MÜNİP HAYRİ ÜRGÜPLÜ (1905-1979)
-Burada şunu söyleyeyim ki, ben Abdülkadir Es Sufi’yi 1969
senesinde Norwich’teki evinde ziyaret etmiş ve O’nun Müslüman oluş hikayesiyle
Norwich’ten İspanya’ya uzanan faaliyetleri hakkında bilgi edinmiştim. O bir
halı tüccarı olarak Fas’tan devamlı surette mal almaktayken Müslümanlarla
teması neticesinde Müslüman olduğunu anlatmıştı. Norxich’te bir cami tesis
etmiş ve cemaat oluşturmuştu. Günün birinde buraya merak saikıyla yolu düşen
birkaç İspanyol hippisini İslam’a kazandırdıktan sonra onların teşvikiyle
İspanya’ya intikalle burada takdire şayan hizmetler ifa etmeye başlamıştır.
(24-25)
-Münip Hayri Bey, Sebil dergimizin ilk sayısı yayınlandıktan
(2 Ocak 1976) birkaç gün sonra yazıhaneme geldi. Bu dergide Kazım Karabekir
Paşa’nın henüz yayınlanmamış olan hatıralarından bir bölümü “Nasıl Hristiyan
Olacaktık?” başlığı altında nakletmiştik. Bunu okumuş. Bununla ilgili olarak
yayınımızı teyiden şunları anlattı: “Ben bu meseleyi bir zamanlar Millet
Partisi’nin reis-i umumiliğini yapmış olan Dr.Mustafa Kentli ile konuşmuştum. O
Hristiyanlığı kabul maksadıyla bu dini incelemek üzere kurulan heyette
vazifeliymiş. Bana dedi ki: “Ben çalışmalarına altı ay kadar devam eden bu
heyette başından sonuna kadar bulundum. Hristiyanların asli kaynaklarını
inceleyerek bu dinin muhtelif meselelerdeki görüşlerini tesbit ediyorduk. Zaman
zaman M.Kemal Paşa bizi çağırarak falan, filan meselelerde Hristiyanlığın
görüşü nedir diye soruyor biz de o ana kadar yaptığımız incelemelerin
neticesini arz ediyorduk. Bazen bu meseleyi henüz incelemedik diyerek müteakib
çağırmasından önce o meseleyi anlamaya çalışıyorduk. Umumiyetle aldığı
cevaplardan memnun olmuyor yüzünü ekşitiyordu. Bazen de söylediklerimize
inanası gelmiyor: “Böyle bir saçmalık olmaz, medeni insanlar böyle bir şeye
nasıl inanır?” tarzında cevaplar veriyordu. Nihayet bir gün bizi yine huzuruna
çağırdı. Tepeden tırnağa hıristiyanlığın muhtelif meselelerindeki görüşlerini
hülasaten naklettik. Bunun üzerine: “Bırakın bu işi bu bizimkinden de b.. imiş”
diyerek çalışmamıza son vermemizi istedi. Bu heyet Hariciye Vekaleti bünyesinde
teşekkül ettiği için çalışmamıza dair evrakı bakana teslim ettik. O da bunları
arşive kaldırdı.” (30)
HAMZA OSMAN ERKAN (1897-1968)
-Şeyh Şamil’in damadlarından Medine muhafızı Osman Paşa’nın
oğludur. Cenevre Üniversitesi ile Paris’teki Yüksek İktisad mektebi mezunudur.
Osmanlı Bankası’nın Paris şubesinde memuriyete başlamış sonradan Osmanlı
Bankası ve Türkiye İş Bankası şube müdürlüklerinde bulunmuştur. Osmanlı‘nın
son döneminde İttihat ve Terakki Partisi’nin kurduğu “Teşkilat-ı Mahsusa”
adındaki istihbarat teşkilatında vazife almıştır. Birinci Dünya Savaşı
sonlarına doğru Kafkas muhacirlerinin Irak’ta oluşturdğu “Osmancık Gönüllü Taburuénda
fiilen İngilizlerle çarpışmıştır. Irak’ta Mentefek emini Uceymi Sadun Paşa’nın
(7.dipnot/ Tafsilat için bkz. Kadir Mısıroğlu, Filistin Dramı’nın
Düşündürdükleri, sf.78 vd.) biz Irak’tan çekildikten sonra Osmanlı sancağı
altında İngilizlerle yaptığı mücadeleyi anlatan yegane görgü şahididir.
(8.dipnot/Tarih Konuşuyor Dergisi, İstanbul, Temmuz 1964, s.4, sh:488 vd.)
O’nun savaş hatıralarını anlatan “Bir Avuç Kahraman” (İstanbul 1946) adıyla
yayınlanmış bir kitabı da vardır. Başta Resimli Tarih Mecmuası olmak üzere
gazete ve dergilerde yazılmış birçok yazısı vardır.(42)
SÜLEYMAN FAİK ŞAHİNBAŞ (?-1982)
-Sultan Vahideddin’in seryaveri Ahmed Avni Paşa
(1876-1934)’nın oğludur. Babasıyla beraber sürgünlerde dolaştıktan sonra
İstanbul’da yerleşmiştir. Benimle görüşmeye başladığı zaman bir fabrikada
muhasebecilik yapmaktaydı.
-O Cemal Kutay ki, ahir ömründe kendisinin Şamanist olduğunu
iftiharla nakletmiştir. (14.dipnot/ Tarih ve Düşünce Dergisi, Mart 2000,
sayı:3, sh.17 vd.)(54)
CELAL TÜRKGELDİ (1891-1966)
-Mabeyn başkatibi Ali Fuad Türkgeldi’nin oğludur. İstanbul
Hukuk Fakültesi mezunu olup çeşitli adli vazifelerde bulunmuştur. 9. ve
10.dönem İstanbul milletvekilliği yapmıştır. (65)
İSMAİL HAKKI OKDAY (1881-1977)
-Son sadrazam Tevfik Paşa’nın oğlu olan İsmail Hakkı Okday
1881 yılında babasının büyükelçi olarak bulunduğu Atina’da doğmuştur. Bu aile
aslen Kırım asıllıdır. Annesi İsviçre doğumlu bir Protestan hanım olan Afife
Hanım’dır. Bir miktar Galatasaray Lisesi’nde okumuşsa da Harbiye’ye girerek
subay çıkmıştır. Ayrıca Prusya Harp Akademisi’nde eğitim görmüştür. (69) Sultan
Vahideddin’in kızı Fatma Ulviye Sultan’la evlenmiş, bu evlilikten Hümeyra Hanım
Sultan dünyaya gelmiştir. (69)
-Başka bir seferinde Sultan Vahideddin’in M.Kemal’in
Anadolu’ya gönderilişi esnasında olup bitenlere dair ne bildiğini sormuştum. O
cevabında padişah’ın M.Kemal’i güçlükle ikna ettiğini söylemiş ve M.Kemal
Paşa’nın Nutku’nda bile bunun nef’i (sürgün) ve teb’id (uzaklaştırma) sandığını
zikrettiğini ifade etmişti. O sırada M.Kemal’in İstanbul’da kalarak Harbiye
Nazırı veya sadrazam olmak yolunda faaliyette bulunduğunu Mondros
Mütarekenamesini imzalayan İzzet Paşa kabinesinin azli üzerine yeni hükümeti
kurmaya memur edilen babasının kurduğu hükümetin mecliste güvenoyu almaması
için gayret sarfetmiş bulunduğunu ifade etmiştir ki; bunların hepsi doğruydu.
(73)
TARIK MÜMTAZ GÖZTEPE (1891-1977)
-Tarık Mümtaz Bey 1891 yılında İstanbul’da doğmuş olup
Kafkas asıllıdır. Kara Harp Okulu’nu bitirerek topçu subay olmuştur. 9.harbiye
nazırı ile sadrazam Damad Ferid Paşa’nın yaverliğinde bulunmuştur. 1919-1921
yılları arasında aylık “Ümid” isimli bir edebiyat dergisi çıkarmıştır.
Eskilerin tabiriyle “sâhibüsseyf-i vel kelam” bir zattı. Yüz ellilik listesine
dahil edilerek yurt dışına çıkmak mecburiyetinde bırakılmıştır. Önce
Bulgaristan’a gitmiş, buranın Eskicuma şehrinde “Rumeli” adlı bir gazete
çıkarmıştır. Bu gazeteye Aşık Garip, Muhacir Baba gibi takma adlarla yazılar
yazmıştır. Sonra Suriye’ye geçmiş burada henüz bize intkal etmemiş olan Antakya
Lisesi’nde spor muallimliği yapmış ve böylece geçinmeye çalışmıştır. Gurbete
çıkarken cebinde sadece yüz lirası varmış. O da Sultan Vahideddin’in Ümid
Dergisi için kendisine verdiği abone parasıymış. (19.dipnot/Tıpkı kendisi gibi
yüz elliliklerden olan Refik Halid Karay da benzer bir durumdaymış. O da
hatıratında şöyle diyor: “Vahideddin Han’ın yazılarımı lezzetle okuduğunu
bilmem başka fasıllarda yazdım mı idi? “Ay Dede” çıkarken bana abone bedeli
olarak iki yüz lira göndermişti. Parayı bir tarafa atıp saklamıştım. İstanbul’u
terk ederken vapur biletimi padişahın o yüzerlik iki banknotuyla tedarik ettim.
Bu acayip bir tesadüftür. (Refik Halid Karay, Minelbab İlelmihrap, İstanbul,
1964 basım, sf.212) Şam’a giderek burada “Musavver Sahra” isimli bir mecmua çıkarmış,
sonra Kuneytra’da Adigece,Fransızca, Arapça ve Türkçe lisanlarıyla yayınlanan
Marg gazetesini ardından 1928-1931 yılları arasında Hacivat Karagöz’ü (1933)
İskenderun’da ise Ayyıldız isimli gazete ve dergiler çıkarmıştır.
Yüzelliliklerin afvından sonra Türkiye’ye gelerek Yeni Sabah, Zafer, Yeni
İstanbul, Tasvir ve Yeni Köylü gibi gazetelerde çalışmış; Ankara’da 1965
yılında “Kadı Emmi” adıyla bir köylü gazetesi yayınlamaya başlamıştır.
Denilebilir ki; askerlikten çok gazetecilik ve yazarlık yapmış olan Tarık
Mümtaz Göztepe, Ankara’da 1977 yılında vefat etmiştir. (81-82-83)
SALİH NİGAR KERAMET (1885-1987)
-1848 Macar İhtilali’ne Osmanlı Devleti’ne sığınmış bulunan
Macar Osman Paşa’nın torunudur. Salih Nigar Keramet, Türk Edebiyatı’nın
şairelerinden meşhur Nigar Hanımın oğlu idi. (92) 1.Cihan Harbi başladığında
ateşe olarak tayin edildiği Viyana’da İtalyan asıllı bir hanımla evlenmiştir.
Viyana dönüşü Abdülmecid Efendi’nin hususi katipliğini yapmış, hanedan
yurtdışına çıkarılınca onunla birlikte önce Cenevre’de sonra da Paris’te
yaşamıştır. 1944 yılında Abdülmecid Efendi Paris’te vefat edince onun teçhiz ve
tekfiniyle alakadar olarak Paris Camii’nde tahnid edilmiş, cesedini Türkiye’ye
nakletmek için takriben on sene uğraşmışsa da muvaffak olamayarak sonunda
Abdülmecid Efendi’nin naşı Medine’ye nakl olunarak Cennetülbaki’ye
defnedilmiştir.(92-93)
CELAL BAYAR (1883-1986)
-Bunun üzerine kendisine bir iki sual tevcih ettim.
