22 Mayıs 2025

BURADA NE OLUYOR? TÜRKİYEDE ETKİLEŞİMLERİN EKOLOJİSİ ÜZERİNE BİR DENEME – LEVENT ÜNSALDI

-Türkiye sosyal bilimler alanı pek kullanılmayan, sadece sergilenerek ve bilindiği gösterilerek yeterli sembolik kazanç elde edilen devasa bir teorik araç parkı görünümündedir. Fikri ürünlerin expert-import’unda (ki aslında export kısmı yoktur) boy gösteren mümessillerden, kendi yaptıkları denemeler üzerinden bu araçların somut biçimde nasıl işleyebileceğini “kullanıcılara” göstermeleri ısrarla istenmelidir. Bu aynı zamanda pedagojik bir yükümlülük olarak görülmelidir. (20)

-Diğer taraftan bir toplumdaki birincil çerçevelerin o toplumun kültürel evrenine dahil olduğu da yeterince açık olmalıdır. Bu manada kültür, çerçevelerin çerçevesi veya meta çerçeve olarak işler. Kültür, daha sınırlı ve işlevsel bir ifadeyle, “bir grup veya toplumun üyesi olmak için bilinmesi gereken her şeydir” (20.dipnot / Tanım, antropolog Word Gooderough’a aittir. Alıntılayan; Yves Winkin, Anhtropologie de la communication, Paris, Editions du Seuil, 2001, sf:14. Tamamı şöyledir: ‘Bir toplumun kültürü, bu toplumun üyeleri nazarında kabul edilebilir biçimde davranmak için bilinmesi ya da inanılması gereken her şeyden ibarettir’ Word Gooderough, Cultural Anthropology and Lingui Sties içinde, Dell H.Hymes(derleyen), New York, Harfper and Row, 1964, sf:36) Bir grubun üyesi olmak en basitinden kestirilebilir olmak anlamına geldiğine göre (21.dipnot / Formül, iletişim ve kinesik (jestbilim) çalışmalarının öncü ismi Ray Birdwhistell’e aittir. Alıntılayan: Yves Winkin, a.g.e, sf:14. Birdwhistell ayrıca Goffman’ın Toronto’daki lisans eğitimi sırasında antropoloji derslerini takip ettiği kişidir. Temel eseri ‘Kinesics and Context, Philadelphia, 1970) Kültür burada esasen, paylaşılabilir ve aktarılabilir bir bilgi stoku veya daha doğru bir ifadeyle çok genel bir gösterge veya sinyal sistemi olarak işler. Bu sistem, mikro dünyalardaki durumlara ‘bağlanır’ kadrajlara ‘sızar’ ve böylelikle verili bir bağlamdaki toplumsal ilişkilerin temel öncüllerini tesis eder. Bu türden bir kozmoloji, bir değer sistemi veya rol, statü ve sınıf öncüllerine ilişkin unsurlar içerdiği gibi insan-insan ve insan-doğa ilişkileri üzerine örtük ve kapsamlı bir metafizik de içerebilir. (30)

-“Durum, birbirlerinin huzurundaki iki veya daha fazla sayıda bireye birbirlerini karşılıklı biçimde ve sürekli olarak gözetim altında tutma imkânı tanıyan çevre olarak tanımlanabilir” (39.dipnot / Erving Goffman, Les Codres de L’experience, Paris, Editiansde Miruit, 1991, sf:137) (39)

-Örneğin Türkiye akademisi, kayırmacılığı kendinde bir rasyonaliteye çevirmeyi bilebilmiş mahir kurumlardan biridir. Nihayetlendirmesi gereken özel bir durumda, örneğin bir kadro tahsisi söz konusu olduğunda, çeşitli düzeylerde tesis edilebilecek ilişkiler, hiyerarşisinin her aşamasında gayet ‘makul’ karşılanır, hatta teşvik edilir. Üst düzey bir yetkinlik ve yayın listesine sahip ancak ilkesel olarak bu türden pratiklere karşı olan bir aday bu durumda kendisini dezavantajlı bir konumda bulacak ve sıkı sıkıya tutunduğu eşitlik ilkesi pratikte aleyhine işleyecektir. Bu adayı sadece nitelikleri sebebiyle desteklemekle ve kuru temenni cümleleri kurmakla yetinen bölüm içinden öğretim üyesi de benzer bir çıkmazı deneyimleyecektir. Zira ‘adamını bulmak’ oyununu gerektiği gibi oynamayı reddedişi, adayını diğer adaylarla eşit şartlarda yarışa girmekten mahrum bırakmakla kalmayacak, daha az vasıflı adaylardan birinin kabulüyle birlikte hem bulunduğu bölüm hem de kendisi için orta-uzun vadede belirsiz bir kapıyı aralamış olacaktır. (63)

-Özetlemek gerekirse gerek bir konvansiyon gerekse de bir performans olarak birlikte ele alındığında bir rol veya roller bütünü bir durumun bir araya getirdiği tarafların birbirine bağlı eylemlerinin az-çok kapalı ve kendine has çevriminde (gönüllü faaliyet) herhangi bir özneyi veya özneleri değil, öncelikle bir ilişki tipini imler. (70)

-Örneğin özellikle küçük-orta ölçekli işletmeler düzeyinde Türk ticaret hayatının gündelik pratiklerinde, sorgulanabilir olan sınırı, en yaratıcı fantastik roman yazarının zihninin sınırıdır. Yazılı sözleşmeye pek itibar edilmez, ‘söz senettir’ ifadesi geniş bir yankı bulur. Ancak sorun şudur ki, bu ifade her dillendirildiğinde muhataplarda yarattığı yegâne his devasa bir kuşkudur. İki tarafı bir araya getiren ve bir sözleşme çerçevesinde tesis edilebilecek ‘paylaşılan sorumluluk’ ilkesi Türk ticaret hayatına oldukça yabancı bir kavramdır. Bir sorun veya aksaklık çıktığındabu problemden sorumlu taraf, bırakın herhangi bir sorumluluğu doğrudan üstlenmeyi ve aksaklığı gidermeye çalışmayı, kazanılması olanaksız gizemli bir nedensellik zinciri kurarak sorumluluğu hep bir başkasına yıkar ve böylece sorunu çözümsüz bırakmaya meyleder. “Hallederiz” ifadesi burada, mutlu yarınları müjdeler gibi yapıp muhatabın talebini başka yarınlara bırakan sihirli bir ‘geçiştirme’ sözcüğüdür; özellikle ödemelerin geldiği o büyük hesaplaşma anlarında gayet kullanışlıdır. O günlerde (ki genellikle Cuma günlerine denk getirilir; zira ‘ödemeyi pazartesi atacağım’ demek iki gün daha kazandırır) taraflar birbirlerine “mekânı basmaktan”, “avukata vermeye” kadar bir dizi tehdit cümlesini büyük bir rahatlıkla sarf ederler. Aslına bakılırsa, tarafların hiçbiri bu türden bir kopuşu ne öngörür ne de ister; tersine bu gerginliği bir ilişki biçimine dönüştürürler. Hatta en yetkin bir sosyal bilimciden bile daha fazlasını görürler: meselenin kopma ve uyum arasında bir tercih olmadığını gayet iyi bilirler. (78.dipnot / Burası ilginçtir Türkiyeli sosyolog, genel çoğunluğunda, incelediği norm bütününü bu tazyike maruz kalan failden daha fazla önemser görünür. Normlar, tek yönleriyle kusursuz içselleştirilmeleriyle, mekanik bir yaptırım sistemiyle neredeyse kurumsal ve normatif bir Molach’dır) Buradaki katılımcılar ne yapının basit birer taşıyıcısı ne de kıvrak hesapçıdırlar; sadece iyi birer hamlecidirler, ama hep birbirlerine karşı ve yine hep o kişilerle birlikte yeni dahil oldukları grubun ortak bilgi stoku ve hamle grameri üzerinden. Burası davranış repertuarının sınırıdır da. (79.dipnot / Bu repertuarlar –diğer bir ifadeyle, başka şekilde davranmayı bil(e)memek- işledikleri evrenle vardırlar. Başka bir evrene aktarıldıklarında istenmeyen sonuçlar yaratabilirler) (82-83)

