldığı yolunda beyanatlar vererek beklediğimiz istikamette sinyaller de veriyordu. İstanbul emniyetinin başında da onun adamları vardı. Bunlar benim gibi muhafazakarlar hakkında yapılan ihbarları kaale almadıkları gibi Demokrat Parti’nin gazetesi olan “Son Havadis” gazetesinde bu yolda bir neşriyat yapılmasını teşvik ediyorlardı. Bu gazetenin mensuplarının çoğu tevfik edilmiş, ortada sadece Gökhan Evliyaoğlu ile Hamid Tezkan kalmıştı. Emniyet birinci şube müdürü Eşref Dirlik bu gazetede yatıp kalkıyor adeta onlara kalkanlık ediyordu. Bu sıralarda idi ki, Cumhuriyet Gazetesi’nden Cevat Fehmi Başkurt her gün bir Milli Birlik Komitesi mensubuyla röportajlar yayınlıyordu. Bunlardan biri de Türkeş’le yapılmış bir röportajdı. Cevat Fehmi, Türkeş’in “ihtilal hazırlıklarına ezanın aslına irca edildiği gün başlandığı”na dair bir beyanını zikretmekteydi. Bu bizim midemizi bulandırmıştı. Fakat Mehmed Emin Alpkan, Mehdi Sungur gibi ağabeylerimiz buun Cevat Fehmi tarafından kasten uydurulduğunu Türkeş’i tekzibe zorlayarak bu suretle hüviyetinin açığa çıkması gayesini güttüğünü söylüyorlardı. Bu bir tevil miydi bilmem. Fakat biz buna inandık. Lakin İrfan Baştuğ bir kaza neticesinde öldüğü gün bizimkiler dizlerini dövdüler. Söylediklerine göre Türkeş, ihtilal içinde ihtilal yapacak ve Cemal Gürsel’in yerine bir general olan İrfan Baştuğ;’u geçirecekmiş. Bu suretle Türkeş’in emellerinin suya düştüğünü söylüyorlardı. Gerçekten az bir müddet sonra “14’ler Hadisesi” vaki olarak başta Türkeş olmak üzere arkadaşlarından pek çoğu komiteden çıkarılıp gece yarısı sürgüne gönderildiler. (448-449-450-451-452)

PROF.DR.OSMAN TURAN (1914-1978)

-1914 yılında Çaykara’nın Soğanlı Köyü’nde doğmuş bulunan Prof.Dr.Osman Turan Kurumoğulları adıyla anılan bir aileye mensuptur. 1940 senesinde Ankara Üniversitesi Dil Tarih Coğrafya Fakültesini bitirmiş, müteakiben “On İki Hayvanlı Türk Takvimi” adındaki doktora teziyle doktor, 1944’te doçent, 1951 yılında ise profesörlük payesi elde etmiştir. 1948-1950 yılları arasında Londra ve Paris’te araştırmalar yapmış, 1954 yılında ise siyasete atılarak Demokrat Parti listesinden Trabzon milletvekili olmuştur. 27 Mayıs 1960 darbesiyle Yassıada’da Demokrat Parti mensuplarıyla birlikte muhakeme edilmiş ve o zalim mahkemeden beraat kararı alabilmiştir. Buna rağmen Yassıada’nın zalim gardiyanı Albay Tarık Güryay’ın bulunduğu koğuşa girdiğinde ayağa kalkmadığı için dövülme teşebbüsünde bulunulmuş, o şartlarda bile maruz kaldığı hakarete yiğitçe mukabele etmiştir. Gerçekten dürüstlüğü kadar aynı zamanda cesur ve vatansecver bir şahsiyetti. Sultan Abdülhamid merhumun oğlu Şehzade Selim’in kızdan torunu Satıha Hanım Sultan ile evliydi. Çocukları olmamıştır. 1965 senesinde Adalet Partisi’nden tekrar Trabzon mebusu seçilen Osman Turan bu partide genel başkan yardımcılığı vazifesini deruhte etmekteyken mason Süleyman Demirel ile anlaşmazlığa düşerek ihraç edilmiştir. 1969 seçimlerinde Trabzon’dan müstakil milletvekili namzedi olduğu halde kazanamamış, bundan sonraki hayatını ilmi çalışmalara hasretmiştir. Kardeşinin çocuğu Hasan Turan benim liseden sınıf arkadaşım olduğu için Osman Turan Bey’le 1954 yılında tanışmış ve onunla ahbaplığım vefatına kadar devam etmiştir. Bu suretle ilmi dirayetine, dürüstlük ve vatanseverliğine yakinen şahid olduğum bu büyük insana destek olmak için 69 seçimlerinde Trabzon’a gitmiş ve ona seçim faaliyetlerinde yardımcı olmuşumdur. Diyebilirim ki, bilhassa Selçuklu Tarihi’nde en salahiyetli bir isim olan Osman Turan Bey, 17 Ocak 1978’de İstanbul’da vefat etmiştir. Türk Ocakları Umumi reisliği de yapmış olan merhum asla ırkçı olmayıp şuurlu bir kültür milliyetçisiydi. Fakülte hayatında solcularla mücadele eden merhumun bu vasfı bütün eserlerinde müşahede edilir. (454-455)