Bunlardan biri şuydu: “Milli Mücadele esnasında Ruslar’dan alınan beş milyon
rublelik yardımın beş yüz bininin silah alınması maksadıyla Almanya’ya
çıkarıldığı bu iş için oraya gönderilen Nuri Conker’in de bu parayı bir tek
mermi satın almaksızın kamilen fahişelerle yediği söylenmektedir. Bu hadisenin
Meclis’e intikali sebebiyle siz bu meseleyi tahkik maksadıyla Almanya’ya
gönderilmişsiniz. Bu doğru mu?”; “Evet tamamıyle doğrudur.”; “Peki
tahkikatınızın neticesi ne oldu? Hakikaten Nuri Conker o sıkıntılı zamanda bu
parayı silah almayarak hovardalıklarda mı harcamıştır?” Yine cevap verdi: “Evet
tamamıyle öyledir. Ben bu husustaki raporumu Atatürk’e sundum.” Sözün burasında
derhal sordum: “Nuri Conker’e bir şey yapıldı mı?” , “Hayır yapılmadı. Bu
mesele örtbas edildi.” Dedi. Tabii bu hıyaneti örtbas eden M.Kemal Paşa’nın
kendisiydi. Ama onun hassasiyetini bildiğim için bir şey söylemedim. Nuri
Conker Selanik’ten M.Kemal Paşa’nın çocukluk arkadaşıydı. Onun bu denaetine
koruyucu M.Kemal olunca kim karşı çıkabilirdi? (102-103)
-Bu mevzudaki muhtelif kaynakların karıştırılmasından ortaya
çıkan gerçek şudur: Ruslar harp bitene kadar her sene iki taksitte ödenmek
üzere “on milyon ruble” vermeyi vaat etmişlerdi. (29.dipnot/ Bkz. Yusuf Kemal
Tengirşenk, Vatan Hizmetinde, İstanbul 1967, sh.229’da: “Muahede ile beraber
malumumuz olan iki beyanname teati edilen zamanda Çiçeron tarafından Türk
Hey’eti Murahhasası Reisi’ne hitaben Rusya Cumhuriyeti Hükümeti’nin 1921’den
itibaren Türkiye’ye ihtiyacat-ı iktisadiyesi için her sene altın olarak on
milyon ruble vereceğini mutazammın bir mektup alındı. Paranın beş milyonu
derhal yola çıkarılacaktır” demektedir. “Silahların gönderilecek ilk kısmının
takarrur eden listesini de iki güne kadar Hariciye Komiseri, sefir Paşaya
resmen tebliğ edecektir…”demektedir.) Fakat bunun ilk taksidi olan sadece “beş
milyon”unu fiilen ödemişlerdir. (30.dipnot/Ali Fuad Cebesoy da Yusuf Kemal
Bey’i teyiden: “Moskova Muahedesi’nden sonra Ruslar vaadlerini yerine getirmeye
başlamışlar, bir miktar harb malzemesi ile “on milyon rublelik altının yarısını
göndermişlerdi.” Fakat Gümrü’yü vaktinde boşaltmamamız ve Gürcistan dahilinde
Ahıska ve Batum’u muvakketen işgal etmemiz üzerine Hariciye Komiserliği’nde
lehimize dönen hava birdenbire değişmişti. Yeniden türlü türlü müşkülat
çıkarmışlardı. Mesela yardım nakliyatını durdurmuşlar, esirlerimizin
toplanmasında çok lakayt davranmışlardı…” demektedir. Bkz. Moskova Hatırları,
İstanbul, 1955 basım, sh.154-155) Bunun da bir kısmı silah temini için Almanya
üzerinden, mütebakisi doğrudan doğruya verilmiştir. Tabiatiyle miktarı hakkında
muhtelif rivayetler mevcud olan bir miktar da silah ve askeri malzeme
alınmıştır. Ruslar 1921 yılından itibaren her sene vermeyi taahhüd ettikleri
halde ilk yılın taahhüdünü yüzde elli eksik olarak ifa edip beş milyon ruble
ödedikten sonra bir daha asla hiçbir şey vermemişlerdir. Çünkü gaye Türkiye’ye
ciddi ve hayati bir destek sağlamak değil, bir müddet için bu niyeti taşıyormuş
gibi görünerek yukarıda ifade edilen avantajları sağlamaktı. İşini gördükten
sonra niçin yardımına devam etsin? Moskof için verilen sözün bir kıymeti mi
olur? (108-109)
-Tekrar Celal Bayar bahsine avdet edersek ona başka bir sual
sordum: “İkinci İchan Harbi esnasında Almanlar işgal ettikleri on iki adayı
bize devreip çekilmek istemişler ancak o sırada Başvekil olan Şükrü Saraçoğlu,
İnönü’nün direktifiyle bu talebi reddetmiş” deniyor. Bu hususta sizin
bildiğiniz bir şey var mı?” Bu suale cevaben dedi ki: “Evet malumatım var. Ben
reis-i cumhur seçildiğim zaman arkadaşlarla beraber Çankaya Köşküne gittik. Bu
o sıfatla bu köşke ilk girişimdi. Odaları gezip sathi bir müşahede maksadıyla
bina dahilinde dolaşırken yarı açık bir çekmece gördüm. Bu çekmecenin içinde
bazı evrak vardı. Bunlara bir göz atınca dosyalardan birinin bu meseleye dair
olduğunu görerek ayaküstü o dosyayı bir nebze tetkik ettim. Gördüm ki,
Saraçoğlu o sırada Kars’ta bulunan İsmet Paşa’ye bir telgraf çekerek bazı Alman
subaylarının kendisine müracaatla on iki adadan çekilmek üzere buluduklarını
uzun süren harp dolayısıyla buradaki halkın kedi-köpek yemek derecesinde açlık
çektiğini bu sebeple buraları Türkiye’ye teslim ederek çekilmek istediklerini
bildiriyor ve; “Ben kendilerine yurtta sulh cihanda sulh prensibimizle red
cevabı vermek düşüncesindeyim. Tensib-i alinizi acele bildrimeniz” tarzınd
aşifreli bir telgrafı okudum. Zira bu şifreli telgrafın çözümüyle birlikte red
cevabı da ekli bulunmaktaydı. İsmet Paşa’nın cevabi telgrafında: “Düşünceniz
mahz-ı isabettir. Ne kimseye bir çakıl taşı verir, ne de kimseden bir çakıl taşı isteriz.”
tarzındaydı. (117-118)
-M.Kemal Paşa ve etrafındaki kadro onun hayatındaki bütün
çirkinliklerine vakıftırlar. Fakat onun otoritesiyle din karşıtı tavırların
takviyesi gerekçesiyle bunların asla ortaya çıkmasına rıza göstermemişlerdir.
Bu durum bize ahlak ve karakterimizden kayıpların yirmi dört milyon metrekarelik
arazimizin ziyaından daha fazla ve egemmiyetli bir kayıp olduğunu
göstermektedir. Bununla beraber millet içinde Ali Şükrü Bey, Lütfi Fikri Bey
emsali mücessem karakterli insanlar da yok değildir. Fakat biz kendisinden
böyle bir sadakat umulmayan iki mütevazi insandan burada bahsetmek isteriz.
Sultan Vahideddin merhum Türkiye’yi terk ederken yegane mülkü olan
Çengelköy’deki köşkünü iki harem ağasına temlik etmişti. O haremağaları birisi
Üsküdar’da diğeri ise Kadıköy’de milli piyango bileti satarak hayatlarını idame
ettirirlerdi. Bu mülkü satmayı asla düşünmemişlerdi. Ben bu her iki
haremağasını da zikrettiğim yerlerde bilet satarken görmüştümç ama onların
Çengelköy’deki Vahideddin köşkünün tapusuna hamil olduklarını bilmiyordum.
Sonradan hanedan mensuplarından öğrendiğime göre bu iki vefakar Habeşli 1952
yılından hanedanın kadın kısmı Türkiye’ye kabul edilince Sultan Vahideddin’in
yegane varisi olan Ulviye ve Sabiha Sultan’ı bularak üzerlerinde emanet olan bu
mülkü onlara bilabedel devrederek kendileri bilet satarak geçimlerini sağlamaya
devam etmişlerdir. (139)

ŞEHZADE MEHMED ABİD EFENDİ (1905-1973)
-1905 yılında Yıldız Sarayı’nda doğan Şehzade Mehmed Abid
Efendi, Sultan II.Abdülhamid merhumun en küçük evladıdır. Dört yaşında
babasıyla birlikte sürgüne gitti. Onunla birlikte İttihatçıların intikam almak
kasdıyla hapsedildikleri Selanik’teki Yahudi asıllı Alatini Birederlerin
köşkünde yaşadı. Sultan Abdülhamid’in 10 Şubat 1918’de Beylerbeyi Sarayı’ndaki
vefatı anına kadar yanında kaldı. 1924’te bu hanedan sürgüne gönderildiğinde 19
yaşındaydı. Paris’te Hukuk Fakültesi ve Şark dilleri Farsça bölümünü bitirdi.
1936 yılında Arnavutluk kralı Ahmet Zogon’un kızkardeşi Prenses Seniye Hanım
ile evlendi. 1948 yılında anlaşamayarak boşandığı bu hanım onun adına Amerikan
bankasına yirmi bin dolar yatırdı. Bu boşanmadan sonra Paris’te mali sıkıntıya
düçar olduğu halde bu paradan bir kuruş kullanmadı. Seyyar jilet, traş sabunu
gibi şeyler satarak hayatını geçirdi. Zaruretini haber alan yeğenlerinden
birinin daveti üzerine Beyrut’a gidip burada yaşamaya başladı. Ben kendisiyle
1971 yılında Beyrut’ta tanıştım. Bir talebe yurdunda kalıyordu. 1973 yılında
Beyrut’ta sokak ortasında bir kalp sektesinden vefat ettiği zaman cebinde
sadece 35 kuruş Lübnan parası ile bir de boşadığı hanımın onun adına Amerikan
bankasına yatırdığı yirmi bin doların banka cüzdanı vardı. Cenazesi Şam’a
nakledilerek Sultan Selim Camii haziresindeki hanedana mensup şahsiyetlerin
yanına defnedildi. Gerçekten ismi gibi abid ve zahid bir şahsiyetti. (143-144)
ŞEHZADE MAHMUD ŞEVKET EFENDİ(1901-1973)
-İngilizlerin 16 Mart 1920 tarihinde İstanbul’daki Meclis-i
Mebusan’ı basmaları M.Kemal’le Rauf Bey’in Sivas’ta kararlaştırmaları üzerine
gerçekleşmiş olup ondaki gaye siyasi faaliyet merkezi olarak İstanbul yerine
Ankara’nın ortaya çıkmasını sağlamaktı. Rauf Bey’in son Osmanlı Meclisi’ni
İngilizleri bu hususta ikna ederek dağıttırmış olduğuna ait gerçeğin
tafsilatını öğrenmek isteyenler Cemal Kutay’ın “Tair hKonuşuyor” isimli
eserinin birinci cildinin 152.sahifesine bakabilirler. Yalnız Fransız mebusu
Andre Fruburg’a atfen yapılan bu ifşaat bütün yazılarında M.Kemal Paşa’yı
tebriye etmek gayretkeşliğinden kurtulamayan Cemal Kutay tarafından binbir
teville ve bugüne göre tefsir edilerek takdim edilmektedir. Bu adamlar, Osmanlı
Devletini yıkmayı ve bu iş için ecnebilerle işbirliği etmeyi ne yazık ki hala
vatanseverlik olarak gösterebilmektedirler. Ayrıca bu kararın daha Sivas’ta
M.Kemal Paşa’nın riyaseti altında kumandanlar vesair kimselerden müteşekkil bir
grup tarafından alınmış olduğu Feridun Kandemir’in Rauf Orbay’la mülakatlarını
aksettiren adı geçen eserin 45.sahifesinde de serahaten ifade edilmektedir. Bu
gerçeği M.Kemal Paşa’yla hayatının sonuna kadar beraber bulunmuş olan Hasan
Rıza Soyak da aynen kabul ve itiraf etmektedir. (46.dipnot/Hasan Ruza Soyak,
Atatürk’ten Hatıralar, İstanbul, 1973 basım, Cilt:1, sh.126-127) (164-165)
-Onun bu kudret ve dirayetini meşhur şair Hüseyin Siret 7
Mart 1945 tarihinde, Kahire’de kendisine “Kargalar” isimli kitabını imzalayıp
verirken, kitabın üzerine yazdığı şu kıt’a ile en güzel bir surette ifade
etmişti:
“Demiş evvelce Kemal,
Han-ı Murad hakkında
Şanlı şehzademi
hürriyete aşık buldum
Ben de irfan ü
hamiyyette, vatan aşkında
Hanedanın topuna
Şevket’i faik buldum…” (175)
ŞADİYE OSMANOĞLU (1886-1977)
-Sultan Abdülhamid Han’ın kızı olan Şadiye Sultan 1886
yılında Yıldız Sarayı’nda doğmuştur. Annesi Emsal-i Nur Kadınefendi’dir. 1910
yılında Galip Paşazade Fahir Bey ile evlenmiş; bu evlilikten Samiye Hanım
Sultan adında bir kızı dünyaya gelmiştir. 1924 yılında hanedanın yurt dışına
sürülmesiyle kızıyla birlikte Fransa’da yaşamaya başlamıştır. Kocası 1922
yılında öldüğünden Fransa’da Reşad Halis Bey ile evlendi. Reşad Halis Bey de
dört yıl sonra vefat edince kızı bir Amerikalı ile evlendiğinden onunla
birlikte Amerika2ya gidip New York’ta yaşamaya başladı. Burada “Hayatımın Acı
ve Tatlı Günleri” ismiyle hatıralarını yazdı. 1952 yılında hanedanın kadın
kısmının vatana avdeti sağlanınca Türkiye’ye geldi ve bu eser 1966 yılında İstanbul’da
tab edildi. Gerek gurbette ve gerekse Türkiye’de büyük zaruret içinde yaşamış
olan Şadiye Osmanoğlu, Şekerci Hacı Bekir’in kendisine tahsis ettiği
Cihangir’deki küçük bir evin iki odasında yaşamaya başladı. Hacı Bekir’in bu
ikramına ilaveten İlim Yayma Cemiyeti’nde büyük hizmetler sebkat etmiş bulunan
merhum Vehbi Bilimer de kendisine ayda 500 lira tahsis etti. Bununla kut-ı
layemut (ölmeyecek kadar) yaşayan Şadiye Osmanoğlu 1977 yılında bu evde vefat
etti. (229-230)
FETHİ SAMİ BALTALİMANLI (1909-2006)
-1 Şubat 1909’da İstanbul’da Baltalimanı Sarayı’nda doğan
Sultanzade Fethi Sami Bey, Sultan Abdülhamid merhumun kız kardeşi Mediha
Sultan’ın torunudur. Hamdullah Suphi Tanrıöver’in amcası Necip Paşa ile
evlenişti. Ondan yakın tarihimizde siyasi faaliyete çokça karıştığı için “Prens
Sami” diye anılan bir oğlu olmuştu. Necip Paşa daha sonra bir deniz kazasında
vefat ettiği için dul kalan Mediha Sultan bu defa meşhur Damad Ferid Paşa ile
evlenmiş, Sultan Abdülhamid merhumun Koca Reşis Paşa’dan şahsi parasıyla satın
aldığı Baltalimanı Sarayı’nı ona hediye etmesiyle orada yaşamaya başlamıştır.
Mediha Sultan’ın Ferid Paşa’dan hiçbir çocuğu olmamıştır. Ancak Necip Paşa’dan
olma Prens Sami Bey’in Bahaedin Sami, Rükneddin Sami, Fethi Sami, Saip Sami,
Mahmdu Sami(halen hayatta) olmak üzere beş erkek ve iki de kızı dünyaya
gelmişti. Batı’daki “prens” kelimesi “şehzade” karşılığı olduğu halde Sami Bey,
aynen Prens Sabahaddin misalinde olduğu gibi galat olarak prens sözüyle
anılmıştır. Hatta bizim basında onun evladlarının dahi bu nam ile anıldığı
görülmüştür. Halbuki bir kimsenin şehzade karşılığı prens olarak anılması için
babasının hanedan mensubu olması lazımdır. Baba hariçten ana hanedandan olursa
o çocuğu babasına nisbetle “beyzade” anasına nisbetle ise “sultanzade” denilir.
Onun çocukları ise hanedanla alakasızdır. Nihayet ortada sadece bir akrabalık
münasebeti vardır. Bu sebeple ne Sami Bey’in ne de çocuklarının prens olarak
anılmaları doğru değildir. (246-247)
-Bu sözler doğru olmalıdır. Zira ben İbrahim Sabri Bey’den
de bu bilgileri teyid eden şu sözleri Beyrut’ta dinlemiştim: “Sultan Vahideddin
merhum büyük bir fıkıh alimiydi. İşgal zamanında Boğazlıyan kaymakamı Kemal Bey
hakkında Ermeni Tehciri dolayısıyla Nemrud mustafa Divan-ı Harbi tarafından
idam kararı verilmişti. Bu kararın infazı için padişahın tasdiki gerekiyordu.