-Zira bilinir ki bir pratiğin ihlal olarak tanımlanması, ifşası ve cezalandırılması, bir kuralın tüm gücünden ve kutsallığından her zaman daha fazlasını gerektirir. (86)

-Türkiye’de ahlakçılık çoğu zaman kuru bir retoriktir; sadece ‘üstünü örtmeye’ yarar. (94)

-Her yüz yüze etkileşim durumu, hem güncel hem de toplumsal manada karşılıklı bir tanıma içermekle kalmaz, aynı zamanda katılımcıların genel biyografik unsurlarına ilişkin diyakronik(art zamanlı) bir kestirmeyi de içinde barındırır. Bu kestirme ve tanımlama, her ikisi birden, belli bir biyografik sürekliliğin olduğu veya varsayıldığı durumlarda, mevcut ilişkiden (Örneğin doktor-hasta veya akademisyen-öğrenci ilişkisinden) mantıksal olarak beklenebilecek olanın da sınırlarını çizer. Eğer böyleyse, öznenin krallığını terk etmek üzere olduğumuz söylenebilir, zira ‘mantıksal olarak yapılabilecek’ olan, ‘yapabilirim’lerin basit bir toplamından ibaret değildir ve bu da toplumsal fenomenlerin öngörülebilirliğini, zorlayıcılığını, görünür ve tipik karakterlerini kuran esastır. Her etkileşimin ihtiyaç duyduğu asgari düzeyde karşılıklı ‘güven’ veya en azından Thamasçı anlamda tarafların birbirlerine ilişkin hipotezlerinin sınırlandırılması ancak bu çerçevede mümkündür. (97-98)

Heretik Yayınları, 2019 basım, 1.baskı.

ÖZGÜRLÜĞÜN BAŞ DÖNMESİ – KEMAL SAYAR

-Geleneksel toplumların kişisi, diğer insanlara bedensel, ruhsal ya da manevi anlamda yakın yaşayan kişiydi. Böylesi bir toplumda karar veren ve eyleme geçen bir “benlik” fikrini anlaşılır bulmak güçtür: Kişinin kim olduğu, tarihi, çevresi, akrabaları, vazifeleri gibi dış etkenler tarafından belirlenmektedir. Modernlikle beraber kişinin çevresi daralmakta, “topluluk içindeki kişi”den “ilişki içindeki kişi”ye gelinmektedir. Psikodinamik kuramın içsel “benlik nesneleri”ne yaptığı vurgu bu çerçeveden görülebilir. Modernlikle beraber artık içimizde mutluluğu, ilişkilerde yakınlığı, sevmeyi ve sevilmeyi arzulayan, sınırları çizili, özerk bir benlik vardır. Kılavuzluk görevi dinden bilime geçmiştir ve bilimsel kuramların berisinde gizlenen nedensellik ve kontrol anlatısı insana evrenin hâkimi olabileceğini fısıldamaktadır. (14)

-Çağdaş Batılı benlik boştur zira aile, cemaat ve gelenekle irtibatını kaybetmiştir. Bu boş benlik, modern çağın getirdiği yabancılaşmaya ve parçalanmaya karşı durabilmek için, tüketim malzemeleri, kaloriler, yeni yaşantılar, politikacılar, romantik sevgililer ve empatik terapistler tarafından doldurulmayı arzulamaktadır. Bu iç boşluk kendisini farklı biçimlerde gösterebilir; azalmış öz saygı, değer karmaşası, yeme bozuklukları, madde kullanımı ve kronik tüketicilik gibi. Bu boşluk manevi bir kılavuzluğa aç olma şeklinde de kendini gösterebilir. Bir manevi rehberliğe duyulan böylesi bir açlık, kişiyi sahte oluşumlara, karizmatik politik liderlere veya etik davranmayan psikoterapistlere de yönlendirebilir. Devlet artık benlikleri Viktoryan çağda yaptığı gibi dürtülerini denetleyerek kontrol altında tutmaz; boş benliğin teskin ve tatmin edilme isteğini yönlendirir. Kişiler ahlaki tutarlılığı önceleyen bireyler olmaktan çıkarak başkaları tarafından beğenilmeyi önceleyen bireylere dönüşür. Ahlaki olarak doğru olanı yapmak yerine, başkalarını cezbederek onların beğenisini kazanmak hayatın temel amacı olur. (20)

-Gerçekliğin yeniden tanımlanmasına tanıklık ediyoruz. Bildik medya bize başka bir yerde ne olduğunu gösterirken, internet, kullanıcılarına kendilerini sanal olarak o başka yere taşıma imkanı veriyor. İnternetle birlikte adını elektronik göçmenlik olarak koyabileceğimiz yeni bir yaşam tarzı boy veriyor. İnternet sayesinde bütün dünyanın Kuzey Amerikalılar gibi düşünmeye ve yaşamaya başladığı dile getiriliyor. (35)

-George Ritzer, "Mc Donaldlaşma" kavramını hazır yiyecek alanında geliştirilen standartların toplumun diğer kesimlerine yayılması anlamında kullanmaktadır. "Mc Donaldlaşma"nın insan ilişkilerine ve toplumsal hayata nüfuz etme biçimlerinden birisi gündelik hayatta istek duyma ile doyuma ulaşma arasındaki zaman aralığının kısalmasıdır. Ayrıca hamburger tüketmekle, kişi bir yaşam tarzı satın almaktadır. Hamburger, kola ve benzeri ürünler, çevrede yaşayanlar için merkezde ve güçlü olanla özdeşim yapmanın araçları olabilmektedir. (40-41)

Timaş Yayınları, 2013 basım, 2.baskı.

OSMANOĞULLARININ DRAMI – KADİR MISIROĞLU

-Dindarlık, -harcıâlem manasıyla- dinin, ferdi emir ve nehiylerine riayetkâr bir hayat tarzını ifade eder. İman asabiyeti ise, onu terakki ve teali ettirerek temadisini sağlayacak vecd ve heyecan dolu hamlelerde tezahür eden gayret-i diniyyenin adıdır. Denilebilir ki; bu iki hal, yani dindarlık ve iman asabiyeti, Osmanoğullarının tarih boyunca -adeta- değişmez bir farik vasıflarını teşkil etmiştir. (52)

-Yavuz Sultan Selim, Mısır seferlerinden sonra Suriye ve nisbeten bugünkü Irak mıntıkasında bulunan bazı çiftlikleri hanedanın geçimi için tahsis etmişti. İktisadi istiklalin binnetice fikri istiklal doğurduğunu düşünen ve şehzadeleri kendi müstebid hükümetlerinin emrine sokmak isteyen ittihatçılar, bu emlaki hazineye intikal ettirerek hanedan mensuplarına hazineden cüz'i bir maaş bağlamışlardır. Bu maaş o kadar kifayetsizmiş ki; Şehzade Mahmud Şevket Efendi Hazretlerinden şahsen dinlediğimize göre kendileri Sultan Vahideddin zamanında Kuruçeşme'de otururlar ve "Yaveran-ı Hazret-i Şehr-i Yari"den oldukları halde Yıldız Sarayına gidebilmek için arabaya binemezler ve yürümek mecburiyetinde kalırlarmış. Vasıtaya binebilmek için maaşları kafi gelmezmiş. Merhum bu sebeple Sultan Vahideddin'e müracaat edip kendisine devletçe bir fayton tahsis edilmesi için vaki müracaatlarını aradaki kimselerin nasıl savsaklayıp padişaha ulaştırmadıklarından dert yanmıştı. (58-59)

-Millî Mücadelenin dasitani şan ve şereflerle dolu olan umumi Türk tarihi içinde iddia ve ifade edildiği kadar ehemmiyetli bir mevkii haiz değildir. Aşağı yukarı müsavi kuvvetlerle Yunanistan gibi küçük bir devlete karşı gerçekleştirilmiştir. Ancak memleketin harim-i ismetinde cereyan ettiği ve çok büyük bir yıkım ve zaruret devresine rastladığı için manevi değer ve ehemmiyeti çok büyüktür. İşte kanaatimizce onun üzerinde durulması gereken asıl ciheti budur. (80)