-Said Nursi merhum ilk gençlik yıllarında zamanın modasına kapılarak büyük siyasi ve milli kahramanızım Sultan II.Abdülhamid Han’ın aleyhinde bulunanlar kafilesine katılmıştı. Hatta onun şimdiki Fen-Edebiyat Fakültesinin yerinde bulunan Zeynep Kamil konağında verdiği bir konferans hakkında merhum Celal Hoca o konferansta bulunmuş biri olarak şöyle demişti: “Said Nursi, şab-ı emret (henüz sakalı çıkmamış) bir genç olduğu halde İstanbul’a gelmişti. Biz o zaman Malta Çarşısı’ndaki Şekerci Hanı’nda yatıp kalkan bir grup medrese talebesiydik. Fatih Camii’nin revnaklarındaki sütunlara “Var mı benimle ilmi mübarezeye kalkışacak alim?” diye ilanlar astığını görmüştük. Sonra da Zeynep Kamil Konağı’nda bir konferans vereceğini işittik. Merakla bu iddialı delikanlının ne söyleyeceğini anlamak için oraya gittik. Merhum sözleri arasında bir ara padişaha atfen: “Koskoca sarayı işgal etmiş, çıksın oradan, biz orayı mektep yapalım” sözlerine şahid olduk. Sonradan öğrendiğimize göre bu sözlerden dolayı padişahın emriyle tımarhaneye atılmış fakat oradaki doktorlar aklından bir zoru olmadığını bu sözleri dar bir muhitte yetişmiş görgüsüz bir kimse olması dolayısıyla söylemiş olduğuna hükmederek onu serbest bırakmışlar. Daha sonra da duyduk ki, her ne sebeple ise padişahla görüşmek üzere mabeyn-i hümayuna gitmiş fakat burada kemerindeki kamayı çıkarmaya razı olmadığı için padişahla görüştürülmemiş zira o vakitler padişah huzuruna silahlı olarak girilmezdi. Said-i Nursi mehum benim bildiğime göre bununla da kalmamış Sultan Abdülhamid Han’ın tahttan indirildiği gün Selanik’te yapılan şenliklere iştirak ederek orada hürriyetin ilanını alkışlayan bir nutuk söylemiştir. Onun buradaki konuşması “Nutuk” adıyla İstanbul’da İçtihat Kütüphanesi’nin ilk eseri olarak yayınlanmıştır. Bu kitabın orijinali bende mahfuzdur. (456)

-Daha sonra Sultan Reşadla görüşen Said-i Nursi, ondan Van’da tesis etmek istediği medrese için yardım almış ve hayatının sonuna kadar bu para ile yaşamıştır. Vefatında, bu altınlardan arta kalanlar, benim Eskişehir Askeri Cezaevi’nden hapishane arkadaşım olan Hüsrev Altınbaşak’ta kalmış oda bunları bozdurarak bugünkü “Hayrat Vakfı”nı kurmuştur.

CEVAT RİFAT ATİLHAN (1892-1967)

-İlim Yayma Cemiyeti, Vehbi Bilimer, Vehbi Çıkrıkçıoğlu, İsmail Niyazi Kurtulmuş, Fehmi Bilge, Nuri Topbaş, Süleyman İshakol, Refik Bürüngüz, Abdurrahman Cansu, Fahreddin Kiğılı, Hulusi Topbaş, Seniyüddün Başak (106.dipnot/Seniyüddin Başak, Lozan müzakereleri esnasında İsmet Paşa’nın müşavirlerinden biriydi. Ben, kendisini İlim Yayma Cemiyeti’nde çalışmaktayken tanıdım. O zaman avukatlık yapmaktaydı. Kendisine Lozan müzakereleriyle ilgili sorduğum suallere sadre şifa bir cevap vermemişti. Fakat onun Abdülhamid’in hal’ine dair bir beyanını Mithat Sertoğlu nakletmektedir ki ben bunu “Bir Mazlum Padişah: Sultan II.Abdülhamid” isimli eserimde şöyle anlatmış bulunmaktayım: “Bütün bu nakillerden Hacı Nuri Efendi’nin karakter sahibi bir alim olduğunu ve fetvayı kerhen imzaladığı anlaşılmaktadır. Biz buna bir de “mecburen” kelimesini eklemek istiyoruz. Zira Elmalılı Hamdi, Şeyhülislam Ziyaeddin, Fetva Emini Hacı Nuri ve uelemadan bazı milletvekilleri bir encümen halinde toplanmışlardı. Hacı Nuri Efendi’nin mukavemetini kırmak için Mustafa Asım Efendi, onun kulağına eğilerek gizlice bir şeyler söylemiştir. Bunun üzerine: “Allah hepimizin günahlarını afv etsin” diyerek imzayı atmıştır. Acaba bu sözler neydi? Midhat Sertoğlu, uzun bir takipten sonra Seniyüddin Başak vasıtasıyla bu sözleri Mustafa Asım Efendi’nin bilahare Şeyhülislam Mustafa Sabri Efendi’ye ifşa etmiş olduğunu öğrenerek bunu bir makalesinde şöylece kayd ve ifade etmiştir: “Fetva Emini Hacı Nuri Efendi’nin inadından sebat edeceğimi anlayınca kulağına eğilip şunları söyledim: Ortalık ayakta. Abdülhamid’in hal’inden başka çare kalmamıştır. Bunun için fetvayı imzala. Çünkü hal edemezlerse öldürürler ve sen bunu imzalamamakla ölümüne sebep olmuş olursun.” Hacı Nuri Efendi bir an yüzüme baktı, kani oldu ve imzaladı.” (Midhat Sertoğlu, Yayınlanmamış bir Hatıra, Hayat Tarih Mecmuası, s.9, Eylül 1974, sh:14 vd) Kaynak göstermeden iktibaslarda bulunmayı adet edinmiş olan arkadaşımız Ziya Nur da bu gerçeğe şöyle temas etmektedir: “Hacı Nuri Efendi’nin bu fetvayı bile kabul etmek istemediği, ancak kendisine söylenen pek feci bir tasavvur üzerine rıza gösterdiği de rivayet edilmiştir. Son Osmanlı Şeyhülislamı Mustafa Sabri Efendi’den rivayet edildiğine göre, Hacı Nuri Efendi herçe-bâd-âbâd (ne olursa olsun) fetvayı kabul etmemekte kararlıdır. Fakat İstanbul Mebuus olan ve İlmiyeden bulunan Mustafa Asım Fetva Emini’nin kulağına eğilerek: “Bu fetvayı kabul etmezsen Abdülhamdi’in hali mümkün olmaz, saltanatta kalmasına da imkan yoktur; hâl edemezlerse katl ederler. Sen de ölümüne sebep olursun” demiş. Hacı Nuri Efendi bunun üzerine rıza göstermiştir.” (Bkz. Kadir Mısıroğlu, Bir Mazlum Padişah:Sultan II.Abdülhamid, İstanbul 2015, sh.567 vd) Ben Midhat Sertoğlu’nun zikri geçen bu makalesine istinaden bunları yazdıktan sonra tatmin olmadım. Araştırmaya devam ettim. Mustafa Sabri Efendi Kahire’de yaşamaktayken orada talebesi ve ahlaken güvenilir bir insan olduğuna inandığım Emin Saraç Hocaefendi’den meseleyi tahkik ettim. Zira o, Sabri Efendi’nin sohbetinde çok bulunmuş bir kimseydi. Mustafa Asım’dan böyle bir söz duymuş olduğunu sizin de bulunduğunuz bir mecliste Sabri Efendi, “fetva vermeseydi öldürülecekti bunun için verdi” tarzında bir söz söyledi mi? diye sordum. Emin Saraç Hoca: “Evet, Hamdi Efendi’nin kendisine böyle söylediğini Hocaefendi bir sohbetinde bize anlatmıştı” dedi. Böylece benim için rivayetin Sabri Efendi’ye kadar olan kısmının doğru olduğu tahakkuk etmiş oldu. Lakin sonradan vicdan azabı çekilerek böyle bir şey uydurulmuş mudur, yoksa gerçekten böyle mi olmuştur bilemem. Bu hususu okuyucuların takdirine bırakıyorum.) gibi malıyla canıyla İlim Yayma Cemiyeti’ne hizmet etmiş olan insanlar maalesef bugün unutulmuştur. Halbuki bugün dini hayatımızdaki gelişmenin temelinde bu fedakar ve mübarek insanlar vardır. Bunların millete tanıtılması vicdani bir borçtur. (469-470)