Babam bu kararı tasdik ettirmek için Sultan Vahideddin merhumun huzuruna
çıkmış, merhum Vahideddin bunu imzalamakta direterek bir yığın fıkhi delil
ileriye sürmüş. Babam Mustafa Sabri fıkhen cevaz bulunamayan bu mesele hakkında
en nihayet merhuma demiş ki: “Efendimiz biz burada işgal kuvvetlerinin esiri
durumundayız bu hükmün tasdikini onlar istiyor ve bekliyorlar. Biz şu anda hür
değiliz ki böyle bir işin fıkhi bir cevazı olup olmasığı mevzuu bahis olsun. Bu
sözler üzerine merhum Vahideddin: “Haa, öyle söylesene!” demiş. Bunları anlatan
babam diyordu ki: “Merhum Sultan Vahideddin’in bu mesele üzerindeki
görüşmemizde sergilediği fıkhi malumata hayran oldum. Diyebilirim ki; hayatımın
en çetin fıkhi imtihanını verdim.” İbrahim Sabri Bey, sonra babasının da bir
hatırat yazmış olduğunu bu hatıratın İskenderiye’deki kütüphanelerinde mahfuz
bulunduğunu söylemişti. Ona Sultan Vahideddin’in Mekke-i Mükerreme’de
yayınlanmış olan müdafaanamesinden bahsetmem üzerine de demişti ki: “Ah Kadir
Bey, o mübarek insanın etrafı hainlerle çevriliydi. Bu müdafaa babamın da
yaptığı ilavelerle seksen yüz sayfa kadardı. Lakin padişahın doktoru Reşad Paşa
“Efendim, şurası siyasete dokunur, burası siyasete dokunur” diyerek bunu kuşa
çevirmiş. On beş yirmi sayfaya indirmişti. Sonradan öğrendiğimize göre Reşad
Paşa, M.Kemal’le irtibatta olan bir hainmiş. O masondu. San Remo’da intihar
etmiştir.” Bu szöler de doğru olmalıdır. Zira yine Fethi Sami Bey’den
dinlediğime nazaran Reşad Paşa bir gün San Remo’da padişaha bir mektup
bırakarak intihar etmiştir. Bu mektupta padişaha kendisinin ihanet ettiğini
söyleyerek ondan helallik diliyormuş. Reşad Paşa’ya dair bir başka vaka da
Şehzade Mahmud Şevket Edendi’den dinledim. O da bana Fransa’da demişti ki:
“Gençliğimde masonlar bana teklifte bulundular. Bu teklifi Dr.Reşad Paşa’nın
tavsiyesiyle yaptıkları teklif mektubunda yazılıydı. Reşad Paşa ile o sırada
Sultan Vahideddin merhumun en güvendiği insanlardan biri ve doktoruydu. Fethi Sami
Bey’in Sultan Vahideddin tarafından Avni Paşa’ya dikte ettirdiğini bahsettiği
eser sonradan yayınlanan “Şahbaba” olmalıdır. O da ne yazık ki Murat Bardakçı
tarafından belli ölçüde tahrif edilmiş bulunmaktadır. Buna rağmen pek çok
hakikati muhtevi olduğu söylenebilir. (263-264-265)

HALİL ZAFİR (1917-1975)
-Halil Zafir, 1917 senesinde Beşiktaş-Yıldız’daki Ertuğrul
Tekkesi müştemilatında bulunan ahşap konakta doğdu. Babası, Hasan zafir, dedesi
Sultan II.Abdülhamid Han Hazretlerinin de şeyhi olan Şeyh Muhammed Zafir b.
Muhammed b. Hasan b.Hamza eş-Şazeli et-Trablusi’dir. Halil Zafir, Tarsus
Koleji’nde iyi bir tahsil görmüştür. Vatani vazifesini Kütahya vilayetinin
Tavşanlı kazasında yaptı ve o beldeden Vemile Hanım ile evlendi. Bu izdivacdan
hiç çocukları olmadı. Düşünce hayatımızın kalem erbabı arasında pek bilinmeyen
fakat mühim bir sima olan Halil Zafir, hayatını son zamanlarda kalemiyle
kazanan, mütedeyyin, İslam ahlakını hazmetmiş bir münevverdi. Makaleleri daha
ziyade Hilal Mecmuası’nda yayınlandı. Mevdudi ve Seyyid Kutub’dan yaptığı
tercümelerle onları Türk düşünce alemine tanıtan odur denilse hiç de mübalağa
edilmemiş olurç Mevdudi’den yaptığı tercümeler tefrika edildikten onra kitap
olarak da neşredildi. Gayet mütevazı bir hayat süren Halil Zafir Bey 31 Mart
1975 tarihinde İstanbul’da vefat etmiş olup Zincirlikuyu Mezarlığında
medfundur. Hiç telif eseri olmayan Halil Zafir’in yayınlanmış tercümleri
şunlardır: Ebul Ala el-Mevdudi’den İslam’da İhya Hareketleri (1967), İslamın
Anlaşılmasına Doğru (1967), Tefhimul-Kur’an (Ömrü vefa etmediği için ikmal
edememiştir.) (270-271)
-Halil Zafir Bey, aslen Libyalı olması dolayısıyla
Libyalıların toplandıkları Taksim’deki kıraathaneye sık sık giderdi. O
sıralarda Kaddafi ihtilal yaparak Libyaya da hakim bir vziyete gelmişti. Burada
istidrat kabilinden şunu söyleyeyim ki, Kaddafi’nin ihtilal yaptığı hangamda
oranın Kralı İdris es-Sunusi Bursa’da bulunuyordu. Saray nazırını bana
göndererek maaile beni Libya’ya davet etmişti. Zira ben “Sarıklı Mücahidler”
kitabımda “Bir Kara Gün Dostu” ünvanıyla Ahmed es-Sunusi’nin hikayesini
yazmıştım. O sıralarda Libya’da tahsilde bulunan Mustafa Sabri Erdoğdu kitaptan
bu kısmı tercüme ederek krala sunmuş o da benim yazdıklarımdan memnun kalarak:
“Türkiye’ye gittiğimizde bu zatla görüşelim ve onu Libya2ya davet edip misafir
edelim” demiş imiş. Bunu anlatan Saray nazırı önce Bursa’da İdris es-Sunusi’yi
ziyaret etmemi istiyordu. Ona İdris es-sunusi’nin ahvalinden sordum. Bana dedi
ki: “Bizim melike melik demek için bin şahid lazımdır. Zira gayet mütevazi bir
derviş hayatı yaşar. Son derece ehl-i takvadır. Bir gün nazırlar evinde
toplantı yapacak oldular. Evdeki sandalyeler kifayet etmedi. Komşulardan ariyet
sandalye aldılar. Böyle mütevazi bir kimsedir.” Bunları anlattığım Halil Zafir
Bey: “Bunlar doğrudur. Libya’da herkes buna vakıftır. Böyle bir adamı devirmek
o halka ihanettir ve ancak bir eşkıya çocuğuna nasip olur” dedi. “Ne eşkıyası?”
diye sordum. Dedi ki: “Kaddafi’nin babası İtalyanlar buraya saldırmadan önce
çölde eşkıyalık yapmakla meşhur birisiydi. (Adını da söylemişti de şu an
hatırımda değil) Düşman buraya saldırınca aynen bizim kuvayı milliyeci olan
eşkıya güruhu gibi o da eşkıyalığı bırakıp İtalyanlarla savaşmıştır. Hatta o
sırada devlet mukavemetçilerin başına geçsin diye oraya Şehzade Osman Fuad
Efendi’yi bir Alman denizaltısıyla göndermişti. Kaddafi’nin babası Şehzadeyi
karşılamak için gittiği bu denizaltıda efendinin beraberinde bir vantilatör
görünce fevkalade kızmış ve bir bedevi vahşiliği ile onu tekmeleyerek: “Bunun
yerine bir bomba getiremedin mi?” diye çıkışmıştır. Böyle bir adamın çocuğu
olan Kaddafi göreceksiniz burada çok tahribat yapacaktır” dedi. Gerçekten de
böyle olmuştur, akıbeti de malum! Benim Libya seyahati için mukarrer olan gün
gelmeden Kaddafi’nin ihtilali vaki olmakla bu seyahat akim kalmıştır. Burada
Türkiye Cumhuriyeti’ndeki adaletsizliklere bir misal olmak üzere Halil Zafir
Bey’le alakalı bir vakayı daha ilave etmek isteirm: İlim Yayma Cemiyeti’nin
eski reislerinden emekli Albay Vehbi Bilimer benim çok yakın dostumdu. Bir gün
bana başından geçen şu vakayı anlattı:”Hanedan vatandan kovulduktan sonra
birçoklarının malları hazineye intikal ettirilerek satılmıştır. Yıldız
Camii’nin eteklerinden Beşiktaş’a kadar imtidad eden ve şimdi park haline
getirilen büyük saha Sultan Abdülhamid Han’ın büyük oğlu Şehzade Selim Efendi
üzerine tapuluydu. Hazineye intikal ettirilerek satışa çıkarıldı. Ben o zaman
subaydım. Öyle bir yeri alamazdım. Fakat gayet zengin olan hemşehrim (Vehbi
Bey, Erzurumluydu) melhur “Narman Ailesi”nden şimdiki hanımımla evliydim.
Kayınpederimin verdiği beş bin altını bozdurarak bu yeri bir gün dönerlerse
kendilerine iade ederim düşüncesiyle satın aldım. 1957 yılında Adnan Menderes
İstanbul’da bir imar faaliyetine girişince Beşiktaş’ın meşhur Hasanpaşa
Deresini toprakla doldurup bugünkü “Barboros Bulvarı”nı icad etti. Benim
aldığım yerden bir kısmı yola gittiği gibi mütebaki kısmı da park haline
geitrildi. Bir istimlak muamelesi yapılmadan gerçekleşen bu fiili tecavüzü men
için dava açtım. Dava naısl neticelendi biliyor musunuz? Elimdeki tapunun dava
ettiğim yeri değil de Şeyh Zafiri Tekkesi’nin bulunduğu yer olduğuna karar
verilerek husumetin Zafiri Ailesine tevcihi gerektiğine hükmedildi. Davayı
temyiz ettim. Temyizden aleyhime tasdik geldi. Ben biliyordum ki; bu aşikar bir
haksızlıktır. Benim aldığım yerin Şeyh Zafiri tekke ve konaklarıyla hiçbir
alakası yoktu. Bu kararı sineye çektimç. Netice olarak millete intikal etti.
Benimse kafi derecede gayrimenkulüm var diye düşündüm. Lakin ben burayı alırken
bir cemile olmak üzere o zaman intisaplı olduğum Şeyh İhsan Oğuz’a ve kardeşime
yüzde beşerlik bir hisse vermiştim. Tabii onlar da benimle birlikte davacı
olmuşlardı. Benim sonradan Hazreti Muaviye’ye dil uzatması sebebiyle
kendisinden ayrıldığım İhsan Oğuz ve kardeşim benim gibi yapmadılar. Onlar
mahkemenin verdiği bu karara istinaden Zafiri konaklarının yerini dava ettiler.
Hoş alabilselerdi. İkisi birden buranın ancak yüzde onunu alabilirlerdi. Fakat
onu da alamadılar. O zaman senin de ahbabın olan Halil Zafir Bey bu konaklardan
birinde oturuyordu. Bitişiğindeki eski Zafiri Tekeksi şimdiki cami-i şerifin
Neşet adında bir imamı vardı. Bu imam o sırada aynı zamanda hukuk fakültesine
devam ederek avukat çıkmıştı. Halil Bey bu gence vekalet verdi. Onun takip
ettiği dava sonunda İhsan Oğuz da kardeşim de davayı kaybettiler. Türkiye
Cumhuriyetinde adalet böyle işliyor. Elimizde tapu var ama bu tapu ile bir çöpe
bile sahip olunamadı…”
(280-281-282-283-284)
FUAD ŞEMSİ İNAN (1883-1974)
-Fuad Şemsi Bey’in yirmi altı gün nezarette tutulması
hadisesi vardır ki bu onun karakterini göstermek bakımından calib-i dikkattir.
Kendisinin anlattığına göre hadise şöyle olmuştur: “Bir gün Üsküdarlı Ressam
Ali Rıza Efendi’nin kızı Fuad Şemsi Bey’in Mısır Apartmanı’ndaki idare odasına
gelmiş. Koltuğunun altında babasının levhalarından biri varmış. Bunu alıp
kendisine 100 lira vermesini rica etmiş. Üsküdarlı Ali Rıza Efeni (1858-1930)
sayısız sulu boya tablosuyla eski İstanbul hayat ve manzaralarını resmetmiş
olan büyük bir ressamdı. Ne getirirse Fuad Şemsi Bey –Hidiv’in talimatı
gereğince- alır ve istediği parayı verirdi. Fuad Şemsi Bey’in salonunda
duvarlara asılı bu resimlerin seksenden fazlası vardı. Bunları sonra terekeden
Kemal Erhan Bey almıştır. Fuad Şemsi Bey o gün Üsküdarlı Ali Rıza Efendi’nin
kızına bir şey sormadan getirdiği leyhayı alıp 100 lira vermiş. Meseğerse
evlenmesi geciken bu kızcağıza birileri:”Sen Ankara’ya gidersen bir vesile ile
M.Kemal’e görünebilirsen o seni beğenir ve alır” demiş. Bu sırada M.Kemal, Latife
Hanım’dan boşanmış bulunuyordu. Bu fikir kızcağızın aklına yatmış. Fuad Şemsi
Bey’den aldığı 100 lirayı harçlık yaparak Ankara’ya gidip Ankara Palas’a
yerleşmiş. Günlerce M.Kemal’e görünmek şansını ararken ikameti uzayınca bu
durum polislerin dikkatini çekmiş. Kendisini istintak edip odasını aramışlar.
Çantasından babasının tabancası çıkmış. Zira Ali Rıza Efendi eski bir askerdi.
Parayı nereden bulduğu sorulunca da Fuad Şemsi Bey’in ismini vermiş. Bunun
üzerine Fuad Şemsi Bey İstanbul’da tevkif edilip eski emniyet binası olan
Sansaryan Han’da hapsedilmiş. İfadesi alınmadan tam yirmi altı gün nezarette
tutulmuş. Neden Tevfik edildiği yolundaki sualine cevab veren çıkmıyormuş.