-Sultan Vahideddin'in vatandan ayrılışından sonra hazine dairesinde yapılan tespitler herşeyin yerli yerinde olduğunu, kıymetli bir iğnenin dahi onun tarafından götürülmediğini göstermiştir. Buna dair tutulan zabıt Topkapı Sarayı Müzesi arşivinde (35) numarada kayıtlı "Daire-i Hazine-i Hümayun'un İlmühaber ve Kuyudat-ı Saire Defteri"nde mahfuzdur. Hâlbuki kendisi 1926 yılında San Remo'da vefat ettiği zaman yüz yirmi bin lira borcu çıktığı için alacaklıları tarafından tabutuna haciz konulmuştur. Tahnit edilmiş cesedi ancak kızı Sabiha Sultan'ın bu parayı temin etmesinden sonra Şam'a naklonularak Yavuz Selim Camii Şerifi'nin avlusuna defnolunabilmiştir. (63. Dipnot/ Kadir Mısıoğlu, Kurtuluş Savaşında Sarıklı Mücahidler, 1969, sf:95) (95-96)

-Vasıf Çınar bundan sonra daha ziyade Kadirbeyoğlu Zeki Bey'i hedef ittihaz ederek tamamiyle şahsiyyata kaçan bir konuşma yapmıştır. Bir zamanlar Bursa'da mubassırlık (muallimle hademe arası bir vazife. Talebeyi susturmak ve onlara nezaretle mükellef olanlara denirdi) yapmış olan bu ayağı çarıklı açıkgöz kendisini Maarif Vekilliğine kadar yükselten sayısız ve emsalsiz dalkavukluklarının o gün en parlak bir misalini vermişti. (135)

-Halife ve yakınlarını yurt dışına çıkarmaya memur olan polislerden biri bulunan Razi Yalkın'ın sonradan bu hadiseye dair neşrettiği yazılarda (93.dipnot/ Razi Yalkın - "Son Halife Abdülmecid ve Hanedan-ı Ali Osman İstanbul'dan Nasıl Çıkarıldı?" "Ünvanıyla Tarih Dünyası (İstanbul 1950) mecmuasının birinci ve müteakip sayılarında neşredilen tefrika) vali ve emniyet mensupları tarafından çıkarılan kanuna bile riayet olunmıyarak nasıl haşin ve zalimane davranıldığının kendi ağızlarıyle açıkça itiraf edildiği görülmektedir. (140) Dikkatlerinize arz edilen bu tafsilat bilmecburiye rejimin adamı olması lazım gelen bir polis tarafından kaleme alınmıştır. Bunun ne kadarına inanılabilir onu kestirmek güçtür. Çünkü o bir polistir ve yazılarını çok sonra neşretmiştir. Böyle olduğu halde onun verilen emri tatbik ederken nasıl amirlerine yaranmak gayreti içinde bulunduğu ortaya çıkmaktadır. Başta o zamanki İstanbul valisi Haydar Bey ve Emniyet Müdürü Saadeddin Bey olmak üzere bütün vazifelilerin, halifeyi bir an evvel vatanından çıkarabilmek için, icabında gayet rahatlıkla yalan dahi söyleyebildikleri, çekilmemiş telgrafları çekilmiş gibi göstererek onu aldattıkları, kendi ağzıyla sabit bulunmaktadır. Esasen tefrikanın iktibas etmediğimi nihayetlerinde hadisenin başlangıcına dönen polis Razi Yalkın, Abdülmecid Efendi'yi yurt dışına çıkarabilmek için daha kanun Meclis'te kabul edilmeden bile emniyetçe hazırlık yapıldığını itiraftan ve bunun tafsilatını vermekten içtinab etmemektedir. Bu tefrikanın en calib-i dikkat olan ciheti şudur ki; son halife Abdülmecid Efendi, polisler sarayının kapısına dayandığı ve müsaadesiz huzuruna girip, mahud emri tebliğ ettiği anda dahi, kendisine hazırlanmakta olan hazin sonu kavrayamamış bulunuyordu. Hala sağdan soldan ve bilhassa M.Kemal Paşa'dan medet umduğu ve ona bir telgraf çektirerek vaziyeti kurtarabileceği ümidini beslediği anlaşılmaktadır. Hâlbuki saltanatın hilafetten tefrik edilerek lağvedildiği gün belli olan bu gerçeği anlamak için fazla bir siyasi tecrübeye de ihtiyaç yoktu. Fakat evvelce de söylediğimiz gibi ressam, musikişinas ve gerçekten sanatkâr ruhlu bir insan olan Abdülmecid Efendi hakikaten bu işlerin adamı değildi. Razi Yalkın'ın iktibas edilen satırlarından çıkarılacak ehemmiyetli bir netice de şudur: Polisler Abdülmecid Efendi'yi yurt dışına çıkarmak için Dolmabahçe Sarayı'na mahud kanunun Meclisce kabul edildiği 3 Mart 1924 tarihinde dayanmışlardır. Hâlbuki kanun daha Resmî Gazetede neşir bile edilmemişti. Kanunların neşrinden evvel mer'iyyete girmemesi ise umumi bir hukuk kaidesidir. Kaldı ki mezkûr kanun hanedan mensuplarına "on günlük" bir hazırlanma müddeti de tanımaktaydı. Bunu nazar-ı itibare almayarak kanunun aşikâr bir hükmünü ihlal eden İstanbul'daki vazifelilerin, re'sen bu tarzda hareket edemeyecekleri meydandadır. Demek ki Abdülmecid Efendi'nin son dakikada bile meden umduğu Ankara'daki rical, emirlerini ona kanunun tanıdığı bu on günlük mühlete bile riayet etmeyecek tarzda ve -anlaşıldığına nazaran- hatta kanunun Meclis'ce kabulünden dahi önce çoktan vermiş bulunuyorlardı. (158)

-Abdülmecid Efendi’nin kaldığı otele her taraftan telgraflar yağıyordu. Dünyanın birçok yerlerindeki Müslümanlar tarafından çekilen bu telgraflarda Türkiye’de hilafetin lağvından duyulan üzüntü belirtiliyor ve son günlerde bu mevzuda cereyan eden hadiseler hakkında kendilerine izahat verilmesi rica olunuyordu. Bütün bu telgraflara ayrı ayrı cevap vermeye imkan yoktu. Bu yüzden 11 Mart’ta haber ajanslarının muhabirlerini davet eden Abdülmecid Efendi, onlardan “muhtelif memleketlerdeki Müslüman cemaatlerden gelen teessür ve istizah telgraflarına cevap teşkil etmek üzere vereceği yazılı beyanın ajansları vasıtasıyla her tarafa yayılıp duyurulmasını” rica etti. Halifenin bu beklenen beyanının meali hülasatan şöyleydi: “Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin hilafeti ilga kararı, yersiz ve yolsuzdur. Hilafet sadece Türklerin değil, bütün Müslimlerin müşterek dini ve tarihi müessesesidir. Tek taraflı bir kararla kaldırılamaz. Kaldı ki; büyük milletimiz, bu yüce varlığa bağlılık derecesini Osmanlı Saltanatına son verdikten sonra da teşrii vekillerinin müşterek reyleriyle, beni en ehil bularak Halife seçtirmekle göstermiştir. Şimdiki vekillerini de Hilafet’e daima destek olma vaadiyle seçmiştir. Bu seçim ahdine sadık kalmayan Meclis’in kararı vekaleti şartına, dolayısıyla da milli hakimiyet esasına uymadığı için yolsuzdur. Bu sebeplerle yersiz ve yolsuz gördüğüm kararı hükümsüz saydığımı ve tanımadığımı bütün müslim cemaatlere bildiririm. Bütün müslim kardeşlerimizin salahiyetli mümessillerini ileride toplanabileceğini umduğum bir dini şuraya davet ederek, müşterek ve mukaddes müessesemizi birlikte desteklemek ümidiyle, her taraftaki din kardeşlerimizin bu büyük davamıza gönüllü ve devamlı yardımlarını bekler, muvaffakiyetimizi Rabbimin inayetinden beklerim.” (117.dipnot/ Salih Keramet Nigar, Halife II.Abdülmecid, 1964 basım, sf:13) (213-214)