-“Sarıklı Mücahidler” isimli eserimle ilgili bir dedikoduyu da Nezih Uzel yapmıştı. Enderun Kitabevi’nde bu eseri Özbekler Tekkesi şeyhi Necmeddin Efendi’nin yazdığını benim de ondan intihal ile bu kitabı ortaya çıkardığımı iddia etmiştir. Nezih Uzel, Mevlevi geçinen bir ayyaştı. Hayatta yüzünü görmüş değilim. Bu uydurmanın menşei de şu olsa gerektir. Ben bu kitabı yazarken dostluğum olan Necmeddin Efendi’yle görüştüm. Ona sadece Özbekler Tekkesi’nin Milli Mücadele’deki hizmetleri hakkında sual sordum. Bana bir şey yazıp yazmadığımı sordu. Yazdıklarımı kendisine okudum. Cevabı: “Benim buna ekleyecek bir şeyim yok. Sen hadiseyi iyi tahkik etmişsin. Benden fazlasını biliyorsun.” Nezih Uzel de bu tekkeye gidip gelenlerden biriydi. İhtimal ondan bu görüşmeyi öğrenmiş, buna kuyruklu bir yalan eklemekten içtinab etmemiştir. (472-474)

ALPARSLAN TÜRKEŞ (1917-1997)

