-Halbuki
bunlar, Dersimlilier de öz be öz Türk idiler. Hem de Oğuz neslinden, nispeten
kanının saflığını muhafaza etmiş halis Türk. Oradan hatıra defterime
yazdıklarımı aynen aktarıyorum, "Zavallı Türklük. Dört tarafından manen
maddeten hücuma uğramış; tarihi, dış güçlerin hilesi, ihaneti, tecavüzü ve
taarruzu ile dahilin cehaleti, körlüğü, binbir fesadı ve ihtilafları ile dolu.
İnsanları birlik fikrinde birleştirmek, kardeş hayatı yaşatmak isteyen din,
bize milletimizi unutturmuş aynı zamanda birlik değil fakat ihtilaf içinde
bırakmış. Şu zavallı Türk, beni "Sünni" diye sevmiyor; ihtimal ki,
bizim içimizde de onlara "Şii'dir" diye tiksinti ile bakanlar var.
Zavallı Türklük! (32-33)
-Bir
gün Başkumandan Vekili Enver Paşa, beraberinde Ordu Kumandanı Vehib Paşa ve
kurmayları olduğu halde kolordu karargahına gelmişler. Öğle yemeğini beraber
(kolordu karargahında) yiyor idik. Vehib Paşa esasen, Erkan-ı Habr Mektebi'nde
sınıf arkadaşı bulunan Kolordu Kumandanı Yusuf İzzet Paşa'yı Başkumandan
Vekili'ne takdim etmişti. Yemekte de söz olsun diye Yusuf İzzet Paşa'nın
Kafkasya Nârı müellifi olduğunu söyledi. Herhalde Enver Paşa Kolordu
Kumandanının aşırı Çerkesçi olduğunu biliyormuş. Çehresini o anda
hiddetlenmenin verdiği bir kırmızılık bürüdü. Gayet ciddi, vakur, aynı zamanda
da hissolunacak derecede asabi lisan ile, "Burası Türk ilidir ve bu ordu
bir Türk ordusudur, bu orduya mensup olan herkesin vazifesi evvela Türk
olmaktır. Türklük'ten gayrı bir milli inanca sahip olanlar istediği yere
gidebilirler" demişti. Vehib Paşa söylediğine söyleyeceğine pişman olmuş,
aynı zamanda yemek masasını derin bir sükût kaplamış idi. (11.dipnot/Metnin
orijinalinde derkenarda "Enver Paşa'nın Yusuf İzzet Paşa'ya Çerkeslik için
ihtarı" şeklinde not düşülmüş) (35)
-Vaktiyle
İran hükümdarlarından, "Nadir Şah" Osmanlı Devleti'ne, "Şiiliği
bir mezhep olarak tanıyınız. Türk ve İslam arasındaki şu ihtilaf kalksın. Siz
Osmanlılar batıda, biz İranlılar burada Türklüğün yücelmesine çalışalım"
demiş. Ve fakat şu temiz ve milliyetperverane olan talep meşihat makamının
bağnaz ve idraksiz zihniyetinde bir yer bulamamış idi. Münevverlerimiz
Meşrutiyet devrinde olsun memleketi idare edenlerimiz bundan bir ilham almamalı,
İslam ailesi dahil milyonlarca insanın kabul ettiği bir mezhebi sümme't-tedarik
reddetmekle ancak İslam vahdetinin kırılacağı düşünülmemeli mi idi? (49)
-Halk
o kadar hükümetten soğumuş bulunuyor idi ki, velev haklı, hak ve adaletin
gereğine uygun dahi olsa hükümet namına yapılan her icraat onu tiksindiriyordu.