Tevfik edilişinin yirmi altıncı günü polislere tekraren niçin tevkif edildiğini
sorması üzerine onlardan birisi: “Efendi, Sen niçin tevkif edildiğini hakikaten
bilmiyor musun?” deyince: “Nereden bileyim? Ben bir şey yapmadım ki”
karşılığını vermiş. Bunun üzerine polis: “Sen M.Kemal Paşa’ya suikasd
teşebbüsünde bulunmadın mı?” diye sormuş. Pek tabii Fuad Şemsi Bey’in Ressam
Ali Rıza Efendi’nin kızının başına gelenlerden haberi olmadığından bu nagihani
itham karşısında köpürmüş: “Siz delisiniz. Ben ne diye M.Kemal Paşa’ya suikasd
yapacakmışım. Onun makamında mı gözüm var? Benim makamım onunkinden yüksektir.”
Bu beyan üzerine polis hayretle: “Sen ne diyorsun be adam. Galiba kafadan
kontaksın” deyince: “Kafadan kontak sizsiniz. Ben bir ilim adamıyım. Âlimin
rütbesi her rütbeden üstündür. Kimsenin makamında gözüm yok. Benimki bana
yeter.” Karşılığını vermiş. Bunun üzerine polis koşup emniyet müdürünün
huzuruna çıkmış ve bu mükalemeyi naklettikten sonra: “Bu adam ya haddi zatında
delidir yahut nezaretle cinnet getirdi” deyince müdür kendisini çağırmış. Ona
da aynı sözleri söyleyince zaten Ressam Ali Rıza Efendi’nin kızıyla ilgili
tahkikattan da bir şey çıkmamış olduğu cihetle kendisine: “Hadi git,
serbestsin” demişler. Ressam Ali Rıza Efendi’nin kızı Ankara’da serbest
bırakılıp da İstanbul’a geldikten sonra Fuad Şemsi Bey’in başına gelenleri öğrenince
kendisinden gelip özür dilemesiyle Fuad Şemsi Bey tevkif sebebini anlayabilmiş.
(316-317-318)
-Fuad Şemsi Bey’in evindeki sohbetlerde Eşref Edip Bey’le
sık sık karşılaşıyordum. Bir gün hilafet meselesinin konuşulduğu sırada
Afyonkarahisar mebusu Hoca Şükrü Efendi’nin yazdığı “Hilafet-i İslamiyye ve
Türkiye Büyük Millet Meclisi” isimli eserin M.Kemal Paşa’ya çok rahatsız
ettiğinden bahsetmem üzerine Eşref Edip Bey dedi ki: “Herkes gibi sende o
kitabı hoca Şükrü Efendi’nin yazdığını sanıyorsun.” Buna karşı dedim ki: “Ya ne
sanayım. Kitap matbu. Üzerinde adamın ismi yazılı. Nutukta da M.Kemal’in
rahatsızlığı sarahaten belli.” O bu itirazım üzerine dedi ki: “Aslında o kitabı
ben yazdım fakat arkadaşlarla istişare ettik. Ben milletvekili olmadığım için başıma
bu eserden dolayı bir sıkıntı gelebileceği endişesiyle bunun teşrii masuniyeti
(dokunulmazlığı) olan bir milletvekilinin adıyla yayınlanmasını doğru buldular.
Bunun da Hoca Şükrü Efendi kabullendi. İşin gerçeği budur.” (331-332)
YUSUF CEMİL ARARAT (1879-1963)
-Hafız Yusuf veya Hafız Bey olarak tanınmıştır. Fevkalade
müdekkik ve alim bir zattı, melamiyyül meşrepti. Kendisini görseniz zekat
verecek olurdunuz. Engin bilgisi dolayısıyla 1898 yılında henüz 19 yaşında iken
girdiği bir imtihanı kazanarak Kuleli Askeri Lisesi’nde Edebiyat muallimi
olmuştur. Arapça ve Farsça’ya bihakkın vakıftı. O derecedeki bazı müsteşrikler
mesele sormak için onu bulurlardı. Hariri’nin bir demir leblebi olan “Makamat”
adlı eseriyle cahiliye devri şairlerinin muallakalarını okutacak derecede
Arapça’nın etimolojisine vakıftı. Altı serasker ve on harbiye nazırına hususi
kalem müdür olarak hizmet verdikten sonra Kapalıçarşı’da bir dükkan açarak cam
elmasçılığı ve hakkaklık (mühür kazma) işleriyle meşgul oldu. Son zamanlarda
Vaniköy’de bir mısırözü fabrikası sahibi olan Süleyman Süleymangil’in
Altunizade’de kendisine tahsis ettiği evde yaşamıştır. Hiç evlenmemiştir.
Türkçe’den başka Arapça ve Farsça şiirleri de vardır. Bunları ihtiva eden
defteri Süleyman Süleymangil’den bana intikal etmiş olup arşivimde mahfuzdur.
(333-334)
-Hamdi Aytaç merhum bir gün bana dedi ki: “Harf inkılabı
yapıldığı zaman meşhur hattat Suud-ul Mevlevi, M.Kemal’e protesto mahiyetinde
ağır bir mektup yazdı. Bunun üzerine kendisini tevkif ettiler. O da pek tabii olarak
hapisten kurtulmak için bu mektubu kendisinin yazmadığını bir başkasının O’nun
başını ağrıtmak için böyle bir tertipte bulunduğunu söylemek mecburiyetinde
kaldı. Mahkeme onun iddiası üzerine beni ehl-i vukuf tayin etti. Suud-ul
Mevlevi benim hocamdı. Bir harfini görsem tanırdım. Bu mektup tamamen onun el
yazısıydı. Fakat hocamı kurtarmak için aksi yönde rapor verdim. Mahkemede
kendisinin benim hocam olduğunu bir harfini görsem tanıyabileceğimi söyleyerek
bu mektubun düşmanlarından biri tarafından yazılmış olabileceğini ifade ettim
ve zavallı Suus-ul Mevlevi bu suretle hapisten kurtulabildi. Kim bilir belki de
kendisini idam ederlerdi. Zira o tarihte gerek alfabe gerekse de yazı ile
ilgili kanun bir ceza derpiş etmiyordu. Böyle olduğu halde onun gibi müeyyidesiz
olan şapka kanununa muhalefet eden birçok kimse devlete isyan etmiş
gösterilerek idam edilmiş olduğu cümlenin malumudur. (335-336)
-Bu konferans esnasındaydı ki Humeyni iktidarının baş
aktörlerinden olan Behişti’yi tanıdım. Behişti o zaman Hamburg’daki İmam
Camii’nde imamdı. Hamburg’daki talebeleri toplayarak oraya gelmişti. Onunla
konferans sonrası uzun uzun konuştuk. Gördük ki; Azeri olan şahıs ehl-i sünnete
çok yakın düşüncelere sahip olup İttihad-ı İslam’ın taraftarı olduğu için bu
teşkilatta vazife görüyor ve İranlı talebeleri Türk veya Arap talebelerle
kaynaştırmaya çalışıyordu. (343)
İBRAHİM HAKKI KONYALI (1896-1984)
-İbrahim Hakkı benimle tanıştığı günlerde yukarıya bir
örneğini koyduğumuz mektubunda görüldüğü gibi cumhuriyetin ilk yıllarını
“irtidad ve küfür rejimi” olarak adlandırıyordu. Lakin onun Piri Reis
haritalarıyla alakalı kitabı gibi ilk eserlerine bakıldığında rejime ve M.Kemal
Paşa’ya tavizkar bir tutum içinde olduğu görülmektedir. Hatta benimle
tanışmadan, çok değil beş on sene evvel altmışlı yıllarda Cumhuriyet
gazetesinin kendisini “Kemal Paşa düşmanlığı” ile itham etmesine kızarak
M.Kemal’in vefatı üzerine yazdığı medihkar bir yazıyı bir risale halinde
yayınlayarak bu iddiaya cevap vermiş olmasına şaşmamak lazımdır. Bu husustaki
gerçek Ali Rıza Sağman’ın tabiriyle bu adamların birer çakıltaşı gibi M.Kemal
Paşa seli önünde sürükleniş olmalarıdır. Lakin İbrahim Hakkı Konyalı
başlangıçta “gamalı haçın bir Türk totemi olduğu” iddiasına kadar rejim
paralelinde sözler sarf etmişse de ahir ömrünü Kemalizmin gerek din ve gerekse
de tarih sahasındaki tahrifine karşı buğz dolu olarak yaşamış ve ahir ömrünü bu
hissiyat ve idrak ile tamamlamıştır. (364-365)
-M.M grubunda çalışanlardan biri de Yenibahçeli Şükrü
Bey’di. Onun karargahı da Maltepe’de bulunuyordu. Adamları İnönü’yü sokakta
derdest edip Maltepe’ye getirmişler. Şükrü Bey İstanbul’da düğün dernekle
meşgul olacağına Anadolu’ya gitmesi teklifinde bulunmuş. O ise Kazım
Karabekir’e verdiği cevaplara benzer cevapla başarıya inanmadığını ve gitmek
istemediğini söylemesi üzerine Yenibahçeli Şükrü, İsmet Paşa’yı faaliyette
bulunduğu binanın bodrumuna hapsetmiş. Ona yiyecek içecek bile vermeden orada
tutmuş. Nihayet İsmet Paşa kendisine yapılan teklifi kabule mecbur kalmış ve
M.M Grubu mensupları nezareti altında İzmit’e kadar götürülerek Ankara’ya
gönderilmiş. Ankara’da da aynı kötümser tavrı sergileyince M.Kemal Paşa
kendisine İngilizlerin İstanbul’daki entelijans başkanı olan Rahip Furo’dan
kendilerinin binnetice galip getirileceğine dair bir beyanına mutalli olursa
kararını değiştirip değiştirmeyeceğini sormuş. O da böyle birisinden o tarz bir
söz duyarsa Milli Mücadele’ye inanabileceğini söylemiş. Bunun üzerine M.Kemal
Paşa, onun eline Rahip Furo’ya hitaben bir mektup yazıp vererek kendisini
İstanbul’a göndermiş. O zamanlar İstanbul sokaklarında işgalcilerin ilanları
asılıydı. Bu ilanlarda Kuvayı Milliye’ye yardım eden veya iltihak edenlerin
öldürüleceği bildiriliyordu. İsmet Paşa, Haydarpaşa Garı’ndan trenden inince
İngiliz askerleri derhal kendisini tevkife kalkışmışlar. O da Rahip Furo’yla
görüşmek üzere elçi olduğunu söyleyerek elindeki mektubu göstermiş. Bunun
üzerine serbest kalmış. Rahip Furo ile görüştükten sonra Ankara’ya dönmüştür.
(387-389)
CELALEDDİN ÖKTEN (1882-1961)
-Böyle Celaleddin Ökten’in derslerine iştirak edemediğim bir
gün çalıştırmakta olduğum Seyhan Talebe Yurdu’na gelmiş ve bana muhabbet ve
tahassürlerii ifade için şöyle demişti: “Gençliğimde Hafız Musa Efendi’ye büyük
bir muhabbet duyardım. Hafta geçmezdi ki, onu görmek için Akçaabat’a
gitmeyeyim. Bu ihtiyar halimde sen bana Musa Hafız gibi oldun. Her dersimde
seni karşımda görmek istiyorum vs.” Tabii bu iltifatlar bana büyük bir haz
veriyordu. Yol boyunca Boğaziçi vapurlarının bodrumunda Çubuklu’daki
Şeyhülislam Yalısına gidinceye kadar veya Soğanağa Camii yakınındaki evinde ona
aklıma gelen her şeyi sorardım. (403)
-Cevdet (Soydanses) Hoca yaşadığı bir vak’ayı şöyle anlattı;
“Ben Balıkesir’de askerlik yapıyordum. Bir akşam gece yarısına yakın
yatakhanemize bir çavuş gelerek: “Aranızda hafız var mı?” diye sordu. “Ben
hafızım” dedim. “Benimle geliyorsun” dedi. Giyinip yatakhaneden çıktım. Ben
hasta, ölmek üzere olan biri var da Kur’an okunacak sanıyordum. Birlikte merkez
binaya gittik. Kapının önünde çavuş, kapıyı tıklattıktan sonra içeriden: “Gel!”
denilmesi üzerine kapıyı açtı. Selam ve resmi ta’zim ifasından sonra: “Hafızı
getirdim” dedi. “Sen çık, o gelsin” dediler. Çavuş çıktı, ben içeri girdim.
Askerce selam verdikten sonra hazırol vaziyetinde bekledim. Karşımda bir güruh
vardı. Önlerinde rakı kadehleriyle yemek yiyip, çerez atıştırıyorlardı. Tavanda
mutantan bir avize, gözleri kamaştırmaktaydı. Birçok masa birleştirilerek tek
bir masa haline getirilmişti. Masanın başında gazetelerden tanıdığım M.Kemal
etrafında ise sivil ve asker birçok kimse yemek yiyip, içki içiyorlardı.
M.Kemal Paşa bana hitaben: “Sen hafız mısın?” diye sordu. “Evet” cevabını
vermem üzerine: “Peki, bize Kur’an’dan bir şey oku.” dedi. “Ne okuyayım?” diye
sordum. “Sure-i Rahman oku”dedi. Bu emir üzerine ben hemen yere çömeldim,
cebimden takkemi çıkararak başıma koydum. O, bu hareketimi görünce: “Bakın,
bakın! Nasıl bir tazim vaziyeti alıyor” diye söylendi. Ben duymamazlıktan
gelerek Euzubesmeleyi çektikten sonra Süre-i Rahman okumaya başladım. Biraz sonra
“Febieyyi alai rabbiküma tükezziban” yani “Şimdi rabbinizin hangi nimetini
tekzib eder, yalan dersiniz?” mealindeki ayeti geldikçe bana elindeki kadehi
sallayarak: “Hangi nimetini tekzip ettik. Kuru fasulyesini mi, yeşil pırasasını
mı?” gibi laflar atmaya başladı. Malumuzun bu ayet orada çok tekerrür eder. Her
defasında benzer istihzalar savurdu ve nihayet: “Yeter, yeter artık. Hadi
defol” dedi. Ben ayağa kalkıp çıkmak üzereyken masadaki şişman biri yüksek
sesle: “Gazi Hazretleri! Bu millete Tanrı olarak sen yetersin. Başka Tanrı
gerekmez.” demesi üzerine umumi bir bravo ve alkış sesiyle kadehler ayağa
kalktı ve “Gazi Hazretleri şerefinize” sayhalarıyla rakıyı yudumlarlarken ben
süratle kaçıp, oradan uzaklaştım. Ertesi gün bu şişman herzegûnun kim olduğunu
merak ettiğimden mahalli gazeteyi aldım. Orada bu sofranın resmi vardı ve
masadakilerin de ismi yazılıydı. Bu mel’unun Yunus Nadi olduğunu oradan
öğrendim” dedi. Hoca cesur bir adam değildi. Bu onun yaşadığı bazı hadiseler
dolayısıyla üzerinde baki kalan bir tesirle olmalıydı. O sıralarda bir lise
talebesi olan oğlu Sadreddin Ökten, Seyhan Yurdu’na gelerek bana davamız
etrafında bazı şeyler sormuştu. Benden öğrendiklerini babasına nakletmiş
olmalıydı ki, hoca bana bir gün şöyle demişti: “Biz fakir insanlarız. Rejimin
darbesine karşı koyamayız. Bendeniz tevhid-i Tedrisat Kanununu tenkid ettiğim
için altı ay vekalet emrine alınmıştım. Bu sırada çoluk çocuğum aç kaldı.