-Gerçi Halife Abdülmecid Efendi, evvelce temas edildiği üzere Mısır’da yayınlanan “müsavat” isimli gazeteye alakadardı. Hatta bu gazete kendisinin bir nevi naşir-i efkarıydı. Fakat burada Türkiye’de teessüs eden yeni rejim ve onun idarecilerine çatılmamış –hatta denilebilir ki- taraftarlık ifade eden yazılar yayınlanmıştır. Ayrıca Paris’te Kemalist idareye muhalif bir takım eski rical tarafından çıkarılan “Mücahede” ve “Zincire Vurulmuş Cumhuriyet” gibi mevkutelerle de ilgilenmemiş, onlara yazı ve beyanet vermemiş ve maddi destek sağlamamıştır. Üstelik bunlardan Mücahede, “Hilafet Davası”nın baş mürevvici olarak ortaya çıkmıştı. Halife Abdülmecid Efendi, İkinci Cihan Harbi esnasında Paris bombalanırken 23 Ağustos 1944 tarihinde hayata gözlerini yummuştur.(225-226)

-Burhaneddin Efendi, Sultan Abdülhamid Han’ın en çok sevdiği şehzadesiydi. 1885 yılında Yıldız Sarayı’nda doğmuştur. Son derece zeki, kabiliyetli ve yakışıklıydı. Kabiliyetini, daha küçük yaşlarında birçok safhada göstermiş ve ispat etmişti. Fevkalade piyano çalar ve çok iyi resim yapardı. Konuşması ve muhakemesi çocukluk ve ilk gençlik yıllarında bile dikkati çekecek derecede düzgün ve mükemmeldi. (242) Ancak tuhafı şuydu ki, Sultan Abdülhamid Han’ın bu en sevgili şehzadesi, kendisinden küçük kardeşleri Abdurrahim ve Mehmed Abid Efendiler gibi babıyle Selaniğe gitmeyerek İstanbul’da kalmıştı. Gerçi amcası, yeni padişah Sultan Reşad’la temas etmemiş ve onunla merasimlere iştirak etmemiştir. Fakat daha kötüsü İttihad ve Terakki Cemiyeti’nin ileri gelenleriyle sıkı bir dostluk kurmuştu. Ancak bu tutumu, onun aile saadetinin yıkılmasına sebep olmuştur. Şöyle ki: Şehzade Burhaneddin Efendi aslen Çerkes olan Aliye Hanımefendi ile evliydi. Asıl adı “Melek” olan bu son derecede zeki ve güzel kadın, hazinedar olan teyzesinin delaletiyle Yıldız Sarayına girmiş burada “Nazlıyar” ismiyle iştihar etmişti. Burhaneddin Efendi ile evlendikten sonra da Aliye adını almış, bu evlilikten sonradan Amerika’ya yerleşen Fahreddin(1911) ve Osman (1912) adında iki oğlu olmuştur. (126.dipnot/ Şehzade Burhaneddin Efendi bu iki çocuğunun tahsil ve terbiyeleriyle son derecede itina etmiş ve onları Viyana’daki meşhur “Terezyanum” da okutmuştur. Fahreddin Efendi ressamdı, Osman Efendi ise ticaretle iştigal etmektedir. Ayrıca dedesi gibi marangozlukta da büyük maharet sahibi olduğu duyulmuştur. Güney Afrika’ya yerleşmiş bir İngiliz ailesinin genç ve güzel kızıyla evlenmiş, çocuğu olmamıştır. Fahreddin Efendi ise İstanbul Rumlarından Papadapulos’un kendisinden on yaş büyük kızıyla evlenmiş, onun da çocuğu olmamıştır.) Bu münasebetler Burhaneddin Efendi’nin bu iki çocuk sahibi hanımının kendisinden ayrılarak İttihatçıların ileri gelenlerinden meşhur dönme Maliyeci Cavid Bey’le evlenmesini sonuçlandırmıştır. Bu zeki ve dirayetli şehzadenin İttihat ve Terakki ileri gelenleriyle vaki sıkı münasebeti ne maksatla tesis eylediğini tahmin, cidden müşküldür. Bunu, sırası gelmeden tahta geçmek gibi bir maksatla yaptığı söylenilemez. Zira böyle bir ihtirası olmadığını, daha sonra Arnavutluk Devleti’nin kuruluşu sırasında resmen vaki olan, orada hükümdar olması tarzındaki teklifi reddederek göstermiştir. (127.dipnot/ Bu teklifin yapıldığını ve Efendi’nin reddettiğini ailece tanıdığımız esbak Sadrazam Hüseyin Hilmi Paşa’nın lisanından da bizzat duymuştum. Bkz: Nahid Sırrı Örik, “Abdülhamid’in Sevdiği ve En Sevmediği Oğulları” , Tarih Dünyası, Cilt:III, sayı:23, sh: 973, İstanbul 1951) İttihadçılarla münasebeti, başlangıçta onları hakkiyle teşhis edememiş olmasıyla da izah edilemez. Zira zekâ ve dirayeti herkesçe müsellemdi. (243-244) Bilahare Amerika’ya yerleşmiş ve orada Madam Charles adından zengin bir Amerikalı Hanımla evlenmiştir. Diğer Osmanoğulları gibi gurbette fakr-u zaruret içinde kıvranmamıştır. Bununla beraber, karısının parasiyle yaşamamış, çalışıp hayatını kazanmıştır. Hatta kanserden muzdarip olan hanımı tahminler hilafına hayatta kalarak bir kalb krizi sonucu vefat eden efendinin mirasını yemiştir. (244) Şehzade Burhaneddin Efendi, Amerika’da 15 Haziran 1949 tarihinde geçirdiği ani bir kalb krizi sonucu vefat etmiş, cenazesi Şam’a naklolunarak Sultan Selim Camii avlusuna defnolunmuştur. (245)