Bu ruh halinin karakterimiz üzerinde izlerini bugün dahi görmekteyiz. Bugün
kanuna, nizama aykırı gelmiş bir mesulü himate etmeyi onun suçunun sabitliğine
işaret edecek vesaikaları adalete bildirmekten çekinmeyi, alicenaplık ve
mertlik belirtisinden addeden Türk eşkıyalara, başıbozuklara destanlar tertip
eden Anadolu bu ruh hali ile ancak hükümete karşı güvensizliğini göstermiş,
hükümetini kendisinden addetmemiş olmuyor muydu? (56-57)
-40.dipnot/Hazret-i
Ali'nin bir sözü rivayet olunur, "Çocuklarınızı ancak kendilerinin içinde
yaşayacaklaı zamana göre terbiye ediniz" dermiş. Baştan aşağı bir hikmet
ve pedagojide değişmez bir kural olan bu söze bilgisizliğimizden pederim beni
her şeyden ziyade izzet-i nefsime, benlik ve haysiyet-i şahsiye hislerime
düşkün olarak yetiştirmişti. Zamanımın hayat ve ihtiyacatına uymayan bu
yetiştirme tarzının ben çok elem ve ızdıraplarını, zarar ve ziyanlarını çektim
ve halen çekiyorum. (66)
-Anavatanımız
kısmen düşman ayağı altında inler, otuz-kırk milyon ırkdaşımız Çarlığın esaret
ve boyunduruğunda mihnet ve ıztırap çeker iken vaktiyle Türk ordularının Viyana
kapılarında Fransa içlerinde, İtalya arazisinde işi ne idi? Nesli, dili, dini,
kültürü ayrı olan ecnebi milletlere jandarmalık yapmak, Türk olmayan
toprakların müdafaa ve muhafazası için Türk çocuğunu, Türk ordularını
saygısızca heder ve telef etmek bu ne büyük gaflet ne kadar kör bir siyaset
imiş. Her milletin şuurlandığı ve milli heyecan ile coştuğu son asırda biz Osmanlı
devlet ve Türklerinin bu milli hissisliğimizi, bu korkaklık ve yüreksizliğimizi
tarih ve torunlarımız acaba nasıl muhakeme edecektir? (72-74)
-Doktor
Rıza Nur'un Türk Tarihi namındaki eserinin birinci cildinde Mondros Mütakeresi
bahsinde, "Mütarekeyi imza eden Rauf Bey, İngiliz Amirali (Kaltrop)'un
(49.dipnot/ İngiliz Akdeniz Filosu Komutanı Amiral Calthorpe) baskısıyla
hükümetten talimat gelmeden müttefiklerin verdikleri sözlü teminata inanarak
imza etmişti. Bu konuda Anadolu Millî Mücadelesi zamanında Rauf Bey'den bizzat,
"bizi aldattılar" sözünü birkaç defa işitmişimdir. "Bu mütareke
imza edilmiş idi. İngilizlerle Fransızlar arasındaki rekabetten dolayı daha
ucuz bir mütareke anlaşması belki de mümkündü" diyor. Darılmasınlar amma
herhalde devletin hayatı ve kaderi mevzubahis olduğu bir anda düşmanlara
aldanmak, böyle mühim meseleyi müzakereye memur bir siyasi için şerefli bir
hadise olmasa gerek. Şimdi ne yapılacaktı? Son ana kadar "sonunda
zafer" teranesiyle memleketi, halkı aldatan tek taraflı sul taraftarı
göründüğü için Yakub Cemilleri kurşuna dizen vatanperver arkadaşlar: Talatlar,
Enverler, Cemal Paşalar felaketle yüzyüze gelindiği bir zamanda herhangi adi
politikavılar gibi vatanı da milleti de terk ederek sevgili hayatlarını
kurtarmak kaygısıyla bavullarını alıp İstanbul'dan kaçmışlardı. (84)
-Doğrusunu
söylemek lazım gelirse Türk tarihinde Vahideddin gibi bir padişah, Ferid
ayarında uğursuz, kötü bir sadrazam görülemez. Ferid Paşa memlekete hizmeti
dokunmul ne kadar milli kurum var ise yıkıyordu. Bu cümleden Donanma
Cemiyeti'ni de "Bir İttihat ve Terakki ocağıdır" vehmiyle kaldırdı.
(89)
-Mustafa
Kemal Paşa öteden beri gerçi fazlaca işrete ve sefahete meyilli ve ahlaki
kayıtlara riâyetkar olmamakla beraber hudutsuz bir ihtirasa da sahiptir, diye tenkit
olunurdu. Fakat çok zeki idi. (95)
-Bir
gün Yeşilköy'de bir mevlüd cemiyetinde Ferid Paşa Hükümeti'nin hararetli
taraftarlarından meşhur Hoca Mustafa Sabri ve Refik Halid Bey ve efendilerle
buluşmuştum. Mustafa Sabri Efendi, Anadolu'nun hassasiyetiyle pervasızca
eğleniyor; Mustafa Kemal Paşa ve taraftarlarıyla ağır surette alay ediyordu.