Saadeddin’in bu işleri öğrenmesi için henüz erken. Ağzından bi laf kaçırır,
başımızı belaya sokar. Şimdilik ona böyle şeyler söyleme.” Halbuki hoca,
Kemalist inkılapların dini tahrip ve imha vasfı dolayısıyla M.Kemal Paşa’ya
benim kadar hınç duymaktaydı. (406-407-408)
MEHMED NURİ KARAHÖYÜKLÜ (1902-1981)

-Nuri Karahöyüklü, 50’li yıllarda Bayezid camii şerifinin
hemen dibindeki “Küllük” denilen kıraathanenin Menderes tarafından istimlak
edilmesinden sonra cemaatin intikal ettiği “Marmara Kıraathanesi'nin
müdavimlerindendi. Orada İzzeddin Şadan (96.dipnot/ İzzeddin Şadan, bu
sohbetlere nadiren katılırdı. Ekseriya bir kenara çekilerek çoğu kere Fransızca
olan kitapların mütalaasıyla meşgul olurdu. Eski tabirle merdümgiriz bir
adamdı. Ben sahaflarda günün birinde Fransızca bir defter buldum. Bu defter
Freud’un nazariyesi ile M.Kemal Paşa’yı tahlil etmekteydi. Lakin onda kime aid
olduğuna dair hiçbir kayıt mevcud değildi. Yalnız bu defteri tanzim edenin
Ankara’daki Gazi Terbiyesi’nde doktorluk yaptığı anlaşılıyordu. Çünkü oradan
bazı kızların Çankaya’ya götürülerek birkaç gün mektebe gelmedikleri ve geldiklerinde
de anlattıkları bazı çirkin şeylerin kayıtları vardı. Buradan yürüyerek orada
doktorluk yapan kimseleri araştırdım İzzedin Şadan Bey’in de adına rastlayınca
bu defterin ona aid olduğuna ihtimal verdim. Defteri gösterdiğim bir Fransızca
muallimi bana bu notların müteallim bir Fransız kadar iyi bir Fransızca bilen
biri olması lazım geldiğini söylemişti. Bir gün İzzeddin Şadan’ın tek başına
oturduğu masaya giderek kendisiyle hasbihal teşebbüsünde bulundum. O pek
kimseyle konuşmazdı. Fakat beni bu sohbetlerden tanıdığı için elindeki kitabı
kapatarak benimle bir müddet hasbihal etti. O gün kendisine yaşadığı calib-i
dikkat vakalar olup olmadığını sormuştum. Freud’un alman talebesi Jung’un
asistanlığını yaptığını ve bu esnada karşılaştığı bazı vakaları anlattı. Sonra
her nasılsa Sultan Vahideddin merhumun culus merasiminde bulunmuş olduğundan bu
merasimi tafsilatıyla ve hayranlıkla nakletti. Kendisine Ankara’daki Gazi
Terbiye Mektebi’nde doktorluk yapıp yapmadığını sordum: “Evet” cevabını verince
de ona dedim ki: “Üstad, benim elime sahaflarda Fransızca yazılmış bir defter
geçti. Yazdıklarından da bu defterin sahibinin de Gazi Terbiye’de doktor olduğu
anlaşılıyor. Bu defter sizin olmasın?” Bu suale öyle bir şiddetle: “Hayır,
hayır! Asla benim öyle bir defterim yoktur!” diye itiraz etti ki bu telaştan
defterin muhtevasına vakıf olduğu ve bunun kendi defteri olduğuna hükmettim.
Bildiğime göre o son derece korkak hatta vehham bir adamdı. Bunu onun yakın
dostlarından eski Türkçülerden Hasan Ferit Cansever’den duymuştum. Adeta kalk
git dercesine önündeki kitabı açtı ve benimle ilgilenmeyerek kitabını okumaya
başladı. Şimdi ben bazı meşhulleri yazdığım bu eserde maalesef o defterin
muhteviyatından hiçbir şey nakletmeye cesaret edemiyorum. Mahud 5816 sayılı kanun
bir gün kalkarsa kim bilir daha böyle ne vesikalar ortaya çıkacak.) Saib
Atademir gibi emekli profesörler, Hacı Muzaffer Ozak, Ziya nur Aksun gibi
kimselerin teşkil ettiği bir sohbet halkası vardı. (418-419)
LAİKA KARABEY (1909-1989)
-Laika Karabey’den bir de İsmail Hami Danişmend hakkındaki
şu değerlendirmeye şahit oldum. İlmi dirayetini teslim etmekle beraber: “Evinde
ayakkabyla gezilmesi yetmiyormuş gibi bir de elinde likör kadehi olduğu halde
ayet okuyor.” demişti ki bu da doğrudur. Ben de aynı şeyleri İ.Hami Bey’in
evinde müşahede etmiştim. O’nun hakkında diğer bir söylediği de şudur: “Ben bu
zatı hiçbir evliliğinde yetişip tebrik edemedim. Evlendiğini duydum, tebrike
gidemeden, boşandığını duydum. Her defasında daha zengin bir kadınla
evleniyordu.” dedi ki el hak bu da doğrudur. (436)
FATMA RİKKAT KUNT (1903-1986)
-Hüseyin Kazım Kadri Bey’in kızı olan Rikkat Hanım bizim
Beylerbeyi’nde oturduğumuz 60’lı yıllarda komşumuzdu. Rikkat Hanım’ın ikinci
evliliğinden kenisinin Nur adını verdiği bir oğlu dünyaya gelmiştir. Nur bizim
annesiyle görüştüğümüz yıllarda Fransa’da yaşamaktaydı. Münevver Ayaşlı’nın
beyanına nazaran da hristiyan olmuştur. Buna şaşmamak gerekir. Zira Hüseyin
Kadri, Sultan Abdülhamid merhumun en ateşli muarızlarından biriydi. (438)
REŞAD AKŞEMSEDDİNOĞLU (1911-1984)
-Reşad Bey, teslim olmayacağını söyledi ve bunun sebebini
şöyle izah etti: “Albay Alparslan Türkeş benim teyzezademdir. Birkaç gün evvel
bana telefon etti. Bir parkta buluştuk. Bana dedi ki: “Derhal Menderes’e gidip
falan gün falan saatte dalan şahısların ihtilal yapmak üzere (burada tarih ve
bazı şahıs isimleri zikretti) anlaşılmış bulunmaktadırlar. Bunların hepsini
alelacele emekliye sevk ederek bu vartayı atlatsın. Ben senii getireceğin
cevabı öğrenmek için burada bekleyeceğim” Denileni yaptım. Menderes’i makamında
ziyaret ederek yakın bir akrabam olan bir albaydan şöyle şöyle işittim diyerek
Türkeş’in adını vermeden söylenenleri ona naklettim. Menderes’in yüzü kağıt
gibi bembeyaz oldu. Derhal zile bastı ve gelen adamına:”Bana derhal Ethem’i
çağırın” talimatını verdi. Biz bu işin olabilirliğini konuşmkatayken Ethem
Menderes kapı üzerinde belirdi. İçeri girmeyerek ayakta: “Efendim çok mühim bir
randevum var. Acele emrinizi telakki edeyim” dedi. “Gel otur” demesine aldırış
etmeden ayakta bekledi. Menderes, ona hitaben: “Bak Reşad Bey neler söylüyor”
dedi sonra bana dönerek: “Bana anlattıklarını Ethem’e de anlat” demesi üzerine
ben Türkeş’ten duyduklarımı bir kere de ona naklettim. Ethem Menderes bu
sözlerimi ciddiye almadığı gibi bir de beni istihfaf etti: “Reşad Bey”dedi,
“Bunların hepsi Halk partililerin bizi tedirgin etmek için uydurduğu
yalanlardır. Sen de mi bu palavralara inanıyorsun?” sonra Menderes’e hitapla:
“Efendim” dedi, “Böyle asılsız şayialarla canınızı sıkmayınız. Ordu bize
sadıktır. Katiyyen böyle bir şey olmaz. Müsterih olunuz. Sonra da mühim bir
randevusu olduğunu tekrarlayarak izin istedi ve çıktı gitti. Menderes, iki
elini yana açarak hanginize inanayım kabilinden derin derin düşüncelere daldı.
Bu durumda ben de müsaade isteyerek yanından ayrıldım.” Ethem Menderes, o zaman
milli savunma bakanıydı. Mendereslerin çiftliğinde çalışan bir kahyanın oğlu
olması ve Menderes’le birlikte büyümüş bulunması dolayısıyla Menderesçe
güvenilir biriydi. Bu sebeple ona inandığı ve hareketsiz kaldığına
hükmedilebilir. Reşad Bey daha sonra
sözüne şöyle devam etti: “Menderes’in yanından ayrıldıktan sonra Türkeş Bey’le
buluştuğumuz parka döndüm. O beni burada bekliyordu. Olanları kendisine anlattım.
“Yaa!” dedi, “Demek ki bunlar bir tedbir almayacaklar ve ihtilal olacak. Bu
İsmet Paşa’nın bir tertibidir. Bana da Milli Birlik Komitesi adıyla teşkil
ettikleri komiteye dahil olmamı teklif ediyorlar. O halde kabul edip bunlara
‘oyun içinde bir oyun’ yapmak lazım” dedi ve benden ayrıldı. Bunları söyleyen
Reşad Akşamseddinoğlu kanaatinş de şöyle ifade etti: “Ben inanıyorum ki, Albay
Türkeş ihtilalcilere ciddi bir oyun oynayacak. Onun için aralarına girmiştir.
Belki ihtilal içinde ihtilal yapacak. Ben onun ne yapacağını bekliyorum.” Bu
konuşmadan sonra Necip Fazıl Bey kendisinin de her an tevkif beklediğini
söyleyerek saklanmak için daha emin bir yer bulmasını söylemesi üzerine Reşad
Bey de çıkıp gitti. Reşad Bey’in bu sözleri başka bir hadise ile de teeyyüd
etti. Şöyle ki: “Mahud Ondörtlükler hadisesi olmadan Milli Birlik Komitesi
üyelerinden İrfan Baştuğ adındaki bir general İstanbul’dan Ankara’ya giderken
şimdiki otoban olmadığından Bolu dağlarında Kargasekmez diye anılan virajlarda
arabası uçuruma yuvarlanarak vefat etti. O zaman biz İstanbul’daki muhafazakar
ve milliyetçi insanlar olarak Türkeş’ten “Ali Bey” diye bahsediyor ve onun
Reşad Bey’in anlattığı tarzda bir hareketini bekliyorduk. Karargahımız Nur-u
Osmaniye Caddesi üzerindeki Alparaslan Matbaası’ydı. O zaman galiba yüzbaşı
rütbesinde olan Mehdi Sungur Paşa, Türkeş Bey’in İstanbul’da bir nevi mümessili
durumundaydı. Türkeş Bey sık sık gazetelere beyanat vererek ihtilalin Halk
Partisi’nin iktidar olması için değil kötü bir gidişe dur demek için yapıldığı
yolunda beyanatlar vererek beklediğimiz istikamette sinyaller de veriyordu.
İstanbul emniyetinin başında da onun adamları vardı. Bunlar benim gibi
muhafazakarlar hakkında yapılan ihbarları kaale almadıkları gibi Demokrat
Parti’nin gazetesi olan “Son Havadis” gazetesinde bu yolda bir neşriyat
yapılmasını teşvik ediyorlardı. Bu gazetenin mensuplarının çoğu tevfik edilmiş,
ortada sadece Gökhan Evliyaoğlu ile Hamid Tezkan kalmıştı. Emniyet birinci şube
müdürü Eşref Dirlik bu gazetede yatıp kalkıyor adeta onlara kalkanlık ediyordu.
Bu sıralarda idi ki, Cumhuriyet Gazetesi’nden Cevat Fehmi Başkurt her gün bir
Milli Birlik Komitesi mensubuyla röportajlar yayınlıyordu. Bunlardan biri de
Türkeş’le yapılmış bir röportajdı. Cevat Fehmi, Türkeş’in “ihtilal
hazırlıklarına ezanın aslına irca edildiği gün başlandığı”na dair bir beyanını
zikretmekteydi. Bu bizim midemizi bulandırmıştı. Fakat Mehmed Emin Alpkan,
Mehdi Sungur gibi ağabeylerimiz buun Cevat Fehmi tarafından kasten
uydurulduğunu Türkeş’i tekzibe zorlayarak bu suretle hüviyetinin açığa çıkması
gayesini güttüğünü söylüyorlardı. Bu bir tevil miydi bilmem. Fakat biz buna
inandık. Lakin İrfan Baştuğ bir kaza neticesinde öldüğü gün bizimkiler
dizlerini dövdüler. Söylediklerine göre Türkeş, ihtilal içinde ihtilal yapacak
ve Cemal Gürsel’in yerine bir general olan İrfan Baştuğ;’u geçirecekmiş. Bu
suretle Türkeş’in emellerinin suya düştüğünü söylüyorlardı. Gerçekten az bir
müddet sonra “14’ler Hadisesi” vaki olarak başta Türkeş olmak üzere
arkadaşlarından pek çoğu komiteden çıkarılıp gece yarısı sürgüne gönderildiler.