-Şehzade Mahmud Şevket Efendi, Sultan Abdülaziz Han’ın en küçük oğlu Seyfeddin Efendi’nin oğludur. 1903 yılında babasının Suadiye’deki mütevazi evinde doğmuştu. Meslek olarak askerliği seçmişti. Bahriye teğmeni olarak orduya katıldıktan az bir müddet sonra Sultan Vahideddin’in yaverliğine tayin olunmuştu. (253) Mahmud Şevket Efendi, meşhur Gazi Osman Paşa’nın oğlu Kemaleddin Paşa’nın kızı Adile Hanımsultan’la evlenmişti. Kayınvalidesi, Sultan Abdülhamid’in kızı Naime Sultan’dı. Onun Kuruçeşme’deki evinde oturuyordu. (253) Sultan Abdülhamid Han, iki kızını Gazi Osman Paşa’nın iki oğluna vermişti. Bunlardan biri olan Kemaleddin Paşa Şehzade Mahmud Şevket Efendi’nin kayınpederiydi. Onun kızı Adile Hanımsultan’la evliliğinden sadece tek çocuğu dünyaya gelmiştir: Nermin Sultan. Halen Fransa’da babasının medfun bulunduğu “Bagnols s/ceze” şehrinde tek başına yaşamakta olan bu rikkat ve merhamet timsali Sultan Efendi’nin hayatı, bir roman olarak yazılmaya değer vasıfta hazin tablolarla doludur. Hakkıyle tasvir ve tavsif edilemeyecek gerçek bir dramdır. Maalesef sakat olan ve mübalağasız on iki lisan bilen bu vefakâr sultan efendiden ileride bir nebze bahsedilecektir. Osmanoğullarını yurt dışına çıkaran mahud 431 sayılı kanun kabul edildiği sırada Mahmud Şevket Efendi’nin bu biricik evladı, henüz altı aylık bir çocuktu ve kundaktaydı. (253-54) Her şeyden önce Şehzade Mahmud Şevket Efendi’nin derhal göze çarpan mücadeleci karakteri üzerinde durmak gerektir. Biraz da karşılaştığı girift hadiselerin ve ağır şartların pişirip bilediği bu kıymetli şehzade son derece cesur, iradeli, zeki, mantık ve muhakemesi kuvvetli bir insandı. Diğer hanedan mensupları gibi mütevekkilane bir surette köşeye çekilmemişti. Mısır’da dost düşman herkesi hayran bırakan ve dikkat nazarlarını celbeden Mahmud Şevket Efendi –çoğu kere- Mısır başvekillerinden ziyade itibar ve alaka görüyordu. Mısır’ın ilim ve siyaset erbabı seçkinleri ile ecnebi sefaret mensupları ona büyük bir teveccüh gösteriyorlardı. Nasır ise iş başına ihtilalle gelmiş bir kimseydi. Mahmud Şevket Efendi gibi Osmanoğulları Hanedanına mensup olmanın rakip kabul etmez otoritesine ilaveten bir de sayısız meziyetleri haiz bulunan bir kimsenin onu endişeye sevk etmesi tabiiydi. Gerçekten bu değerli şehzadenin mütevazı evi ecnebi sefaret mensuplariyle, mahalli nüfuzlu şahsiyetlerin sık sık girip çıktıkları bir nevi siyasi mahfeldi. Artık eski krallık zamanındaki baskı da mevzuubahis olmadığı için Efendi, birçok ehemmiyetli toplantıda sık sık görülüyor ve mübahase ettiği şahsiyetlerin derin hayranlık ve alakasını celbediyordu. (259-260) 1962 yılında Fransa’ya giderek Güney Fransa’da “Bagnols sur Seze” kasabasında yerleşmişti. Kasabanın merkezine on sekiz yirmi kilometre mesafede Cezayir mültecileri için kurulan bir kampta kızı Nermin Sultan’a “Asistan Sosyal” Müdireliği verilmişti. Onun kazancıyla burada baba kız yeniden mütevazı bir hayat kurmuşlardı. Fakat esasen sakat bulunan ve bastonla işe giden bu çilekeş Sultan Efendi’nin bir kere daha kaza geçirerek çalışamaz hale gelmesi üzerine büyük ölçüde mali müzayaka içine düşmüş olan Mahmud Şevket Efendi, ömrünün sonuna kadar bin bir ızdırapla yoğrularak 31 Ocak 1973 tarihinde Banglos’da vefat etmiştir. (277) Efendi “gurbet içinde gurbet” olan hayatına 31 Ocak 1973 tarihine kadar devam edecek ve bu tarihte evine baskın yapan garip maksadlı –sözüm ona türk- meçhul şahıslarla boğuşma sonunda geçirdiği bir kalp krizi ile vefat ederek, bulunduğu şehrin Hristiyan mezarlığına defnolunacak, ebedi uykusuna orada yüzyirmi yaşında vefat eden emektarı Yemenli Osman’ıyla dalacaktı. Hatta orada hiçbir Türk ve Müslümanın yaşamaması sebebiyle na’şı bile –maalesef- mecburen kızı tarafından yıkanacaktı. Bugün babasının kabul edilmediği memlekete dönmek hususundaki teklifleri kati bir lisanla reddeden ve onun mezarı başından ayrılmak istemeyen Nermin Sultan, Bagnol Kasabasında yaşamakta ve her gün babasının kabrine giderek gözyaşları dökmektedir. (280-281)

-“Arapların yaptıkları o yaygaralar çok mübalağalıdır. İngilizler, Filistin’i Yahudilere terk ederek çıkmak istememişlerdir. Arapların bu husustaki iddiaları asılsızdır. İngilizler izah ettiğim gibi, hâkim unsuru Araplardan olan müşterek bir devlet kurmak istemişlerdir. Maksatları, kendileri çekildikten sonra orada anarşik hareketlerin vuku bulmasını önlemekti. Filistin’de bir Arap hâkimiyetini ibka etmek istiyorlardı. Yahudileri iyi idare edip etmemek meselesi Arapların kendi kabiliyetlerine terk edilmiş olacaktı. Fakat Araplar şimdi böyle söylemiyorlar. İngilizler bizi aldattılar, kandırdılar ve sonra da Filistin’i Yahudilere terk edip çıktılar diyorlar. Bu doğru değildir. Çünkü ben işin içerisindeyim. Cereyan eden müzakereleri çok iyi biliyorum.” Mahmud Şevket Efendi (271)

-Mehmed Abid Efendi, Sultan Abdülhamid Han'ın oğludur. 1905 yılında Yıldız Sarayında doğmuştur. Anası Saliha Naciye Kadınefendi'dir. Yurd dışına sürüldüğünde henüz ondokuz yaşında ve askeri liseyi yeni bitirmiş bulunmaktaydı. Önce en büyük ağabeyi Selim Efendi'nin de dahil bulunduğu kalabalık bir hanedan grubu ile Beyrut'a gitmişti. Fakat burada fazla kalmayarak Paris'e geçmiş, orada üniversiteye devam ederek meşhur Sarbon'un "Siyasi İlimler" kısmını bitirmiştir. Daha sonra doktora çalışması da yaparak oradan hukuk doktoru payesi kazanmıştır. 1933 yılında Arnavutluk Kralı Ahmed Zago'nun kız kardeşi Prenses Seniyye ile evlenmişti. Düğünleri Paris'te olmuştur. Fakat bu evlilikten az sonra Arnavutluğa dönen Mehmed Abid Efendi, orada faal siyasi ve idari hizmetler ifa etmiştir. Ancak Arnavutluk'ta krallığın yıkılması üzerine tekrar Paris'e dönmek mecburiyetinde kalmış ve 1940 yılına kadar Paris'teki Arnavut elçiliğinde çalışmıştır. 1948 yılında hanımından boşanan Abid Efendi, bir daha evlenmemiş ve hayatta hiçbir çocuğu olmamıştır. 1966 yılına kadar Paris'te yaşayan Abid Efendi pek çok mali sıkıntı çekmiştir. (305-306) Mehmed Abid Efendi'nin bütün hayatı temiz ve dindarane bir şekilde geçmiştir. Beyrut'ta biraz daha da takva yoluna dökülen Abid Efendi buradaki birkaç yakın akrabasıyla olan münasebetleri dışında son derecede içine kapalı bir hayat yaşıyordu. (308) Hakikaten Abid Efendi son derece mütevazi, sakin, nazik ve dindar bir insandı. Bu satırların yazarı onun bu hususiyetlerine Beyrut'ta tanışıp görüşerek yakından şahit olmuştu. Beyrut'taki bir kaç yakınıyla, kaldığı pansiyonun civarında kaim apartımanımsı bir camiin zemin katında oturan aslen Oflu bir meczubtan başka hiç kimseyle görüşmüyordu. (310) Mehmed Abid Efendi, Beyrut'ta sakin ve mütevazi bir hayat yaşarken, Osmanoğullarını vatanlarına sokmayan mahud kanunun ilgasına şahid olamadan 8 Aralık 1973 Cumartesi günü öğleden sonra Beyrut'ta ani bir kalp krizi sonunda vefat etmiştir. Kriz kendisine geldiği zaman -maalesef- sokakta bulunuyormuş. Derhal üzerinden adresi çıkan yakınları, polisce haberdar edilmiş, bundan sonra da 11 Aralık 1973 Salı günü, Şam'da Sultan Selim Camii'nde öğle namazından sonra kılınan namazını müteakip bu camiin avlusunda diğer hanedan mensuplarının yanına defnedilmiştir. Mevla rahmet eyleye. (314)

-Bir kimsenin Osmanlı Hanedanına mensup addedilebilmesi için onun babasının hanedan mensubu olması şarttır. Bunlar erkekse "şehzade", kız ise "sultan" lakabıyla anılırlar. Erkek evlatlar hakkındaki şehzade tabiri isminden evvel kullanılır ve sonuna da "efendi" kelimesi ilave olunur. Kız çocukları için kullanılan "sultan" tabiri ise isimden sonra gelir ve yine "efendi" tabiriyle birlikte kullanılır. (341) Sultan Efendiler hanedana mensub olmayan bir erkekle evlendikleri takdirde doğan çocuklarına bunlar erkekse "Sultanzade", kız ise "Hanımsultan" denilir. Sultanzadeler babaları hanedandan olmadığı cihetle taht üzerinde hiçbir hak sahibi değillerdir. Zira böyle olmasa, başka bir aileye mensub babanın çocuğu tahta geçmiş olurdu ki bu da hanedan değişikliği manasına gelir. (342)