Onun fikrince bu bir "İttihat ve Terakki" oyunu idi. İşin başında
bulunanlar "Memleketi müdafaa edecek ve kurtaracağız" bahanesiyle
zaten elinde avucunda bir şeyleri kalmamış olan milleti son bir defa daha
soyacaklar. Ondan sonra çoktan anlaştıkları Ruslara, Bolşevik diyarına
katılacaklardı. Bu hainlik idi, alçaklık idi. Buna inanmak ise hayvanlıkrtan
daha beter bir şuursuzluk idi. Dayanamadım karşılık verdim Gerçi bu karşılık
benim için büyük bir tedbirsizlik sayılabilirdi. Çünkü esasen ben orada saklı
gibi birşeydim. Muhatabımın ise beni hemen Kürt Mustafa Paşa'nın Divan-ı
Harbi'ne göndermeye kudreti aşikardı. Ne çare? Zabtım mümkün olamamıştı. (99)
--Olayları,
tabii seyri üzerinde sırasıyla takip edenlerce bilinmesi lazımdır ki memleketin
kurtuluşuna yönelik bugün bu milli teşkilat ve harekât şu veya bu şefin bir
eseri olmaktan ziyade düşmanlarımızın hileli bir mütareke ile memlekete
uygulamak istedikleri taksim ve istila kararlarının milletin vücdanında
uyandırdığı bütün kızgınlığın fiili bir görünümü idi. Bunu görmemezlikten
gelerek şu veya bu ferdin bir eseri gibi göstermek yalnız bir gaflete düşmek ve
tarihe karşı hakikati gizlemek değil, aynı zamanda Türk Milleti'nin kendi
istiklal ve hakimiyetine karşı olan büyük hassasiyetine nanköt bir
hürmetsizlikte bulunmak demektir. Zaten hangi bir toplumsal hadise, bir değişim
bir ferdin eseridir? Tek bir kişinin kârıdır. Görünürde o hadise üzerine etkili
gibi gözüken bir şef bile gerçekte o hadiseyi yapan milletin ruhunda,
hissiyatında, iman ve inancında menkuz bir sebepler dizisinin yarattığı bir
varlık değil midir? (141-142)
-Birinci
İnönü mukavemeti, bu harpte Yunanlılara karşı ordunun ilk başarısı idi. Manevi
gücü yükseltmek, netice ve zafer hakkında endişeli bulunanların ümit ve
cesaretlerini takviye etmek için bu hadiseyi layık olduğu derecede şişirerek
kamuoyuna büyük bir zafer şeklinde göstermek o an için pek lüzumlu ve asla
ihmal edilmeyecek bir siyaset idi. Bu yapıldı. Batıda İsmet, güneyde Ref'et
Beyler zamanın birer İskenderi gösterilerek edebi kıymetine paha biçilemeyecek
derecede veciz, sanatlıi gözleri kamaştıracak, insana hakikati görmeye mani
olacak mertebede elde edilmiş tebriknamelerle takdir edildiler. Ve bu şahane
takdirnameler mecliste açık celsede okundu. Gazetelerle, risalelerle nutuklar
millete neşrolundu. Ref'et Bey, reis ile beraber yürüdüğü müddetçe bu şerefli
halde idi. İsmet Bey ise son zamana kadar Gazi'nin solu gerisinde, binaenaleyh
hep bu şan ve şeref kitabesinin içinde kaldı. Hakikat şu idi: Yunanlılar
kendilerine katılan Edhem ve kardeşlerinin ordu aleyhindeki abartılı
açıklamalarına inanmış, bilhassa Edhem ve kuvvetlerini kendi saflarında görerek
bu harekata hazır olmadıkları halde bedava bir zafer elde etmek hayali ile
vakitsiz harekete geçmişlerdi. İhtimal Yunanlılar bir ordu ile
karşılaşmayacaklarına da ikna edilmişlerdi. İnönü'de karşılarında düzenli bir
kuvvet görünce Edhem ve kuvvetlerinin iki gün içinde perişan ve darmadağın
olduğunu dikkate alarak Yunanlılar muharebeyi bırakıp geri çekildiler. Bunula
birlikte 1337 senesi Ocak başlangıcı Türkiye'nin mukadderatı üzerinde mutlu ve
hayırlı günler olmuştur. İnönü Muharebesi daha ziyade Kütahya Ovası'ndaki
bastırma harekatı, Ankara'daki "Büyük Millet Meclisi Hükümeti"ni bir
çete hükümeti olmaktan kurtarmış, küçük ve fakat düzenli, kanunlara uyan bir
orduya sahip hukuki, kanuni, halkçı bir devlet vasfına sokmuştu. (166)
-Gene
bir gün Reis Paşa kendisine muhalefet eden Mersin Mebusu Selahaddin Bey'e
mecliste, "Sen İngiliz torpidosuyla Anadolu'ya geldin" demişti. Bu
söz, çoğunluğu muhalefetin samimiyetinden şüpheye düşürmek, vuku bulan
itirazları birtakım gizli emellere bağlı göstermek için yine kasten
söyleniyordu. Selahaddin Bey cevaben "Benim ne suretle İngiliz
torpidosuyla geldiğimi siz pekâlâ bilirsiniz. Ondan sonra bana devletin
silahlı, mühim bir kuvvetini bırakan, Sivas Kolordusu'na kumandan tayin eden
siz; nihayet mebus olarak seçilmeye işaret eden yine sizsiniz. O zaman ne için
İngiliz torpidosuyla geldiğim dikkate alınmadı? Düşüncelerimizi serbest
söylediğimiz, doğruluğuna inandığımız, fikirlerimizi müdafaa ettiğimiz için mi
şimdi ima ile isnatlarda bulunmak isteniliyor? Günahtır, günah" demişti.