(448-449-450-451-452)
PROF.DR.OSMAN TURAN (1914-1978)
-1914 yılında Çaykara’nın Soğanlı Köyü’nde doğmuş bulunan
Prof.Dr.Osman Turan Kurumoğulları adıyla anılan bir aileye mensuptur. 1940
senesinde Ankara Üniversitesi Dil Tarih Coğrafya Fakültesini bitirmiş,
müteakiben “On İki Hayvanlı Türk Takvimi” adındaki doktora teziyle doktor,
1944’te doçent, 1951 yılında ise profesörlük payesi elde etmiştir. 1948-1950
yılları arasında Londra ve Paris’te araştırmalar yapmış, 1954 yılında ise
siyasete atılarak Demokrat Parti listesinden Trabzon milletvekili olmuştur. 27
Mayıs 1960 darbesiyle Yassıada’da Demokrat Parti mensuplarıyla birlikte
muhakeme edilmiş ve o zalim mahkemeden beraat kararı alabilmiştir. Buna rağmen
Yassıada’nın zalim gardiyanı Albay Tarık Güryay’ın bulunduğu koğuşa girdiğinde
ayağa kalkmadığı için dövülme teşebbüsünde bulunulmuş, o şartlarda bile maruz
kaldığı hakarete yiğitçe mukabele etmiştir. Gerçekten dürüstlüğü kadar aynı
zamanda cesur ve vatansecver bir şahsiyetti. Sultan Abdülhamid merhumun oğlu
Şehzade Selim’in kızdan torunu Satıha Hanım Sultan ile evliydi. Çocukları
olmamıştır. 1965 senesinde Adalet Partisi’nden tekrar Trabzon mebusu seçilen
Osman Turan bu partide genel başkan yardımcılığı vazifesini deruhte etmekteyken
mason Süleyman Demirel ile anlaşmazlığa düşerek ihraç edilmiştir. 1969
seçimlerinde Trabzon’dan müstakil milletvekili namzedi olduğu halde
kazanamamış, bundan sonraki hayatını ilmi çalışmalara hasretmiştir. Kardeşinin
çocuğu Hasan Turan benim liseden sınıf arkadaşım olduğu için Osman Turan Bey’le
1954 yılında tanışmış ve onunla ahbaplığım vefatına kadar devam etmiştir. Bu
suretle ilmi dirayetine, dürüstlük ve vatanseverliğine yakinen şahid olduğum bu
büyük insana destek olmak için 69 seçimlerinde Trabzon’a gitmiş ve ona seçim
faaliyetlerinde yardımcı olmuşumdur. Diyebilirim ki, bilhassa Selçuklu
Tarihi’nde en salahiyetli bir isim olan Osman Turan Bey, 17 Ocak 1978’de
İstanbul’da vefat etmiştir. Türk Ocakları Umumi reisliği de yapmış olan merhum
asla ırkçı olmayıp şuurlu bir kültür milliyetçisiydi. Fakülte hayatında
solcularla mücadele eden merhumun bu vasfı bütün eserlerinde müşahede edilir.
(454-455)
-Said Nursi merhum ilk gençlik yıllarında zamanın modasına
kapılarak büyük siyasi ve milli kahramanızım Sultan II.Abdülhamid Han’ın
aleyhinde bulunanlar kafilesine katılmıştı. Hatta onun şimdiki Fen-Edebiyat
Fakültesinin yerinde bulunan Zeynep Kamil konağında verdiği bir konferans
hakkında merhum Celal Hoca o konferansta bulunmuş biri olarak şöyle demişti:
“Said Nursi, şab-ı emret (henüz sakalı çıkmamış) bir genç olduğu halde
İstanbul’a gelmişti. Biz o zaman Malta Çarşısı’ndaki Şekerci Hanı’nda yatıp
kalkan bir grup medrese talebesiydik. Fatih Camii’nin revnaklarındaki sütunlara
“Var mı benimle ilmi mübarezeye kalkışacak alim?” diye ilanlar astığını
görmüştük. Sonra da Zeynep Kamil Konağı’nda bir konferans vereceğini işittik.
Merakla bu iddialı delikanlının ne söyleyeceğini anlamak için oraya gittik.
Merhum sözleri arasında bir ara padişaha atfen: “Koskoca sarayı işgal etmiş,
çıksın oradan, biz orayı mektep yapalım” sözlerine şahid olduk. Sonradan
öğrendiğimize göre bu sözlerden dolayı padişahın emriyle tımarhaneye atılmış
fakat oradaki doktorlar aklından bir zoru olmadığını bu sözleri dar bir muhitte
yetişmiş görgüsüz bir kimse olması dolayısıyla söylemiş olduğuna hükmederek onu
serbest bırakmışlar. Daha sonra da duyduk ki, her ne sebeple ise padişahla
görüşmek üzere mabeyn-i hümayuna gitmiş fakat burada kemerindeki kamayı
çıkarmaya razı olmadığı için padişahla görüştürülmemiş zira o vakitler padişah
huzuruna silahlı olarak girilmezdi. Said-i Nursi mehum benim bildiğime göre
bununla da kalmamış Sultan Abdülhamid Han’ın tahttan indirildiği gün Selanik’te
yapılan şenliklere iştirak ederek orada hürriyetin ilanını alkışlayan bir nutuk
söylemiştir. Onun buradaki konuşması “Nutuk” adıyla İstanbul’da İçtihat
Kütüphanesi’nin ilk eseri olarak yayınlanmıştır. Bu kitabın orijinali bende
mahfuzdur. (456)
-Daha sonra Sultan Reşadla görüşen Said-i Nursi, ondan
Van’da tesis etmek istediği medrese için yardım almış ve hayatının sonuna kadar
bu para ile yaşamıştır. Vefatında, bu altınlardan arta kalanlar, benim
Eskişehir Askeri Cezaevi’nden hapishane arkadaşım olan Hüsrev Altınbaşak’ta
kalmış oda bunları bozdurarak bugünkü “Hayrat Vakfı”nı kurmuştur.
CEVAT RİFAT ATİLHAN (1892-1967)
-İlim Yayma Cemiyeti, Vehbi Bilimer, Vehbi Çıkrıkçıoğlu, İsmail
Niyazi Kurtulmuş, Fehmi Bilge, Nuri Topbaş, Süleyman İshakol, Refik Bürüngüz,
Abdurrahman Cansu, Fahreddin Kiğılı, Hulusi Topbaş, Seniyüddün Başak (106.dipnot/Seniyüddin
Başak, Lozan müzakereleri esnasında İsmet Paşa’nın müşavirlerinden biriydi.
Ben, kendisini İlim Yayma Cemiyeti’nde çalışmaktayken tanıdım. O zaman
avukatlık yapmaktaydı. Kendisine Lozan müzakereleriyle ilgili sorduğum suallere
sadre şifa bir cevap vermemişti. Fakat onun Abdülhamid’in hal’ine dair bir
beyanını Mithat Sertoğlu nakletmektedir ki ben bunu “Bir Mazlum Padişah: Sultan
II.Abdülhamid” isimli eserimde şöyle anlatmış bulunmaktayım: “Bütün bu
nakillerden Hacı Nuri Efendi’nin karakter sahibi bir alim olduğunu ve fetvayı
kerhen imzaladığı anlaşılmaktadır. Biz buna bir de “mecburen” kelimesini
eklemek istiyoruz. Zira Elmalılı Hamdi, Şeyhülislam Ziyaeddin, Fetva Emini Hacı
Nuri ve uelemadan bazı milletvekilleri bir encümen halinde toplanmışlardı. Hacı
Nuri Efendi’nin mukavemetini kırmak için Mustafa Asım Efendi, onun kulağına
eğilerek gizlice bir şeyler söylemiştir. Bunun üzerine: “Allah hepimizin
günahlarını afv etsin” diyerek imzayı atmıştır. Acaba bu sözler neydi? Midhat
Sertoğlu, uzun bir takipten sonra Seniyüddin Başak vasıtasıyla bu sözleri
Mustafa Asım Efendi’nin bilahare Şeyhülislam Mustafa Sabri Efendi’ye ifşa etmiş
olduğunu öğrenerek bunu bir makalesinde şöylece kayd ve ifade etmiştir: “Fetva
Emini Hacı Nuri Efendi’nin inadından sebat edeceğimi anlayınca kulağına eğilip
şunları söyledim: Ortalık ayakta. Abdülhamid’in hal’inden başka çare
kalmamıştır. Bunun için fetvayı imzala. Çünkü hal edemezlerse öldürürler ve sen
bunu imzalamamakla ölümüne sebep olmuş olursun.” Hacı Nuri Efendi bir an yüzüme
baktı, kani oldu ve imzaladı.” (Midhat Sertoğlu, Yayınlanmamış bir Hatıra,
Hayat Tarih Mecmuası, s.9, Eylül 1974, sh:14 vd) Kaynak göstermeden
iktibaslarda bulunmayı adet edinmiş olan arkadaşımız Ziya Nur da bu gerçeğe
şöyle temas etmektedir: “Hacı Nuri Efendi’nin bu fetvayı bile kabul etmek
istemediği, ancak kendisine söylenen pek feci bir tasavvur üzerine rıza
gösterdiği de rivayet edilmiştir. Son Osmanlı Şeyhülislamı Mustafa Sabri
Efendi’den rivayet edildiğine göre, Hacı Nuri Efendi herçe-bâd-âbâd (ne olursa
olsun) fetvayı kabul etmemekte kararlıdır. Fakat İstanbul Mebuus olan ve
İlmiyeden bulunan Mustafa Asım Fetva Emini’nin kulağına eğilerek: “Bu fetvayı
kabul etmezsen Abdülhamdi’in hali mümkün olmaz, saltanatta kalmasına da imkan
yoktur; hâl edemezlerse katl ederler. Sen de ölümüne sebep olursun” demiş. Hacı
Nuri Efendi bunun üzerine rıza göstermiştir.” (Bkz. Kadir Mısıroğlu, Bir Mazlum
Padişah:Sultan II.Abdülhamid, İstanbul 2015, sh.567 vd) Ben Midhat Sertoğlu’nun
zikri geçen bu makalesine istinaden bunları yazdıktan sonra tatmin olmadım.
Araştırmaya devam ettim. Mustafa Sabri Efendi Kahire’de yaşamaktayken orada
talebesi ve ahlaken güvenilir bir insan olduğuna inandığım Emin Saraç
Hocaefendi’den meseleyi tahkik ettim. Zira o, Sabri Efendi’nin sohbetinde çok
bulunmuş bir kimseydi. Mustafa Asım’dan böyle bir söz duymuş olduğunu sizin de
bulunduğunuz bir mecliste Sabri Efendi, “fetva vermeseydi öldürülecekti bunun
için verdi” tarzında bir söz söyledi mi? diye sordum. Emin Saraç Hoca: “Evet, Hamdi
Efendi’nin kendisine böyle söylediğini Hocaefendi bir sohbetinde bize
anlatmıştı” dedi. Böylece benim için rivayetin Sabri Efendi’ye kadar olan
kısmının doğru olduğu tahakkuk etmiş oldu. Lakin sonradan vicdan azabı
çekilerek böyle bir şey uydurulmuş mudur, yoksa gerçekten böyle mi olmuştur
bilemem. Bu hususu okuyucuların takdirine bırakıyorum.) gibi malıyla canıyla
İlim Yayma Cemiyeti’ne hizmet etmiş olan insanlar maalesef bugün unutulmuştur.
Halbuki bugün dini hayatımızdaki gelişmenin temelinde bu fedakar ve mübarek
insanlar vardır. Bunların millete tanıtılması vicdani bir borçtur. (469-470)

-“Sarıklı Mücahidler” isimli eserimle ilgili bir dedikoduyu
da Nezih Uzel yapmıştı. Enderun Kitabevi’nde bu eseri Özbekler Tekkesi şeyhi
Necmeddin Efendi’nin yazdığını benim de ondan intihal ile bu kitabı ortaya
çıkardığımı iddia etmiştir. Nezih Uzel, Mevlevi geçinen bir ayyaştı. Hayatta
yüzünü görmüş değilim. Bu uydurmanın menşei de şu olsa gerektir. Ben bu kitabı
yazarken dostluğum olan Necmeddin Efendi’yle görüştüm. Ona sadece Özbekler
Tekkesi’nin Milli Mücadele’deki hizmetleri hakkında sual sordum. Bana bir şey
yazıp yazmadığımı sordu. Yazdıklarımı kendisine okudum. Cevabı: “Benim buna
ekleyecek bir şeyim yok. Sen hadiseyi iyi tahkik etmişsin. Benden fazlasını biliyorsun.”
Nezih Uzel de bu tekkeye gidip gelenlerden biriydi. İhtimal ondan bu görüşmeyi
öğrenmiş, buna kuyruklu bir yalan eklemekten içtinab etmemiştir. (472-474)
ALPARSLAN TÜRKEŞ (1917-1997)
-1960’lı yıllarda onun siyaset sahnesinde bir lider olarak
göründüğü günlerde Süleyman Demirel başbakandı. Türkeş’in partisinde kendisi
gibi ondörtler hareketinin mağduru olan Dündar Taşer bu partide toplanan
gençleri İslami bir istikamete sevk etmekteydi. Bu hareket Halk Partisi
karşısında Adalet Partisi’ne rey veren sağcıların MHP’ye kaymaları ihtimali
sebebiyle Süleyman Demirel’i tedirgin etti. Henüz onu daha falza tedirgin
edecek Milli Nizam Partisi ortada yoktu. MHP’deki bu gelişmeyi baltalamak
maksadıyla Süleyman Demirel, Yeni Asya grubunu MHP’ye cephe almak yolunda
kullandı. O zaman Osman turan merhum Süleyman Demirel’in yardımcısı olduğu için
ondan öğrendiğime göre Süleyman Demirel Yeni Asyacılara iki yüz elli bin lira
vererek Türkeş’in İslam’la bir alakası olmadığı yolunda bir broşür çıkarmaya
onları memur etti. Bu maksatla Yeni Asya grubunda yer alan Av.Bekir Berk’le
Mustafa Polat adında bir cahil uzun bir röportaj yaptı. Bu röportaj “İslami
Hareket ve Türkeş” ismiyle yayınlanarak cami kapılarında dağıtıldı. Ben bu
broşürü görüp okuduktan sonra Çarşıkapı’da
Bekir Berk’le karşılaştım. Onu bu hareketinden dolayı kınadım. Bu işin
Demirel’in tahrikiyle olduğunu bilmiyordum. Kendisine: “Sen bu broşürde
Türkeş’i İslami hareketin karşısında gösteriyorsun. Memlekette İslami gleişmeye
engel bunca adam var. CHP’liler laikliği dini gelişmeleri boğmak istikametinde
yeniden ve hırsla hortlatmaya çalışırken bu gelişmenin karşısında birinci adam
Türkeş’se bunu isbat et bende sana katılayım. Halk Partisi’ne karşı ağzınızı
açmadığınız halde bugün şu hareketiniz bence İslami harekete bir ihanettir.