-Bazı hanedan mensupları ailenin bütün fertlerini bir araya toplamak ve Musul petrolleri üzerindeki ailevi hakları elde ederek bir aile şirketi kurmak için harekete geçmişlerdi. Bu hareket, yurd dışına sürüldükten sonra çoğu sefalete düşen hanedan mensuplarını iktisaden rahatlatmak ve bilhassa gençlerin iyi yetişmelerini sağlamak gibi tamamen gayri siyasi ve temiz bir maksada bağlıydı. Fakat Abdülmecid Efendi böyle bir faaliyete bir takım zan ve yakıştırmalarla siyasi bir maksat izafe edilmesinden endişe duymuştur. O derecede ki bu teşebbüsün faal elemanlarından biri olan ve bir yıl önce Fransa'da "vatan, vatan" diye diye vefat eden Şehzade Mahmut Şevket Efendi'yi bu faaliyetlerde bulunduğundan dolayı "Aile reisi sıfatıyla üzerindeki Osmanlı Hanedanı azalığı sıfatını kaldırdığını" tebliğ ettirmiştir. (353-354)

Sebil Yayınevi, 1992 basım, 6.baskı

OLMAK CESARETİ - KEMAL SAYAR

-Çocuk, büyüdükçe yalnızlığın farkına varır; anne babasının bir uzantısı değil de onlardan apayrı bir varlık olduğunu acıyla fark eder. Bireysel eylemin imkân ve sorumluluklarıyla yüzleşmek, korkuyla yüzleşmek demektir. Dünya karşısında çaresiz ve güçsüz kalma ihtimali her zaman mevcuttur. (25)

-Diyalog, karşımızdakine kendimizi bütün kalbimizle açmaktır. Tekamül etmiş sevgi iki insanı birleştirir, ama onlar yine de iki ayrı insan olarak kalmaya devam ederler. Bugün yaşadığımız ülkenin kimi insanları, birbirine sağır gibi duruyor, her toplumsal kesim kendisine göre bir "öteki" tanımlıyorsa, müsamahanın toprağına yabancılaşmışız demektir. (28)

-Yazı ne kadar yalnızlaştırıcı ve yalıtıcı ise, söz o kadar toplayıcı ve birleştiricidir. Sözlü kültür geleneğinden gelen toplumlar sadakat ve adanmışlığı erdem sayarlar. Söz, kalpten kalbe çarparak büyür, gücünü etkileşimden ve hemhal oluştan alır. Karşılıklı konuşma ya da sohbet bana ve ona bir "evindelik duygusu" verir; ötekini kendi kalbime buyur etmek beni rahatlatır. O, bana misafir olup beni zenginleştirirken, bende onun misafiri olurum. Ona birşeyler ekleyerek, onun bir parçası olarak bu konuşmadan ayrılırım. Daha önce bu dünyada birbirimiz için bir anlam ifade etmeyen varlıklarımız, artık birbirimizden izler taşır. Kendimizi artık o izle birlikte tanımlar ve dünya serüveninde yalnız olmadığımızı, hayat hikayemizin bir başkasının hayat hikayesiyle buluştuğunu anımsarız. Dille karşılaştıktan sonra bebeğin bilme biçiminin dönüşüme uğraması gibi, biz de dil marifetiyle öteki insana ulaştığımızda, iç dünyamız farklı bir yörüngeye oturur. Sohbet, bu anlamıyla yaşadığımız ülkenin kültür ve tarihinin diri tutulması demektir. Benzer bir şekilde, o kültür ve tarihte sohbet yoluyla bizi diri tutar. (32)

-Kendi benliğinin uğultusu dışındaki tüm seslere kulak tıkayanların, sohbet meclisinde yerleri yoktur. (32-33)

-İnsan, kendisine zarar vermesi muhtemel bir şeyle boğuşurken korkar, ancak bu şey onun tüm varlığını tehdit eder hale geldiğinde kaygıya kapılır. (38)

-Giderek daha çok çocuk ve genç, doğru düzgün bir anne babalık görmeden büyümekte, erişkin hayatında bir saygınlık yerine tutarsız bir boşluk ve kaos görmektedirler. Evin içindeki tartışmayı bitirecek bir saygınlık abidesi olarak baba çoktan kayıplara karışmıştır. Tüketim kapitalizmi Batı kültürünü rehin alarak tamahkarlık ve arzuyu kamçılamıştır. Ebeveynlerin güç ve saygınlığı hasar aldıkça, çocuk ve gençlerin tüketim ideolojisi tarafından kandırılmaları da kolaylaşmıştır. (46)

-Kapitalist pazar ekonomisi savunucularının temel düsturlarından birisi de özgürlük. Ger türlü sadakatsizliğin özgürlük adına kutsandığı bir çağda insan tutunacak bir dal, kök salacağı bir zemin bulamıyor. Özgürlüğün cazibesi duygusal düzeyde bizi aile, toplum veya din gibi yetkelerin getirdiği kısıtlamalardan azat etmesi. İnsanın sadece kendi tatmini peşinde koşmasını öğütleyen bu yaklaşım, kamusal sorumluluk ve iyilik hissinden bizi kurtarmış oluyor. Eğlence, sorumluluğa galip geliyor, eğlence temelli ahlak neredeyse mecburi hale geliyor. Eğlen ya da öl. Eğlenemiyorsan ölüsün demektir. (48-49)

-Nefsinden feragat etmeyi bilmeyen kişi, kemalat dairesinden içeri adım atamaz. Olmak, sabır ister. (51)

-Başka insanları alay konusu edip onları ve kılık kıyafetlerini, değerlerini, yaşam biçimlerini aşağılamak kendi statünüzü onların üstüne çıkarmanıza hizmet eder. Başkasına gülme, başkasıyla gülmeden farklı bir tür saldırganlık nüvesi taşır. Mizahın saldırgan biçimlerde kullanımı grup üyelerini hizaya sokmak ve sürüden ayrılanları engellemek içinde kullanılabilir. Grup dışında kalanın eylem ve tutumları alay konusu yapılarak, grup normlarını pekiştirir. (60)

-Bazı araştırmalar sosyal medyayı çok sık kullanan insanlarda hem kendilerinin hem başkalarının duygularını okuma yeteneğinin azaldığını gösteriyor. (70)

-Dışarıdakileri nasıl tanımladığımız, kendimizi nasıl tanımladığımızı gösterir. Eğer kendi insanlığımızı vurgulamak için bizden farklı olan gayri insani bir sahaya itiyor, kendi değer ve biricikliğimizi onun değersizlik ve sıradanlığında buluyorsak, sahte bir bilince tutulmuşuz demektir. (77)

-Modern şehir kurgusu yalınlığı sefalet olarak isimlendirmektedir. Topraktan evlerde yaşayanlar, bu kurguya göre, yalın bir hayat değil ama sefil bir hayat sürmektedirler. Hayatın karmaşıklaştığı ölçüde arzu edilebilir olduğu yolundaki bu düşünce, şehirleri devasa hapishanelere dönüştürmektedir. (158-159)

-Geçmiş çağlarda insana faydalı bir ömür sürdüğü hissini veren şey, komşularının ve dostlarının o kişi hakkında beslediği olumlu duygulardı. Modern şehrin koşturmaca ve rekabeti öne alan yapısı, insanların özsaygılarını devşirdikleri kaynakları da değiştirmektedir. İnsanlar, saygı duyulmaktansa, kıskanılmayı arzulamaktadırlar. Geçtiğimiz yıllarda sunulan bir reklam "komşuna fark atacaksın" diyordu. Burada şehir hayatının bilinç altını okumak mümkündür. Komşuları birlikte esenlik içinde yaşamak için değil, yarışmak içindir. Ve onlar geçildiği ölçüde biz başarılıyız demektir. (159-160)

-İnsanlar neden televizyon seyreder? Kararan, yoksullaşan hayatlarına bir nebze renk katabilmek için. Eve geldiklerinde edecek bir çift söz bulamadıkları için. Kendi yoksunluklarını, ekrandan taşan mavi ışıkla iyileştirmek istedikleri için. Televizyon insanları eğlendirir, onları ekrandaki kişilere akraba kılar, yarın konuşmak için bir mevzu çıkarır. (186)