-1960’lı yıllarda onun siyaset sahnesinde bir lider olarak göründüğü günlerde Süleyman Demirel başbakandı. Türkeş’in partisinde kendisi gibi ondörtler hareketinin mağduru olan Dündar Taşer bu partide toplanan gençleri İslami bir istikamete sevk etmekteydi. Bu hareket Halk Partisi karşısında Adalet Partisi’ne rey veren sağcıların MHP’ye kaymaları ihtimali sebebiyle Süleyman Demirel’i tedirgin etti. Henüz onu daha falza tedirgin edecek Milli Nizam Partisi ortada yoktu. MHP’deki bu gelişmeyi baltalamak maksadıyla Süleyman Demirel, Yeni Asya grubunu MHP’ye cephe almak yolunda kullandı. O zaman Osman turan merhum Süleyman Demirel’in yardımcısı olduğu için ondan öğrendiğime göre Süleyman Demirel Yeni Asyacılara iki yüz elli bin lira vererek Türkeş’in İslam’la bir alakası olmadığı yolunda bir broşür çıkarmaya onları memur etti. Bu maksatla Yeni Asya grubunda yer alan Av.Bekir Berk’le Mustafa Polat adında bir cahil uzun bir röportaj yaptı. Bu röportaj “İslami Hareket ve Türkeş” ismiyle yayınlanarak cami kapılarında dağıtıldı. Ben bu broşürü görüp okuduktan sonra Çarşıkapı’da  Bekir Berk’le karşılaştım. Onu bu hareketinden dolayı kınadım. Bu işin Demirel’in tahrikiyle olduğunu bilmiyordum. Kendisine: “Sen bu broşürde Türkeş’i İslami hareketin karşısında gösteriyorsun. Memlekette İslami gleişmeye engel bunca adam var. CHP’liler laikliği dini gelişmeleri boğmak istikametinde yeniden ve hırsla hortlatmaya çalışırken bu gelişmenin karşısında birinci adam Türkeş’se bunu isbat et bende sana katılayım. Halk Partisi’ne karşı ağzınızı açmadığınız halde bugün şu hareketiniz bence İslami harekete bir ihanettir. Orada toplanan gençlere islami bir istikamet verilmesinden rahatsız olmanızı anlamak kabil değil” tarzında sözler söyledim. Birbirimizden dargın olarak ayrıldık. O zamanlar ben yayıncılığa başlamıştım ve Beyaz Saray zemin katta bir dükkanım vardı. Orada milliyetçi gençler “Milli Hareket” isimli bir dergi çıkarıyorlardı. Bunlar benim dükkan komşum olup hepsi Türkeş taraftarıydılar. Orada bu broşür konuşulurken ben Bekir Berk’in sözlerinden bazılarını dini noktayı nazardan tenkid ettim. Mesela Mustafa polat, Bekir Berk’e şu mealde bir soru soruyordu: “Ağabey, Alparslan Türkeş gençlere ‘Mücadelenizden hiç kimseden korkmayacaksınız’ diyor. Bu Allah’tan da korkmayacaksınız demek değil midir?” Bekir Berk cevap veriyor: “El-Hak öyledir.” Mustafa tekrar soruyor: “Böyle bir söz küfür değil midir?” Bekir Berk: “Pek tabii” diyor. Broşürü arşivimde bulamadığım için bu sözleri aklımda kaldığı şekliyle burada nakletmiş bulunuyorum. Bu kabil sözleri dinleyen genöler: “Sen bunları söyle, biz yazalım” demeleri üzerine broşürü okuyarak oradaki haksız ithamlara cevap verdim. O sırada oraya Zekeriya Beyaz geldi. O da bazı ayet-i kerime ve hadisler ilave etmesiyle metin Yeni Asyacıların broşürüne cevap teşkil edecek bir hacme ulaştı. O milliyetçi gençler aynı kapak baskısıyla bu metni basıp dağıttılar. Camialarında bunu baştan sona benim yazdığım şayi oldu. Halbuki geçrek bu değildir. Bunun üzerine Türkeş benimle görüşmek arzusunu izhar etti. O sırada Ramazandı. Yanına Osman Yüksel Serdengeçti ile Dündar Taşer’i alarak benim Serencebey’deki evime bir iftara geldi. İftardan sonra birlikte namaz kıldık ve koyu bir sohbete daldık. Burada Türkeş Bey’e sorduğum bazı suallere aldığım cevapları nakletmek istiyorum. Kendisine bu görüşmeden evvel Dündar Taşer Bey vasıtasıyla Rıza Nur’un hatıralatını göndermiştim. Bunları okuyup okumadığını sordum. Okuduğu cevabını verdi. “Nasıl buldunuz” diye sordum. “Tamamıyla doğrudur. Eksiği var, yanlışı yok” diye karşılığını verdi. Sonra kendisine Sultan Aziz torunlarından Mahmud Şevket Efendi’nin vatandan sürgün edilirken yaşadıklarını anlattığı bir teyp kasetini dinlettim. Türkeş bu kasetin bir yerinde gözyaşlarını tutamadı ve “Allah aşkına kapat şunu” dedi. Anlatılanlara o derecede üzülmüştü. (476-477-478-479)

AHMED HÜSREV ALTINBAŞAK (1899-1977)

-Benim Eskişehir askeri cezaevinde dört ay kadar aynı odada hapis yatmış olmam dolayısıyla yakın bir tanışıklığım olmuştur. Esasen ben bu mahkumiyete sebep olan konferansı verdikten sonra bu konfernas harf inkılabına dair olduğundan merhum bu konferansın batlarını bütün Anadolu’ya yaymak hususunda büyük bir gayret göstermiştir. Yakınlarından olan bir elektrikçinin dükkanında bu konferans kasedi çoğaltılarak gelip gidene kucak kucak verilmek suretiyle Anadolu’nun her tarafında yayılmıştır. Merhum son derece mütevazı ehl-i takva bir zattı. Beraber kaldığımız odada sabahlara kadar namaz kıldığına ben yakinen şahit oldum. (531-532)

-Biz Hüsrev Altınbaşak’la birlikte Eskişehir’de hapsedildiğimiz sırada Fethullah Gülen de İzmir’de bizimkine benzer bir suçla hapsedilmişti. Benim bu zata her nurcu kardeşe olduğu gibi sempatim vardı. Bir gün Hüsrev Altınbaşak söz Fethullah Gülen’e intikal edince o gün iananamadığım şu sözleri söyledi: “Kadir Bey, sen o zatı nurcu zannediyorsun. Bu asla doğru değildir. O Risale-i Nurları kullanarak kendine has bir cemaat teşkil etmeye çalışıyor. Fakat bir gün anlarsın. O cephemizde Müslümanlığı ifsada memur hain birisidir” demesi üzerine ben bu ithamı ağır bularak: “Üstad hain diyorsun.” Sesini yükselterek cevap verdi: “Evet, o bir haindir. Bizim yazı öğreten dershanelerimizi her öğrendiğinde hafta geçmeden o dershanemiz basılmıştır. O devletin memurudur. Fakat hırs icabı bir gün bu devleti de satmaya kalkacaktır.” Doğrusu ben bu sözlere inanamadım ve risale-i nur cemaatindeki ikiliği düşünerek üstadın hissi konuştuğunu zannettim. Fakat kendisine karşı bu babada bir de Bekir Berk’i sormak istedim: “O da haindir” dedi ve durumu şöyle izah etti: “Bu devlet bizden anarşik harekete tevessül edebileveğimiz vehmiyle bizi çok sıkı takip ediyordu. Bekir Berk istihbaratın elemanıydı. Gençliğinde ırkçı olup meşhur Nihal Atsız’ın şakirdi bulunduğunu herhalde sen de duymuşsundur.”, “Üstad hazretleri bunu bilmiyormuydu ki kendisine avukatlığını yapması için vekalet verdi” demem üzerine şu karşılığı verdi:” Çok iyi biliyordu. Fakat bizim mücadelemizin Gandivari sulh ve müsalemet yoluyla olduğunun kendi elemanlarınca sabit olması için onu en yakınına aldı. Bununla devletin bizim hareketimizin mahiyeti hakkında doğru bilgi edinmesini sağlamak istedi.” Doğrusu ben o gün Bekir Berk hakkındaki bu sözlere de inanamadım. Fakat sonradan yaşadığım bazı vak’alar bu gereği teyid etmiştir ki şimdi onlardan birkaçını anlatacağım. (532-533)