Orada toplanan gençlere islami bir istikamet verilmesinden rahatsız olmanızı
anlamak kabil değil” tarzında sözler söyledim. Birbirimizden dargın olarak
ayrıldık. O zamanlar ben yayıncılığa başlamıştım ve Beyaz Saray zemin katta bir
dükkanım vardı. Orada milliyetçi gençler “Milli Hareket” isimli bir dergi
çıkarıyorlardı. Bunlar benim dükkan komşum olup hepsi Türkeş taraftarıydılar.
Orada bu broşür konuşulurken ben Bekir Berk’in sözlerinden bazılarını dini
noktayı nazardan tenkid ettim. Mesela Mustafa polat, Bekir Berk’e şu mealde bir
soru soruyordu: “Ağabey, Alparslan Türkeş gençlere ‘Mücadelenizden hiç kimseden
korkmayacaksınız’ diyor. Bu Allah’tan da korkmayacaksınız demek değil midir?”
Bekir Berk cevap veriyor: “El-Hak öyledir.” Mustafa tekrar soruyor: “Böyle bir
söz küfür değil midir?” Bekir Berk: “Pek tabii” diyor. Broşürü arşivimde
bulamadığım için bu sözleri aklımda kaldığı şekliyle burada nakletmiş
bulunuyorum. Bu kabil sözleri dinleyen genöler: “Sen bunları söyle, biz
yazalım” demeleri üzerine broşürü okuyarak oradaki haksız ithamlara cevap
verdim. O sırada oraya Zekeriya Beyaz geldi. O da bazı ayet-i kerime ve
hadisler ilave etmesiyle metin Yeni Asyacıların broşürüne cevap teşkil edecek
bir hacme ulaştı. O milliyetçi gençler aynı kapak baskısıyla bu metni basıp
dağıttılar. Camialarında bunu baştan sona benim yazdığım şayi oldu. Halbuki
geçrek bu değildir. Bunun üzerine Türkeş benimle görüşmek arzusunu izhar etti.
O sırada Ramazandı. Yanına Osman Yüksel Serdengeçti ile Dündar Taşer’i alarak
benim Serencebey’deki evime bir iftara geldi. İftardan sonra birlikte namaz
kıldık ve koyu bir sohbete daldık. Burada Türkeş Bey’e sorduğum bazı suallere
aldığım cevapları nakletmek istiyorum. Kendisine bu görüşmeden evvel Dündar
Taşer Bey vasıtasıyla Rıza Nur’un hatıralatını göndermiştim. Bunları okuyup
okumadığını sordum. Okuduğu cevabını verdi. “Nasıl buldunuz” diye sordum.
“Tamamıyla doğrudur. Eksiği var, yanlışı yok” diye karşılığını verdi. Sonra
kendisine Sultan Aziz torunlarından Mahmud Şevket Efendi’nin vatandan sürgün
edilirken yaşadıklarını anlattığı bir teyp kasetini dinlettim. Türkeş bu
kasetin bir yerinde gözyaşlarını tutamadı ve “Allah aşkına kapat şunu” dedi.
Anlatılanlara o derecede üzülmüştü. (476-477-478-479)
AHMED HÜSREV ALTINBAŞAK (1899-1977)
-Benim Eskişehir askeri cezaevinde dört ay kadar aynı odada
hapis yatmış olmam dolayısıyla yakın bir tanışıklığım olmuştur. Esasen ben bu
mahkumiyete sebep olan konferansı verdikten sonra bu konfernas harf inkılabına
dair olduğundan merhum bu konferansın batlarını bütün Anadolu’ya yaymak
hususunda büyük bir gayret göstermiştir. Yakınlarından olan bir elektrikçinin
dükkanında bu konferans kasedi çoğaltılarak gelip gidene kucak kucak verilmek
suretiyle Anadolu’nun her tarafında yayılmıştır. Merhum son derece mütevazı
ehl-i takva bir zattı. Beraber kaldığımız odada sabahlara kadar namaz kıldığına
ben yakinen şahit oldum. (531-532)
-Biz Hüsrev Altınbaşak’la birlikte Eskişehir’de
hapsedildiğimiz sırada Fethullah Gülen de İzmir’de bizimkine benzer bir suçla
hapsedilmişti. Benim bu zata her nurcu kardeşe olduğu gibi sempatim vardı. Bir gün
Hüsrev Altınbaşak söz Fethullah Gülen’e intikal edince o gün iananamadığım şu
sözleri söyledi: “Kadir Bey, sen o zatı nurcu zannediyorsun. Bu asla doğru
değildir. O Risale-i Nurları kullanarak kendine has bir cemaat teşkil etmeye
çalışıyor. Fakat bir gün anlarsın. O cephemizde Müslümanlığı ifsada memur hain
birisidir” demesi üzerine ben bu ithamı ağır bularak: “Üstad hain diyorsun.”
Sesini yükselterek cevap verdi: “Evet, o bir haindir. Bizim yazı öğreten
dershanelerimizi her öğrendiğinde hafta geçmeden o dershanemiz basılmıştır. O devletin
memurudur. Fakat hırs icabı bir gün bu devleti de satmaya kalkacaktır.” Doğrusu
ben bu sözlere inanamadım ve risale-i nur cemaatindeki ikiliği düşünerek
üstadın hissi konuştuğunu zannettim. Fakat kendisine karşı bu babada bir de
Bekir Berk’i sormak istedim: “O da haindir” dedi ve durumu şöyle izah etti: “Bu
devlet bizden anarşik harekete tevessül edebileveğimiz vehmiyle bizi çok sıkı
takip ediyordu. Bekir Berk istihbaratın elemanıydı. Gençliğinde ırkçı olup
meşhur Nihal Atsız’ın şakirdi bulunduğunu herhalde sen de duymuşsundur.”, “Üstad
hazretleri bunu bilmiyormuydu ki kendisine avukatlığını yapması için vekalet
verdi” demem üzerine şu karşılığı verdi:” Çok iyi biliyordu. Fakat bizim
mücadelemizin Gandivari sulh ve müsalemet yoluyla olduğunun kendi elemanlarınca
sabit olması için onu en yakınına aldı. Bununla devletin bizim hareketimizin
mahiyeti hakkında doğru bilgi edinmesini sağlamak istedi.” Doğrusu ben o gün
Bekir Berk hakkındaki bu sözlere de inanamadım. Fakat sonradan yaşadığım bazı
vak’alar bu gereği teyid etmiştir ki şimdi onlardan birkaçını anlatacağım.
(532-533)
SÜLEYMAN UYANIK (1910-1987)
-Eskilerin tabiriyle “sahibu seyf-u vel kalem” yani hem
kılıç ve hem de kalem sahibi olan müstesna alimlerden biri olan Manastırlı
Süleyman Hocaefendi mesud bir tesadüfle taa üniversite talebeliğimizden, vatandan
ayrılışımıza kadar takriben yirmi beş sene beraberliğimiz olan müstesna bir
şahsiyetti. İlmi dirayeti kadar yaşadığımız hadiseleri anlamakta ve İslami ölçüler
muvacehesinde tahlil etmekte müstesna bir kabiliyeti vardı. (555)
NURİ KALKANDELEN (1902-1974)
-Nureddin Kalkandelen soyadından da anlaşıldığı gibi Rumeli’deki
Kalkandelen halkından Nakşi şeyhi Mustafa Ruhi Efendi’nin torunudur. 1881
yılında aile İstanbul’a hicret etmiştir. O sırada babası Sabri Bey on dokuz
yaşındaydı. Fevakalade iyi yetişmiş bir genç olduğu için 1888 yılında Yıldız
Sarayı’na padişah katibi ve kütüphanenin hafız-ı kütübü olarak tayin
edilmiştir. (562)
ABDURRAHMAN GÜRSES (1909-1999)
-Bir gün Musa Topbaş Efendi’nin Sultantepe’deki köşkünden bir
meclis toplanmıştı. Orada başta Şeyh Sami Efendi olmak üzere o cemaatin ileri
gelenleri ve Necip Fazıl Bey de vardı. Hocaefendi eûzubesmele çekerek Kur’an-ı
Kerim’e başlayacağı sırada hazirundan Nazif Çelebi kulağına eğilerek: “Hocaefendi
lütfen kısa okuyunuz. Sizden sonra Necip Fazıl Bey bir konuşma yapacak.” demiş.
Ben bu sahneye şahid olduğum halde Nazif Çelebi’nin ne söylediğini
işitmemiştim. Onu sonra kendisinden öğrendim. Nazif Çelebi’nin bu ikazından
rahatsız olan Hocaefendi hiçbir ayet-i kerime okumadan besmeleden sonra “Sadakallahülazim”
dedi. Kendisine hayretle bakanlara dönerek: “Kul sözünün Allah sözüne tercih
edildiği bir yerde ben Kur’an okumam” dedi. Muhabbeti de öfkeyi de yerinde
kullanmasını bilen ve hakikaten onun hakkında çok söylendiği gibi “azizü’n-nefs”
bir şahsiyet idi. Allah garik-i rahmet eylesin. (592-593)
HÜSEYİN HİLMİ IŞIK (1911-2001)
-Eyüp Sabri koyuncuoğlu da yarbaylıktan emekli olmuş eski
bir askerdi. Benim 1960 ihtilialinden evvel yakın görüştüğüm bir zattı. 1961
yılında evlendiğimde şeyhi olan Şemseddin Bursevi (Muhammed Şemseddin Canpek)
Efendi ile birlikte evime teşrif etmişlerdi. Burada Şemseddin Efendi bana dini
nikah kıymıştır ve huşu içinde bir dua yapmıştır ki anlatılır gibi değildir.
(608)
ALİ FUAD BAŞGİL (1893-1967)
-Hoca henüz buluğa ermemiş bir çocuk mesabesinde saftı. Talebesiyle
konuşurken bile yüzü kızarırdı. Müteaddi yani aksiyoner denilen adamlardan
değildi. “Din ve Laikilik” isimli kitabı çıktıktan sonra Halk Fırkasının mevkutelerinde
kendisine pek çok hücumlar yapılır ve o, M.Kemal Paşa düşmanlığıyla itham
edilirdi. Böyle iddialara karşı: “Ben ona göz nuru emek mahsulü doktora ithaf
eden ilk kişiyim” diyerek taviz verirdi. Fakat başbaşa konuştuğumuz zaman
M.Kemal Paşa hakkında benden farksız düşünmediğini görürdüm. Ali Fuad Hoca,
İslamiyet’in ameli hükümlerine bigane olduğunu ve eserleriyle de tavzi
verdiğine müdrik olmalıdır ki: “Din ve Laiklik” kitabının baş tarafına şu
sözleri yazmıştır:”Dinen günahkar olmak dini sevmeye ve dindarın tükenmez
saadetine imrenmeye mani değildir.” (620-621)
-Benim ve diğer arkadaşlarımın teşvikiyle 1961 seçimlerinde
Adalet Partisi’nden milletvekili olan Ferruh Bozbeyli ile henüz çiçeği burnunda
bir milletvekili iken Divanyolu’nda karşılaştım. Ona dedim ki: “Bu meclisten
çıkmaz ama sen şu 5816 sayılı kanunun ilgası için bir teklifte bulunsan
vebalden kurtulursun.” Malumdur ki 5816 sayılı kanun M.Kemal Paşa hakkında
doğruları söylemeyi engelleyen antidemokratik bir kanundur. Dünyada eşi benzeri
yoktur. Talebelikten arkadaşım olan Ferruh Bey bana ne dese beğenirsiniz: “Yahu
bu kargaşa ortamında hiç olmazsa M.Kemal Paşa etrafında bir birlik teessüs
etmiştir. O da mı bozulsun istiyorsun.” Bu cevaba karşı dedim ki: “Ooo! Sen
milletvekili olunca çok terakki etmişsin. Yakında mason da olursun.” O günden
beri ben onun yüzünü bir daha görmedim. Bir gün bu vakayı Cemil Meriç’e
anlattım. O dedi ki: “Sen çok iyi cevap verememişsin. Bak ben benzer bir hadisede
ne dedim.” Sonra anlattı: “Ali Fuad Başgil Hoca, bendeniz ve emekli bir albay
birgün sohbet ediyorduk. Memleketteki inkılap yobazlığı, din aleyhtarlığı ve
darbeler üzerinde konuşuyorduk. Ali Fuad Bey dedi ki: “Bütün bu fenalıkların
kaynağı M.Kemal’dir” Bu söze karşı dindar bildiğimiz albay öfkeyle “Hoca sen ne
diyorsun? Bir M.Kemal’imiz var. Onu da mı yıkacağız” demesin mi! Ben bu
dangalaklığa karşı öfkeyle onun eline vurdum ve dedim ki:éBirader sen putsuz
yaşayamaz mısın? İlla sana bir put mu lazım?” Bunu duyunca Cemil Meriç’e dedim
ki:” “Vallahi senin cevabın benimkinden güzel olmuş.” (624-625)
-Asaf Halet Çelebi’ye Buddha hakkında bir eser yazmak
nereden aklına geldiğini sordum ve dedim ki: “İslamiyetten haberdar olan kimselerin
Buddha’yı tanımaya ne ihtiyaçları olabilir?”Bana verdiği cevap onun şahsiyetini
göstermekteydi. Dedi ki: “Bir gün Galata Köprüsü’nden vapura binmek üzere
geçiyordum. Aslan pençesi gibi bir el omuzumdan beni kavradı. Döndüm baktım ki
devasa bir adam. Ona kim olduğunu sordum. Hindistan’ın İstanbul’daki konsolosu
olduğunu söyledi ve “Ben” dedi, “Türkiye’de Buddha’nın hiç tanınmadığını
görünce Türkçe’de ona aid bir eser yazılması için araştırma yaptım. Bana seni
tavsiye ettiler. Senden böyle bir eser yazmanı istiyorum.” Asaf Halet bu eseri
o konsolosun emir tarzındaki ricası üzerine yazdığını ifade etmişti. Sonra da
Buddha’yı methetmeye başlayınca Budizmin tesirinde kalmış olduğunu anladım.