-Jean, toplumsal farkları örten, gayr-i resmidir, sınıfınızı ele vermez. Jean, unisextir, kırda da giyilebilir, şehirde de. Toplumsal kategorilerin aşıladığı davranış ve kimlik sınırlarını tanımaz. Bu yönüyle bir özgürlük alametidir. Bu yüzden pek çok jean reklamında özgürlüğe yapılan vurguyla karışılırız. Ancak psikoloji eksenli bir değerlendirme, farklılaşmayı gizleyen bu giysinin kişinin yalnızca kendisi olma özgürlüğüne değil, kendisini gizleme özgürlüğüne de imkân verdiği fikrindedir. Jeanlar öylesine bir sıradanlık zırhına bürünmüşlerdir ki, onları giyenin halet-i ruhiyesini ele vermez, duygularını açığa vurmazlar. (201-202)

-İnsanların bir anne ve bir babadan geldiğini hepimiz bilir ve kabul ederiz. Yeni biyoloji, üre(t)me mekanını laboratuvarlara taşıyarak, anne ve babayı yalnızca sperm ve yumurta vericisi olarak görmemize sebep olmaktadır. Bir çocuk, gerekli materyal mevcut olduğu sürece, suni ortamlarda ve cinsel edim gerçekleşmeksizin de doğabilir. Hatta klonlama tekniği ileride elverirse anne babaya "malzemeci" olarak duyulan ihtiyaç da ortadan kalkacak ve fotokopiye hayli benzer bir yöntemle bir insanın genetik malzemesinden sonsuz sayıda yeni nüsha üretebilecektir. (231-232)

Kapı Yayınları, 2016 basım, 1.baskı.

MERHAMET - KEMAL SAYAR

-Freud için melankoli, akamete uğramış, gereğince tutulamamış, ruhu arındıramamış bir yas. Öleni bir türlü bırakamamak, ölümün bir tür inkârı. Melankolik birey bilinçdışı bir surette sürekli kaybedilen kişiyle özdeşim kurar. Böylece sanki ölen kişiyi kaybetmemiş gibi yaşamaya ve sürekli geçmişi tekrar etmeye başlar. Diğer insanlarda kaybedilmiş kişinin bir ikizini arar. Melankolik, bu anlamda geçmişin türbedarıdır. (23)

-Herkes kendi gerçekliğini inşa ediyor. Aynı olaya bakıyoruz, ayrı şeyleri görüyoruz. Gerçeklik herkesin kendi belleğinden süzülüp gelerek kurduğu, inşa ettiği bir şey. Beklenti ve inançlarımızla, bizden sadır olmasının daha doğru olacağını, düşündüğümüz kelimelerle, belleğimizle ve hayallerimizle kurduğumuz bir şey gerçeklik. Birbirine bakan aynalar gibi, gerçek nerede başlıyor, görüntü nerede bitiyor; ayırmak zor. (35-36)

-Tüketim toplumu yavaşlama kabiliyetimizi köreltiyor. Oysa daha az ihtiyaç duyan insanlar olabilsek, yepyeni bir özgürlük biçimiyle de tanışmış olacaktık. Modern bireyin en yaygın korkuları; başarısızlık korkusu, sıradan olma korkusu, bir hiç olma korkusu. İnsana anlam ve istikrar hissi veren değerlerin parçalandığı, her şeyin satılığa çıkarıldığı bir çağda az olacak bir yer bulmak da zorlaşıyor. İşlerimize yapışıyor ve orayı kendimize bir sığınak kılıyoruz. Modern toplum Nazi çalışma kamplarının o bildik sloganını tekrar ediyor: Arbeit Macht Frei. (Çalışmak Özgürleştirir) Oysa gerçekte düşünmek ve hissetmek için, aylaklığa, kâinatı bir huzur duygusuyla seyredebileceğimiz uzun saatlere ihtiyacımız var. (39)

-İyimser bir tutuma sahip olan insanlarda belirgin özelliklerde bir tanesi, bu kişilerin kendi duygusal ihtiyaçlarının daha fazla farkında olmaları ve hayatın getirdiği olumsuzluklara takılıp kalmamaları. (50)

-Acımak içinde bir hor görü, bir kibir, bir lütufkarlık barındırıyor. Başkasına acıdığımızda, kendimizi bir üst konuma yerleştirmiş oluyoruz. Kendine acımak ise insanın nefsine yapacağı büyük kötülüklerden birisi. Üstelik bir tuzak. Kişi yaralarını teşhir etmek için kurban kimliğine bürünmekle en çok kendisini kandırır. Ruh sağlığının önemli bileşenlerinden birisi, insanın kendisine acımayı karakterinin asli unsuru yapmaması ve sahip oldukları için şükran duyabilmesidir. (59)

-Etrafımızda ıstırap çeken insanlarla nasıl ilgilendiğimiz, kalbimizi onların iniltisine ne derece açtığımız, ruhumuzun ve içinde yaşadığımız toplumun ne ölçüde sağlıklı olduğunun bir aynasıdır. Merhamet bizi ıstırap çeken insana götürür. Ancak onunla etrafımızda dönüp dolaşan acıyı dindirecek takati buluruz. (71)

-Televizyon, modern diyetler, arzuların kamçılanması ve çocuklardaki başarma ihtiyacı, aşırı uyarılmayı ve dopamin sistemlerini tetikliyor. Bu şartlar altında olgunlaşan beyinler daha huzursuz oluyor ve endişe, öfke, hayal kırıklığı gibi duygulara daha hassas hale geliyor. Çocukların eğitimi kendilerine dünyada bir yer açma, bireysel statü ve başarı elde etme gibi konular etrafında şekilleniyor ve özgüven duygusunu merkeze yerleştiriyor. Bu da benmerkezci, kendine sevdalı, sosyal rütbeyi önemseyen gençlerin yetişmesine zemin hazırlıyor. (78-79)

-Kendimizi algılamamız ne kadar olumsuz ise o kadar kolay âşık oluruz. Kendisinde bir şeylerin eksik olduğunu hisseden kişi, eksik nitelikleri seveceği kişide arar. Âşık olduğunda gerçekleşmemiş fantezi ve düşlerini sevgiliye yansıtır. Sevgiliyle birleşmek bize emniyet ve huzur verir. (109)

-Araştırmacılar beynimizin ön lobunun nesiller geçtikçe daha geç olgunlaştığını bildiriyor. Nörobiyolojik araştırmalar insan beyninin değerler, ahlak, duygu ve diğer kişilik özellikleriyle ilgili ön lobunun kişi 20-25 yaşına gelene dek aktif olarak gelişimini sürdürdüğünü gösteriyor. Frontal lobun giderek daha geç olgunlaşıyor olması, gençlerin günümüzde son yenilik ve değişimleri daha kolay içe almalarını ve benimsemelerini sağlıyor. Kültürlerin birbirinin içine geçtiği, birbirine nüfuz edip karıştığı bir zamanda bu durum gençlerin dışarıdan değiştirilen kültürel ögeleri kolayca kabullenmesine yarıyor. Böylece gençlerle akrabaları arasındaki fark büyüyor. Modern yetiştirme usulleri ve eğitimin uzaması da bireylerin geçmiş çağlardaki gibi erişkin sosyal rolüne tez elden ulaşmalarını örtüyor. Bu gecikme, beyin gelişimini tamamlayan genlerin etkinlik ve dışavurumunu geciktiriyor. Böylece sosyal sonuçlar beynin gelişimsel yoğrulabilirlik süresini uzatıyor ve gençlerin yerel ortamlarında karşılarına çıkan yabancı kültür özelliklerini benimseyebilmelerine imkân veriyor. Bu özellikler sayesinde gençler, olumlu veya olumsuz yönde pek çok değişimin taşıyıcısı olabiliyor. (124)

-Günümüzde modernliğin mütbariz vasfı olarak tecelli eden zaman-mekan sıkışmasının şahikasını, bilgisayar üzerinden iletişim oluşturuyor. Nete bağlanmak suretiyle aramızdaki coğrafi uzaklık yok olur. Uzak yerler ve siber aleme gömülü gizli kaynaklarla kurduğumuz o birdenbire ilişki, bize zamanı aştığımız duygusunu verir. Net üzerinde herkes burada ve şimdi de yer alır. Net, bizi çocukluğun o kadir-i mutlaklık fantezisine geri götürür. Herşey kontrolümüz altındadır, bilgimiz dahilindedir ve biz ölümsüzüzdür. Dijital dünya bize, çağırdığımızda gelecek bir bilgi yığını sunar. İnsanlığın ürettiği tüm bilgiyi kontrol edebilme ihtimali bizi baştan çıkarır. Gerçek hayatta olmayan bir kontrol duygusu bilgisayar başında elde edilir. (134)