SÜLEYMAN UYANIK (1910-1987)

-Eskilerin tabiriyle “sahibu seyf-u vel kalem” yani hem kılıç ve hem de kalem sahibi olan müstesna alimlerden biri olan Manastırlı Süleyman Hocaefendi mesud bir tesadüfle taa üniversite talebeliğimizden, vatandan ayrılışımıza kadar takriben yirmi beş sene beraberliğimiz olan müstesna bir şahsiyetti. İlmi dirayeti kadar yaşadığımız hadiseleri anlamakta ve İslami ölçüler muvacehesinde tahlil etmekte müstesna bir kabiliyeti vardı. (555)

NURİ KALKANDELEN (1902-1974)

-Nureddin Kalkandelen soyadından da anlaşıldığı gibi Rumeli’deki Kalkandelen halkından Nakşi şeyhi Mustafa Ruhi Efendi’nin torunudur. 1881 yılında aile İstanbul’a hicret etmiştir. O sırada babası Sabri Bey on dokuz yaşındaydı. Fevakalade iyi yetişmiş bir genç olduğu için 1888 yılında Yıldız Sarayı’na padişah katibi ve kütüphanenin hafız-ı kütübü olarak tayin edilmiştir. (562)

ABDURRAHMAN GÜRSES (1909-1999)

-Bir gün Musa Topbaş Efendi’nin Sultantepe’deki köşkünden bir meclis toplanmıştı. Orada başta Şeyh Sami Efendi olmak üzere o cemaatin ileri gelenleri ve Necip Fazıl Bey de vardı. Hocaefendi eûzubesmele çekerek Kur’an-ı Kerim’e başlayacağı sırada hazirundan Nazif Çelebi kulağına eğilerek: “Hocaefendi lütfen kısa okuyunuz. Sizden sonra Necip Fazıl Bey bir konuşma yapacak.” demiş. Ben bu sahneye şahid olduğum halde Nazif Çelebi’nin ne söylediğini işitmemiştim. Onu sonra kendisinden öğrendim. Nazif Çelebi’nin bu ikazından rahatsız olan Hocaefendi hiçbir ayet-i kerime okumadan besmeleden sonra “Sadakallahülazim” dedi. Kendisine hayretle bakanlara dönerek: “Kul sözünün Allah sözüne tercih edildiği bir yerde ben Kur’an okumam” dedi. Muhabbeti de öfkeyi de yerinde kullanmasını bilen ve hakikaten onun hakkında çok söylendiği gibi “azizü’n-nefs” bir şahsiyet idi. Allah garik-i rahmet eylesin. (592-593)

HÜSEYİN HİLMİ IŞIK (1911-2001)

-Eyüp Sabri koyuncuoğlu da yarbaylıktan emekli olmuş eski bir askerdi. Benim 1960 ihtilialinden evvel yakın görüştüğüm bir zattı. 1961 yılında evlendiğimde şeyhi olan Şemseddin Bursevi (Muhammed Şemseddin Canpek) Efendi ile birlikte evime teşrif etmişlerdi. Burada Şemseddin Efendi bana dini nikah kıymıştır ve huşu içinde bir dua yapmıştır ki anlatılır gibi değildir. (608)

ALİ FUAD BAŞGİL (1893-1967)

-Hoca henüz buluğa ermemiş bir çocuk mesabesinde saftı. Talebesiyle konuşurken bile yüzü kızarırdı. Müteaddi yani aksiyoner denilen adamlardan değildi. “Din ve Laikilik” isimli kitabı çıktıktan sonra Halk Fırkasının mevkutelerinde kendisine pek çok hücumlar yapılır ve o, M.Kemal Paşa düşmanlığıyla itham edilirdi. Böyle iddialara karşı: “Ben ona göz nuru emek mahsulü doktora ithaf eden ilk kişiyim” diyerek taviz verirdi. Fakat başbaşa konuştuğumuz zaman M.Kemal Paşa hakkında benden farksız düşünmediğini görürdüm. Ali Fuad Hoca, İslamiyet’in ameli hükümlerine bigane olduğunu ve eserleriyle de tavzi verdiğine müdrik olmalıdır ki: “Din ve Laiklik” kitabının baş tarafına şu sözleri yazmıştır:”Dinen günahkar olmak dini sevmeye ve dindarın tükenmez saadetine imrenmeye mani değildir.” (620-621)