Selahaddin Bey sözlerine şunu da ilave edebilirdi, "Siz de vaktiyle
Vahideddin tarafından hususi bir itina ile ve kim bilir ne gibi ihsan ve
vaatler ile Anadolu'ya gönderilmiş idiniz. Vicdanlarına muhalefet etmiş olmamak
için bugün kimse size karşı böyle bir taktikte bulunmak istemiyor."
(181-182)
-İtiraf
mecburiyetindeyim ki Birinci Büyük Millet Meclisi’ni ondan evvelki bütün kanun
yapan meclislerden ayıran genel özellikleri olarak azasının daha ziyade halkı
temsil etmesinde, hususi olarak yüce kapısında temiz ve aynı zamanda kudretli
karakterde bir muhalefet bulundurmasında idi. (193)
-Teceddütperverler,
Batı Medeniyeti’nin bu bariz üstünlüğünü görüyor, onun sebeplerini ve gerçek
yol göstericilerini biliyor; bu medeniyeti bir bütün halinde bütün esaslarıyla,
ruhuyla, şekliyle almak istiyordu. Bana gelince ben bu teceddütperverlerin hem
de ön safında bulunuyordum. “Batı Medeniyeti’ni kabul edersek milliyetimizi
kaybederiz, dinimiz elden gider” bu söz manasız bir korku; bir safsata mahsulü
idi. Batı Medeniyeti milliyetleri yok etse Batı’da bugün olgunlaşmış bir
Almanlık, onun yanı başında bir Fransız, biri de İngiliz vd. milliyetleri yaşar
mıydı? Bilakis “reel” olan bu idi ki, bir toplumda medeniyet derecesi arttıkça
milliyet fikri yükseliyor ve kuvvetleniyordu. Dini ise bu mevzuya karıştırmak
büsbütün manasızdı. İnsanları ruhen, seviyeten yükseltecek, ruha her türlü
anlamın başlangıcı olan muhabbetullahı, vicdanlara ahlak, fazilet ve
vazife-iştiyaklar telkin edecek, insanlara irade bağlayacak bir dinin siyasetle
alakası ne olabilirdi? (240-241)
-Bir
aralık söz, Tiflis’te Ermeniler tarafından şehit edildiği duyulan Cemal Paşa’nın
vurulması meselesine geldi. Başkumandan Paşa çok müteessir bir vaziyet alarak
Aralof yoldaşa, “Rusya Devleti’nin hüküm ve nüfuzu altındaki bir memlekette bu
cinayet yapılsın ve katiller tutulamasın, bu çok dikkat çekicidir. Emin olunuz
ki başta ben olduğum halde Türkiye’de bütün halk bu hadiseden cidden büyük bir
ıztırap ve teessür duymaktayız. Bunu Moskova’ya böyle yazmalısınız” diyor.