Asaf Halet de Ali Fuad Başgil gibi doğru Türkçeyi müdafaa edenlerden biriydi. Fakat
onun gibi müteaddi bir adam olmadığını bu sözleri gösteriyordu. (627-628)
-27 Mayıs İhtilali’nden itibaren sol basın her fırsattan
istifade ederek rahmetli Ali Fuad Başgil hocaya çatıyor ve mevkuflar kafilesine
onu da katmaya çalışıyorlardı. Komitedeki milliyetçilerin müessiriyetiyle
gerçekleşmiş olmasına rağmen 147 profesörden biri de Ali Fuad hocaydı. Hakkındaki
şayialar ve DP iktidarına yakınlığı sebebiyle onu istisna edememişlerdi. Lakin menfi
basın bu kadarla yetinmek istemiyor ve her vesile ile ona saldırıyordu. Biz de
temmuz ayı içinde yani henüz Türkeş ve arkadaşları komitede iken bu menfi
neşriyatı protesto etmek ve Ali Fuad hocamıza bir sevgi gösterisinde bulunmak
üzere bir hareket planladık. Müslüman veya sadece demokrat olduğu için bize
katılan yüzlerce insanla Ali Fuad hocanın Feneryolu Karanfil Sokak’taki evi
önünde “Yaşa, varol!” diye bağıracaktık. Oraya toplu olarak gidemeyeceğimizi
biliyorduk. Bunun için herkesin ayrı ayrı yollardan oraya giderek belli bir
saatte hocanın evinin önünde toplanılmasını kararlaştırdık. O zaman Feneryolu
istikametinde tramvay vardı. Kimi tramvayla ve kimi otobüsle gidecek ve aynı
noktada buluşacaktık. Ben yalnız olarak Eminönü’nden Üsküdar’a ve Üsküdar’dan
Kadıköyü’ne fgeçtim. Kadıköy’den tramvaya bindim. Tramvay Feneryolu’na geldiği
zaman güzergahta arkadaşlarımızdan pek çoğuun jandarma kordonu altında olduğunu
gördüm. Ali Fuad Hoca’nın evi tramvay yoluna nazaran bir sokak arkadaydı. Askerler
orada pusuya yatmış ve peyderpey gelen her talebeyi yakalayıp tramvay yolu
üzerinde toplanmışlar ve askeri nakil vasıtasalarının gelmesini bekliyorlardı. Bu
durumu görünce tramvaydan inmedim. (135.dipnot/Diyaneti din düşmanı kemalizme
râm etmek hususundaki faaliyetleriyle meşhur olan Tayyar Altıkulaç da o zaman
Yüksek İslam Enstitüsü’nde bir talebeydi. Bizim tertiplediğimiz nümayişe o da
katılmış imiş.. bunu hatıralarında anlatırken hakkımda sûizan tevlid edecek bir
üslubla aynen şöyle demektedir: “Bir şeyler olduğunu anlamıştık. Ama ne olursa
olsun deyip kalabalığa ulaştık. Bu birikintiyi bizden önceki tramvaylardan
inenlerin oluşturduğu anlaşılıyordu. Bu sırada bir tramvay dolusu öğrenci de –bu
manzarayı gördükleri için- durakta inmeyip yanımızdan geçip gitmişti. Vatmanın hemen
yanında teşhis ettiğimiz Kadir Mısıroğlu, bizden daha akıllı davranan ve
tramvaydan inmeyerek bu furyaya yakalanmamayı başaran öğrencilerdendi.” (Bkz.
Tayyar Altıkulaç – Zorlukları Aşarken, Cilt:1, sf.102 vd. İstanbul 2011 basım)
Bir durak daha gittikten sonra indim ve yolun karşı tarafına geçerek dönüş
tramvayına bindim. O zaman Necip Fazıl Bey’in evi de Feneryolu’nda ve tramvay
caddesi üzerindeydi. Tramvay caddesi üzerinde ve birkaç yüz metre kadar Kadıköy
tarafında kocaman bir ahşap konaktı. Ona en yakın olan istasyonda indim. Necip Fazıl
Bey’in evinden Ali Fuad Bey’e telefon edip kendisini teselli etmek istiyordum. Yol
üstündeki arkadaşlarımızı muhasara etmiş bulunan askerlerin başındaki subay
benim Necip Fazıl Bey’in evine girdiğimi görmüş. Elindeki işin ilk müsaid
olduğu anda oraya gelmiş. Ben de telefon edip hemen evden çıkmıştım. Tesadüfen benden
sonra oraya hiçbir şeyden haberi olmaksızın sırf üstadı ziyaret için gelmiş
bulunan Mraşlı Ahmed Gökahmedoğlu adfındaki genci tevkif edip götürmüş. Bu arkadaşın
hiçbir şeyden haberi olmadığı yolundaki itirazlarını asla dinlememiş. (647-648)
NACİ KAŞİF KICIMAN (1893-1982)
-Benim kayınpederim
Abdullah Vafıs Aydınarslan (1896-1949) talebeyken Yunan Harbi’ne iştirak etmiş
İstiklal Madalyalı bir gaziydi. Gerçek bir Osmanlı askeri ve şeyh evladı olan
(babası Nakşi şeyhlerinden olup Konya’nın musalla mezarlığında medfun Hacı
Mustafa Nur’du) merhum kayınpederim aileden dinlediğim menkıbelerine göre
mutasavvıf bir şahsiyetti. Aslen Dağıstanlı olup Erzurum’da doğmuş bulunan kayınvaliden
Huriye Aydınarslan’la 1926 senesinde evlenmişti. Bende mahfuz olan düğün
davetiyelerinde şayan-ı hayrettir ki; gelinin adı yazılı dğeilri. Bu o günün
şartlarında ayıp sayılıyor ve evlenecek kız “falanın kerimesi” sûretinde
zikrediliyordu. Bu durum bugün kadın hakları denilerek kadınların iffet ve
mahremiyetlerinin ortaya dökülmüş olmasıyla nereden nereye gelmiş bulunduğumuzu
ibretli bir şekilde göstermektedir. (669-670) Bilecik askerlik şubesi resii iken
1949 yılında vefat edip Şeyh Edebali haziresine defnolunmuş bulunan
kayınpederim fevkalade dürüst ve hamiyetperver bir insanmış. (671-672)
AYHAN SONGAR (1927-1997)
-Prof.Dr.Ayhan Songar, 1927 yılında Gönen’de doğmuştur. Zira
Kafkas asıllı olan dedesi Ömer Canbolat Bey mütareke yıllarında gönen’e
yerleşmişti. Gönen’de o zaman yüzbaşı babası Nazmi Bey, Ömer Canbolat Bey’in
kızı Fevziye Peyman’la evlenmiş Ayhan Songar By bu evlilikten dünyaya
gelmiştir. Fevziye Peyman Hanım, Sultan II.Abdülhamid’in validesi Perestû
Kadınefendi’nin yeğeniydi. Bu sebeple Ayhan Songar, Hanedanla hararetli bir
şekilde alakadardı. (673) Meşhur Eşref Edip Bey, Songar’ın babasının dayısıydı.
İsmet Paşa’ya şedit muhalifti. Bu durum onu Celal Bayar’la yakınlaştırmıştı. Muayenehanesinin
duvarlarında Bayar’la birlikte çekilmiş resimleri vardı. Bir gün kendisiyle
sohbet ederken İsmet Paşa’nın Afyon’un Altıntaş kazasındaki Yunanlılara karşı
maruz kaldığı hazimeti anlatıyordum. İsmet Paşa’nın kendi hatasını örtmek için
emrindeki subaylardan birini nâhak yere disiplini muhafaza için idam ettirmiş
olduğunu söyledim. (140.dipnot/Dr.Rıza Nur, Hayat ve Hatıratım, Cilt:’,
Frankfurt 1982, sh.729 vd.) Ayhan Bey, bu ifadem üzerine: “Bir değil iki subayı
idam ettirmiştir. Onlardan biri de benim amcamdır” dedi. Ona sordum: “Sen Rıza
Nur’un hatıralarını mu okudun?”; “Hayır henüz okumadım. Fakat bunu bana babam
söylemişti.”diye cevap veri.(675-676-678)

AHMED FARUK ÖZERENGİN (1919-2001)
-1919 YILINDA İstanbul’da doğmuştur. Mehmed Abdürrahim Bey
ile Fatma Nesime Hanım’ın çocukları olarak Kazım Karabekir’in iki damadından
biridir. Onun Emel ismindeki kızıyla evlenmiştir. (696) Faruk Özerengin Bey’in
elinde kendisine Kazım Karabekir Paşa’dan intikal etmiş olarak pek çok vesika
vardı. Bunlardan bazılarını daha sonraki görüşmelerimde bana vermiştir. (708)
KAZIM KAP (1895-1980)
-Milli Mücadele’den sonra çeşitli sivil hizmetlerde bulunmuş
olan Kazım Kap Bey İkinci Cihan Harbi’nde Said Şamil ile birlikte Hitler’in
desteğiyle bir kere daha anavatanı Kafkasya’nın kurtarılmaıs için mücadeleye
atılmışsa da Almanların mağlubiyeti üzerine bu teşebbüsten de bir netice hasıl
olmamıştır. Bana anlattığına göre son zamanlarda Ordu vilayeti dahilinde bir
maden işine girmekten dolayı zarurete düşmüş ve sıkıntılı günler geçirmiştir. O
sırada idi ki şahsi arşivinden bazı vesikaları parayla satıyordu. Ben kendisiyle
zannedersem 1978 senesinde böyle bir alışveriş vesilesiyle tanıştım ve
kendisinden birkaç ehemmiyetli vesika satın aldım. (712)
-İsmet Paşa’nın zamanında fikir hürriyeti diye bir şeye
tahammül edilmezdi. Bu gerçeğin sayısız tezahürlerinden birisi TBMM’nin birinci
devresinde İzmit mebusluğu bilahare de iktisad vekilliği yapmış olan Hüseyin
Sırrı Bellioğlu (1876-1958)’nun başına gelenlerdir. Sırrı Bellioğlu gazetelere
Alman Harbi esnasında İsmet Paşa’nın takip etmekte olduğu siyaseti tenkid etden
birkaç makale yazmış olmasından dolayı derdest edilerek mahkemeye çıkarılmış
1941 yılında tutuklanmış ve dokuz yıl dört ay hapse ve ömür boyu olarak
siyasette yasaklanma cezalarına maruz bırakılmıştır. 31 Temmuz 1949 tarihinde
cezasını tamamlayarak salıverilmiştir. Sırri Bellioğlu’nun bir kısım evrakı
arşivimizde mahfuzdur. (726) Yazılarında hakaretamiz hiçbir söz mevcud olmadığı
halde merhum dokuz sene dört aya mahkum olmuş ve bu mahkumiyetin Sultan Ahmed
Cezaevi’nde tamamıyla infazından sonra serbest kalabilmiştir. Necip Fazıl,
Sırrı Bellioğlu’yla hapishanede karşılaşmış ve onunla parmaklıklar arkasında
bir fotoğraf çektirmiştir ki, bu fotoğraf Büyük Doğu’da kapak yapılmıştır.
(727)
MÜNEVVER AYAŞLI (1906-1999)
-Onun evi bir müze görünümündeydi. Kendisi de Osmanlı’nın
yıkılış hengamında pek çok devlet ricalini tanımış olmasından dolayı onunla
görüşmelerimde eski İstanbul hayatını dinlemekten hoşlanırdım. Lakin kendisi
şahsi müşahedeleri dışında hiçbir meselede bir derinliğe sahip olmadığından
hatırat mahiyetindeki kitapları son dönem Osmanlı hayatını tanımak bakımından
değerli olsa da pek çok güft ü gû ile doludur. Bu yıllarda yazdığı “Pertev Bey’in
Üç Kızı” isimli romanı Türkçe hatalarıyla lebâlebdi. Mesela “Allah’a şükür”
yerine “Hakk’a teşekkür” derdi. Nüfus kağıdının hamidi olması ile iftihar eder
Sultan Hamid’e büyük bir hayranlık duyardı. Lakin ne onun hakkında ve ne de
içinde yaşadığı cumhuriyetin ilk yıllarına dair ciddi bir tetebbuatı yoktu.
(750)
-Vefatına kadar bir komşu olarak görüşmekte olduğumuz
Münevver Ayaşlı belki de yaşadığı müddetçe istihbaratla alakası olduğunun da
burada söylemeliyim. Zira Sıraselviler’deki Alman Hastanesi’nde bilhassa Alman
Harbi esnasında vazife gören doktorların pek çoğunun istihbarat elemanı
olduğunu nereden bilecekti. Bunları isim isim sayar ve bunlara dair hatıralar
da naklederdi. Buraya şunu da ilave etmeliyim ki sonradan Ruslar’a iltica eden
meşhur İngiliz casusu Kim Philby Alman Harbi boyunca onun yalısında kirada
oturmuştur. Talebeliğinden beri Ruslara çalışan Kim Philby burada İngiliz
entelijansının Ortadoğu başkanıyken iki dinli hareket ettiği öğrenilmiş ve
İngilizler tarafından tevkif edilmek üzereyken Rusya’ya kaçmıştır. “Asrın
Casusu” isimli hatıraları Türkçe’ye çevrilmiş, önce Milliyet Gazetesi’nde
tefrika edilmiş sonra da kitaplaştırılmış olan Kim Philby bu hatıralarında “Janet
Teyze” ismiyle bir kadından bahsetmektedir ki; bu Münevver Ayaşlı’nın kendisinden
başka biri değildir. (754-755)
-Münevver Hanım bugün “Tesettür ahlakladır. Kadınların
başının örtülmesi gerekmez” diyen Samiha Ayverdi cemaatinin şeyhi Kenan Rıfai’nin
hamının da ölene kadar çarşafını hatta peçesini bile çıkarmadığına şahid
olduğunu söylemiştir.(756)
Sebil Yayınları, 2016 basım.