-Benim ve diğer arkadaşlarımın teşvikiyle 1961 seçimlerinde Adalet Partisi’nden milletvekili olan Ferruh Bozbeyli ile henüz çiçeği burnunda bir milletvekili iken Divanyolu’nda karşılaştım. Ona dedim ki: “Bu meclisten çıkmaz ama sen şu 5816 sayılı kanunun ilgası için bir teklifte bulunsan vebalden kurtulursun.” Malumdur ki 5816 sayılı kanun M.Kemal Paşa hakkında doğruları söylemeyi engelleyen antidemokratik bir kanundur. Dünyada eşi benzeri yoktur. Talebelikten arkadaşım olan Ferruh Bey bana ne dese beğenirsiniz: “Yahu bu kargaşa ortamında hiç olmazsa M.Kemal Paşa etrafında bir birlik teessüs etmiştir. O da mı bozulsun istiyorsun.” Bu cevaba karşı dedim ki: “Ooo! Sen milletvekili olunca çok terakki etmişsin. Yakında mason da olursun.” O günden beri ben onun yüzünü bir daha görmedim. Bir gün bu vakayı Cemil Meriç’e anlattım. O dedi ki: “Sen çok iyi cevap verememişsin. Bak ben benzer bir hadisede ne dedim.” Sonra anlattı: “Ali Fuad Başgil Hoca, bendeniz ve emekli bir albay birgün sohbet ediyorduk. Memleketteki inkılap yobazlığı, din aleyhtarlığı ve darbeler üzerinde konuşuyorduk. Ali Fuad Bey dedi ki: “Bütün bu fenalıkların kaynağı M.Kemal’dir” Bu söze karşı dindar bildiğimiz albay öfkeyle “Hoca sen ne diyorsun? Bir M.Kemal’imiz var. Onu da mı yıkacağız” demesin mi! Ben bu dangalaklığa karşı öfkeyle onun eline vurdum ve dedim ki:éBirader sen putsuz yaşayamaz mısın? İlla sana bir put mu lazım?” Bunu duyunca Cemil Meriç’e dedim ki:” “Vallahi senin cevabın benimkinden güzel olmuş.” (624-625)

-Asaf Halet Çelebi’ye Buddha hakkında bir eser yazmak nereden aklına geldiğini sordum ve dedim ki: “İslamiyetten haberdar olan kimselerin Buddha’yı tanımaya ne ihtiyaçları olabilir?”Bana verdiği cevap onun şahsiyetini göstermekteydi. Dedi ki: “Bir gün Galata Köprüsü’nden vapura binmek üzere geçiyordum. Aslan pençesi gibi bir el omuzumdan beni kavradı. Döndüm baktım ki devasa bir adam. Ona kim olduğunu sordum. Hindistan’ın İstanbul’daki konsolosu olduğunu söyledi ve “Ben” dedi, “Türkiye’de Buddha’nın hiç tanınmadığını görünce Türkçe’de ona aid bir eser yazılması için araştırma yaptım. Bana seni tavsiye ettiler. Senden böyle bir eser yazmanı istiyorum.” Asaf Halet bu eseri o konsolosun emir tarzındaki ricası üzerine yazdığını ifade etmişti. Sonra da Buddha’yı methetmeye başlayınca Budizmin tesirinde kalmış olduğunu anladım. Asaf Halet de Ali Fuad Başgil gibi doğru Türkçeyi müdafaa edenlerden biriydi. Fakat onun gibi müteaddi bir adam olmadığını bu sözleri gösteriyordu. (627-628)

-27 Mayıs İhtilali’nden itibaren sol basın her fırsattan istifade ederek rahmetli Ali Fuad Başgil hocaya çatıyor ve mevkuflar kafilesine onu da katmaya çalışıyorlardı. Komitedeki milliyetçilerin müessiriyetiyle gerçekleşmiş olmasına rağmen 147 profesörden biri de Ali Fuad hocaydı. Hakkındaki şayialar ve DP iktidarına yakınlığı sebebiyle onu istisna edememişlerdi. Lakin menfi basın bu kadarla yetinmek istemiyor ve her vesile ile ona saldırıyordu. Biz de temmuz ayı içinde yani henüz Türkeş ve arkadaşları komitede iken bu menfi neşriyatı protesto etmek ve Ali Fuad hocamıza bir sevgi gösterisinde bulunmak üzere bir hareket planladık. Müslüman veya sadece demokrat olduğu için bize katılan yüzlerce insanla Ali Fuad hocanın Feneryolu Karanfil Sokak’taki evi önünde “Yaşa, varol!” diye bağıracaktık. Oraya toplu olarak gidemeyeceğimizi biliyorduk. Bunun için herkesin ayrı ayrı yollardan oraya giderek belli bir saatte hocanın evinin önünde toplanılmasını kararlaştırdık. O zaman Feneryolu istikametinde tramvay vardı. Kimi tramvayla ve kimi otobüsle gidecek ve aynı noktada buluşacaktık. Ben yalnız olarak Eminönü’nden Üsküdar’a ve Üsküdar’dan Kadıköyü’ne fgeçtim. Kadıköy’den tramvaya bindim. Tramvay Feneryolu’na geldiği zaman güzergahta arkadaşlarımızdan pek çoğuun jandarma kordonu altında olduğunu gördüm. Ali Fuad Hoca’nın evi tramvay yoluna nazaran bir sokak arkadaydı. Askerler orada pusuya yatmış ve peyderpey gelen her talebeyi yakalayıp tramvay yolu üzerinde toplanmışlar ve askeri nakil vasıtasalarının gelmesini bekliyorlardı. Bu durumu görünce tramvaydan inmedim. (135.dipnot/Diyaneti din düşmanı kemalizme râm etmek hususundaki faaliyetleriyle meşhur olan Tayyar Altıkulaç da o zaman Yüksek İslam Enstitüsü’nde bir talebeydi. Bizim tertiplediğimiz nümayişe o da katılmış imiş.. bunu hatıralarında anlatırken hakkımda sûizan tevlid edecek bir üslubla aynen şöyle demektedir: “Bir şeyler olduğunu anlamıştık. Ama ne olursa olsun deyip kalabalığa ulaştık. Bu birikintiyi bizden önceki tramvaylardan inenlerin oluşturduğu anlaşılıyordu. Bu sırada bir tramvay dolusu öğrenci de –bu manzarayı gördükleri için- durakta inmeyip yanımızdan geçip gitmişti. Vatmanın hemen yanında teşhis ettiğimiz Kadir Mısıroğlu, bizden daha akıllı davranan ve tramvaydan inmeyerek bu furyaya yakalanmamayı başaran öğrencilerdendi.” (Bkz. Tayyar Altıkulaç – Zorlukları Aşarken, Cilt:1, sf.102 vd. İstanbul 2011 basım) Bir durak daha gittikten sonra indim ve yolun karşı tarafına geçerek dönüş tramvayına bindim. O zaman Necip Fazıl Bey’in evi de Feneryolu’nda ve tramvay caddesi üzerindeydi. Tramvay caddesi üzerinde ve birkaç yüz metre kadar Kadıköy tarafında kocaman bir ahşap konaktı. Ona en yakın olan istasyonda indim. Necip Fazıl Bey’in evinden Ali Fuad Bey’e telefon edip kendisini teselli etmek istiyordum. Yol üstündeki arkadaşlarımızı muhasara etmiş bulunan askerlerin başındaki subay benim Necip Fazıl Bey’in evine girdiğimi görmüş. Elindeki işin ilk müsaid olduğu anda oraya gelmiş. Ben de telefon edip hemen evden çıkmıştım. Tesadüfen benden sonra oraya hiçbir şeyden haberi olmaksızın sırf üstadı ziyaret için gelmiş bulunan Mraşlı Ahmed Gökahmedoğlu adfındaki genci tevkif edip götürmüş. Bu arkadaşın hiçbir şeyden haberi olmadığı yolundaki itirazlarını asla dinlememiş. (647-648)