Aralof yoldaş da üzülerek, “Herhalde intikam peşinde koşan bir Ermeni olması
lazım gelir. Katilin tutulup cezasını göreceğine” dair Paşa’ya söz vermeye
çalışıyordu. (254)
-Mecliste
bir kısım aza üzerinde öteden beri Mustafa Kemal Paşa’ya bir güvensizlik var
idi. Her nedense Mustafa Kemal Paşa’nın hudutsuz bir ihtiras taşıdığı, mutlaka
devlet reisi olmak, ondan sonra da keyif ve hevesine uyarak memlekette istediği
gibi hükmetmek isteyeceği hakkında birçok mebuslar endişe besliyorlardı. Esasen
sırf bu endişe sebebi ile Mustafa Kemal Paşa daha Milli Hareket’in
başlangıcında Erzurum Kongresi’ne kabul edilmek istenilmemişti. (301)
-Erzurum
ve Sivas kongrelerinden sonra da İstanbul gibi, Erzurum gibi mühim müdafaa-i hukuk
merkezlerinin Heyet-i Temsiliye ile olan muharebeleri araştırılırsa, bu
itimatsızlığın bariz vesikalarına tesadüf mümkündür. Fevzi ve İsmet Paşaların
bile kalplerinin derinliklerinde, hakkında itimatsızlık ve endişe hisleri saklı
duran Mustafa Kemal Paşa’ya mecliste bir kısmın bilhassa İkinci Grup’un emniyet
göstermemeleri hiç de garip görülemezdi. Son zamanlarda Fikriye Hanım’ın
intiharı, bir mektepli kızın gece mektepten aldırılarak Çankaya’ya getirilmesi
söylentisi, mebus Ali Şükrü Bey’in boğdurulması vd meseleleri mecliste zaten
bulanık olan havayı büsbütün karartmış; mevcut endişe ve itimatsızlığı daha
ziyade artırmıştı. (303)
-Muhitteki
son alakasızlıkta fırka ve siyaset “taktik”inin de etkinliği aşikardı. Erzurum
Kongresi’ne zor ile ve yalnız Kazım Karabekir Paşa’nın ısrar ve işaretiyle
kabul edilen Mustafa Kemal Paşa “Heyet-i Temsiliye Riyaseti” mevkii icabı
mücadele esnasında her hadisenin başında gözükmüş, savaşa ait bütün başarıları,
hatta tek başına milli kalkınma hadisesini bile kendi ilhamının eseri gibi
göstererek şahsa mal etmek eğilimine düşmüş. Bazı yakınları da onun sürekli
artan nüfuz ve büyüklüğünü fırka ve kendi menfaatlerine uygun bularak sürekli
beslemiş ve büyütmüş, onun zekası deha derecelerine çıkarılmış, mevcudiyetine
adeta insan üstü bir mahiyet verilmek istenilmiş. Her şeyi o yapmış olmuş.
Kendisine dahi, Türklük milli peygamberi vd. daha bilmem neler denilmiş. Millet
ile hakikat arasına, hakikatin gösterilmesine mani bir perde gerilmiş. (308)
-Ortada
bir fırka vardı. Onun meclisteki grup teşekkülü icabı kuvve-i icraiyyeyi
kontrolde dahi ihmalkar idi. O fırkanın bir harici teşkilatı, kulüpleri,
ocakları görülüyordu. Oraya bağlananlar da devlet ve memleket işlerinde görüş,
düşünüş ve görüş birliğinden uzak sebeplerle bu oluşuma girmiş bulunuyordu.
Daha doğrusu bu fırka değil; adeta bir yeni “din” idi. Nasıl ki bir dinde Allah
tarafından kendisine indirilen vahiy ile işleri yürütür bir peygamber başta;
onun etrafında ashap bulunur, ümmet ve ümmet içinde fert yalnız kendilerine
tebliğ olunan kuralları tartışmasız kabul ve o kuralların icaplarını yapmaya
mecbur tutuluyor idiyse bunda da baştaki “dahi” denilen zatın düşünceleri emir
ve iradeleri bazen bizzat, bazen de yakınları vasıtasıyla gruba, fertlere tebliğ
kılınır ve o tebliğ hemen itirazsız icra olunuyordu. Yalnız bu dahi ilhamını
vahiy suretiyle ilahi bir canipten alamıyordu. O bunu, muhitten almayı
düşünmüştü. Ve zaten Mustafa Kemal Paşa peygamberlerin dahi ilhamlarını, içinde
bulundukları hadiselerden ve muhitlerden aldıklarına inanmış idi. Mustafa Kemal
Paşa, muhitine muhtelif karakterde görüş, düşünüş ve telakkileri ayrı ve biri
diğerine karşı olmak üzere her çeşit zevatı toplamıştı. O yalnız
muhitindekilerden bir özellik istiyordu: Kendisine bağlı kalmak ve bu
bağlılıkla yalnız onun tasavvur ve düşüncelerine, teşebbüslerine destekçi ve
alet olmak. (328)
Timaş Yayınları, 2014 basım,
1.baskı.