NACİ KAŞİF KICIMAN (1893-1982)

 -Benim kayınpederim Abdullah Vafıs Aydınarslan (1896-1949) talebeyken Yunan Harbi’ne iştirak etmiş İstiklal Madalyalı bir gaziydi. Gerçek bir Osmanlı askeri ve şeyh evladı olan (babası Nakşi şeyhlerinden olup Konya’nın musalla mezarlığında medfun Hacı Mustafa Nur’du) merhum kayınpederim aileden dinlediğim menkıbelerine göre mutasavvıf bir şahsiyetti. Aslen Dağıstanlı olup Erzurum’da doğmuş bulunan kayınvaliden Huriye Aydınarslan’la 1926 senesinde evlenmişti. Bende mahfuz olan düğün davetiyelerinde şayan-ı hayrettir ki; gelinin adı yazılı dğeilri. Bu o günün şartlarında ayıp sayılıyor ve evlenecek kız “falanın kerimesi” sûretinde zikrediliyordu. Bu durum bugün kadın hakları denilerek kadınların iffet ve mahremiyetlerinin ortaya dökülmüş olmasıyla nereden nereye gelmiş bulunduğumuzu ibretli bir şekilde göstermektedir. (669-670) Bilecik askerlik şubesi resii iken 1949 yılında vefat edip Şeyh Edebali haziresine defnolunmuş bulunan kayınpederim fevkalade dürüst ve hamiyetperver bir insanmış. (671-672)

AYHAN SONGAR (1927-1997)

-Prof.Dr.Ayhan Songar, 1927 yılında Gönen’de doğmuştur. Zira Kafkas asıllı olan dedesi Ömer Canbolat Bey mütareke yıllarında gönen’e yerleşmişti. Gönen’de o zaman yüzbaşı babası Nazmi Bey, Ömer Canbolat Bey’in kızı Fevziye Peyman’la evlenmiş Ayhan Songar By bu evlilikten dünyaya gelmiştir. Fevziye Peyman Hanım, Sultan II.Abdülhamid’in validesi Perestû Kadınefendi’nin yeğeniydi. Bu sebeple Ayhan Songar, Hanedanla hararetli bir şekilde alakadardı. (673) Meşhur Eşref Edip Bey, Songar’ın babasının dayısıydı. İsmet Paşa’ya şedit muhalifti. Bu durum onu Celal Bayar’la yakınlaştırmıştı. Muayenehanesinin duvarlarında Bayar’la birlikte çekilmiş resimleri vardı. Bir gün kendisiyle sohbet ederken İsmet Paşa’nın Afyon’un Altıntaş kazasındaki Yunanlılara karşı maruz kaldığı hazimeti anlatıyordum. İsmet Paşa’nın kendi hatasını örtmek için emrindeki subaylardan birini nâhak yere disiplini muhafaza için idam ettirmiş olduğunu söyledim. (140.dipnot/Dr.Rıza Nur, Hayat ve Hatıratım, Cilt:’, Frankfurt 1982, sh.729 vd.) Ayhan Bey, bu ifadem üzerine: “Bir değil iki subayı idam ettirmiştir. Onlardan biri de benim amcamdır” dedi. Ona sordum: “Sen Rıza Nur’un hatıralarını mu okudun?”; “Hayır henüz okumadım. Fakat bunu bana babam söylemişti.”diye cevap veri.(675-676-678)

AHMED FARUK ÖZERENGİN (1919-2001)

-1919 YILINDA İstanbul’da doğmuştur. Mehmed Abdürrahim Bey ile Fatma Nesime Hanım’ın çocukları olarak Kazım Karabekir’in iki damadından biridir. Onun Emel ismindeki kızıyla evlenmiştir. (696) Faruk Özerengin Bey’in elinde kendisine Kazım Karabekir Paşa’dan intikal etmiş olarak pek çok vesika vardı. Bunlardan bazılarını daha sonraki görüşmelerimde bana vermiştir. (708)

KAZIM KAP (1895-1980)

-Milli Mücadele’den sonra çeşitli sivil hizmetlerde bulunmuş olan Kazım Kap Bey İkinci Cihan Harbi’nde Said Şamil ile birlikte Hitler’in desteğiyle bir kere daha anavatanı Kafkasya’nın kurtarılmaıs için mücadeleye atılmışsa da Almanların mağlubiyeti üzerine bu teşebbüsten de bir netice hasıl olmamıştır. Bana anlattığına göre son zamanlarda Ordu vilayeti dahilinde bir maden işine girmekten dolayı zarurete düşmüş ve sıkıntılı günler geçirmiştir. O sırada idi ki şahsi arşivinden bazı vesikaları parayla satıyordu. Ben kendisiyle zannedersem 1978 senesinde böyle bir alışveriş vesilesiyle tanıştım ve kendisinden birkaç ehemmiyetli vesika satın aldım. (712)

-İsmet Paşa’nın zamanında fikir hürriyeti diye bir şeye tahammül edilmezdi. Bu gerçeğin sayısız tezahürlerinden birisi TBMM’nin birinci devresinde İzmit mebusluğu bilahare de iktisad vekilliği yapmış olan Hüseyin Sırrı Bellioğlu (1876-1958)’nun başına gelenlerdir. Sırrı Bellioğlu gazetelere Alman Harbi esnasında İsmet Paşa’nın takip etmekte olduğu siyaseti tenkid etden birkaç makale yazmış olmasından dolayı derdest edilerek mahkemeye çıkarılmış 1941 yılında tutuklanmış ve dokuz yıl dört ay hapse ve ömür boyu olarak siyasette yasaklanma cezalarına maruz bırakılmıştır. 31 Temmuz 1949 tarihinde cezasını tamamlayarak salıverilmiştir. Sırri Bellioğlu’nun bir kısım evrakı arşivimizde mahfuzdur. (726) Yazılarında hakaretamiz hiçbir söz mevcud olmadığı halde merhum dokuz sene dört aya mahkum olmuş ve bu mahkumiyetin Sultan Ahmed Cezaevi’nde tamamıyla infazından sonra serbest kalabilmiştir. Necip Fazıl, Sırrı Bellioğlu’yla hapishanede karşılaşmış ve onunla parmaklıklar arkasında bir fotoğraf çektirmiştir ki, bu fotoğraf Büyük Doğu’da kapak yapılmıştır. (727)

MÜNEVVER AYAŞLI (1906-1999)

-Onun evi bir müze görünümündeydi. Kendisi de Osmanlı’nın yıkılış hengamında pek çok devlet ricalini tanımış olmasından dolayı onunla görüşmelerimde eski İstanbul hayatını dinlemekten hoşlanırdım. Lakin kendisi şahsi müşahedeleri dışında hiçbir meselede bir derinliğe sahip olmadığından hatırat mahiyetindeki kitapları son dönem Osmanlı hayatını tanımak bakımından değerli olsa da pek çok güft ü gû ile doludur. Bu yıllarda yazdığı “Pertev Bey’in Üç Kızı” isimli romanı Türkçe hatalarıyla lebâlebdi. Mesela “Allah’a şükür” yerine “Hakk’a teşekkür” derdi. Nüfus kağıdının hamidi olması ile iftihar eder Sultan Hamid’e büyük bir hayranlık duyardı. Lakin ne onun hakkında ve ne de içinde yaşadığı cumhuriyetin ilk yıllarına dair ciddi bir tetebbuatı yoktu. (750)

-Vefatına kadar bir komşu olarak görüşmekte olduğumuz Münevver Ayaşlı belki de yaşadığı müddetçe istihbaratla alakası olduğunun da burada söylemeliyim. Zira Sıraselviler’deki Alman Hastanesi’nde bilhassa Alman Harbi esnasında vazife gören doktorların pek çoğunun istihbarat elemanı olduğunu nereden bilecekti. Bunları isim isim sayar ve bunlara dair hatıralar da naklederdi. Buraya şunu da ilave etmeliyim ki sonradan Ruslar’a iltica eden meşhur İngiliz casusu Kim Philby Alman Harbi boyunca onun yalısında kirada oturmuştur. Talebeliğinden beri Ruslara çalışan Kim Philby burada İngiliz entelijansının Ortadoğu başkanıyken iki dinli hareket ettiği öğrenilmiş ve İngilizler tarafından tevkif edilmek üzereyken Rusya’ya kaçmıştır. “Asrın Casusu” isimli hatıraları Türkçe’ye çevrilmiş, önce Milliyet Gazetesi’nde tefrika edilmiş sonra da kitaplaştırılmış olan Kim Philby bu hatıralarında “Janet Teyze” ismiyle bir kadından bahsetmektedir ki; bu Münevver Ayaşlı’nın kendisinden başka biri değildir. (754-755)

-Münevver Hanım bugün “Tesettür ahlakladır. Kadınların başının örtülmesi gerekmez” diyen Samiha Ayverdi cemaatinin şeyhi Kenan Rıfai’nin hamının da ölene kadar çarşafını hatta peçesini bile çıkarmadığına şahid olduğunu söylemiştir.(756)

Sebil Yayınları, 2016 basım.

CANLI TARİHLER 1.KİTAP – HAZIRLAYAN: SEZGİNCAN YAĞCI

  İSMAİL FENNİ ERTUĞRUL (MAYIS-HAZİRAN 1856- 29 OCAK 1946) - Bay İsmail Fenni Ertuğrul, Prof. Ziyaeddin Fahri Fındıkoğlu’nun fikri bir vec...