-Ölüme bir anlam duygusuyla donanmış olarak bakabilmek, hayatı bir kere daha ama bu kez daha az yanlışla yaşamak demektir. (153)

-Ortaçağ Katolik kilisesinin manevi yozlaşmanın nedeni ve ruhsal gelişimin engeli olarak gördüğü yedi ölümcül günah, günümüz Batı dünyasında bir anlam kaymasına uğramış görünüyor. Lewis Mumford'un yarım asır önce tespit ettiği üzere, geçmişin yedi temel günahı, bugünün yedi temel erdemidir. Kibir artık benlik saygısı ve bireysellik adını almıştır, tamahkarlık materyalizm olarak yeniden tanımlanmış, öfke rekabetçilik olarak yüceltilmiştir. Şehvet artık cinsellik ve cinsel çekiciliktir, haset inisiyatif alabilme halidir. Tembellik eğlence, oburluk "iyi hayat" olmuştur. Eğer bu yedi günah Batı toplumlarında açıkça belenip teşvik edilmeseydi bugün bu toplumların belirleyici vasfı olan kitle tüketimi mümkün olmayacaktı. (164)

-Küreselleşme ölçeklerin, hızın ve bilme biçimlerinin değişiminden ibaret. (167)

Timaş Yayınları, 2015 basım, 10.baskı

KENDİNE İYİ BAK – KEMAL SAYAR

-Allah’ın yaratışındaki güzelliği görmek ancak uyanık bir kalp ile mümkün. (22)

-Bugün inandığını söyleyen, insanları içten içe kemiren “Paranın dini imanı yok” dedirten, insan ilişkilerini bozan şey piyasa ahlakı değil, egemenlerin toplum kesimlerine yayılma istidadı gösteren ahlaksızlığıdır. (34)

-Eğer baba, çocuk anneden uzaklaşırken müşfik ve destekleyici davranırsa, dünya çocuğa daha emniyetli bir yer olarak gözükecektir. Bu anlamda baba, çocuğun bağımsızlık ve ayrılığı sınadığı istikrarlı bir yerdir. O gerçeklik kavramının ta kendisini temsil eder; bir dış güç olarak yaşanan gerçekliği. (52)

-Ailenin üzerinde pek az kontrol yetkisine sahip olduğu profesyonel hizmetlere bağımlı hale gelmesi, bir yandan ana babalığın değersizleştirilmesi, anonimleştirilmesi anlamına gelir. Şirketlerin ve onlara hizmet eden bürokratik devletin ortaya çıkışıyla yetkileri törpülenen anne baba beceriksiz, yetersiz ve kendine güveni olmayan kimseler halini almışlardır. Geleneksel toplumlarda babaya düşen görevler çoktan ilgili kurumlara devredilmiş, ev içi eğlence ve eğitim de televizyonların tekeline bırakılmıştır. Yani pederşahilik, iddia edilenin aksine, kişisel bağımlılığın yerine bürokratik mantığı koyar. Dolayısıyla insanları bir zahmetten kurtarmış değildir; sadece bağımlılığın mahiyeti değişmiştir. Birey örgüte, yurttaş devlete, işçi idareciye, ebeveyn “yardım meslekleri”ne bağımlı hale gelmiştir. Vatandaşı müşteriye dönüştüren reklam endüstrisi de boş durmamış, insanları dükkândan alınan mamüllerin evde yapılanlara göre daha iyi olduğuna ikna etmiş ve böylece pazen donlar, çizgili Sümerbank pijamaları tarihe karışmıştır. (53-4)

-Geleneksel toplulukta kişi samimi, güvenilir, çalışkan bir insan olmakla “iyi” sıfatını hak ediyordu. Sosyal açıdan doygun bir bağlamda, bir orta sınıf erkeğinden beklenen bundan çok daha fazlasıdır. Bu da insan eylemlerindeki yüzeyselliği ve samimiyetsizliği artırmaktadır. Otantisite (sahihlik) ve samimiyet uzaklaşırken, suçluluk ve yüzeysellik duygusu sahne alır ve bunlar “pastiş kişilik”in zeminini hazırlar. Pastiş kişilik, sosyal bir bukalemundur. Hazırda olan herhangi bir kaynaktan kimlik kırıntılarını alır ve onları belirli bir durumda arzu edilir ve işe yarar hale dönüştürür. Pastiş kişilik için sosyal bağlam dışında inşa edilecek bir benlik yoktur. Giyim, kuşam, benliği oluşturmanın temel aracı olur. Her uluslararası marka benliğe yeni ve farklı bir ifade imkânı verecektir. (84-5)

-Geleneksel kültürlerin çoğunda beden şikâyetleri aynı zamanda ahlaki sorunlardır. Sosyal ilişkilerde ve kültürel ethosta ki uyumsuzlukların göstergeleridir. (131)

-Beden, Batı kültüründe Hristiyan ilahiyatı ve günah çıkarma pratiğinin bir unsuru olmaktan çıkarılıp bilimin nesnesi haline getirilmek suretiyle sekülerleştirilmiştir. Kilise diğer toplumsal kurumlardan ve özellikle devletin güdümündeki kurumlardan farklılaştıkça, bozukluk kategorileri arasında da tedrici ama adaletsiz bir farklılaşma ortaya çıktı. Günah, hastalık, sapkınlık ve suçun etkisine göre daha kesin çizgilerle çizile sınırları zuhur etti. Bunun sonucu olarak, sözgelimi Hristiyanlıktaki günah çıkarma ediminin yerini psikanalitik muayene aldı. Sekülarizasyon süreciyle insan vücudun sınırlarından kurtulmaya ve anatomik bakışa açılmaya zorlandı. Artık anatomi masasına yatırılan ceset, ölümle birlikte, gizlisini saklısını, yaşayanlara ifşa etti. Anatomi dersi şöyle ya da böyle bir ahlak dersi halini aldı; gözlemcileri hayatın kırılganlığı ve sonluluğu hakkında fikir sahibi kıldı. (143)

-Alternatif tıp biçimlerini fazla romantize etmek doğru değilse de, bir genelleme yapılabilir: modern tıp teknolojiden yana zengin, insandan yana fakirken, alternatif yöntemler için tam tersi geçerlidir. Modern tıp, bilgi zemini olarak materyalizm üzerine inşa edilmiştir ve diyalektik düşünme biçimlerinden hoşlanmaz. Ona göre tabiat fizikseldir; bakış açısından bağısız olarak görülebilir. İşte bu yüzden, bakışa büyük önem verilir. Önemli olan mikroskopla ya da başka biçimlerle bir şeyin görülebilmesidir. Hastalığın ruhsal ve toplumsal görüngüleri, klinik bakışla zaptedilmediği için, bir kenara itilir. (146)

Kapı Yayınları, 2016 basım,1.baskı.

KAYIP ARKADAŞ - KEMAL SAYAR

-"Hükümetler Afrika'da önce beslenme ve barınma sorununu çözmeli; özgürlükleri sağlamak sonra gelir" diyen bir Batılı diplomata, Afrikalı bir kadının verdiği cevap çok manidardır: "Konuşma özgürlüğüm olmazsa, ekmeğimi kimin çaldığı hakkında nasıl konuşacağım?" (13)

-Mesele geçmişe dönmek ve oradan kendimize bugün yoksun olduğumuz değerleri çıkarıp yapıştırmak değil, burada ve şimdi kalarak kendimizle yüzleşmek, "olmak cesareti"ni gösterebilmektir. İnsanın ve milletin ruhsal esenliği, ne kadar acı verici de olsa hakikatle yüzleşebilmektedir. (89)

-Suçlama sorumluluğu üzerinden atmaya yarar, sorumluluksa yanlış giden bir ilişkide kendi payımızı görebilmeyi. (110)

-Muhatabım benim yansıtmalarımdan ibaret değil, benim ihtiyaçlarımı giderecek bir nesne hiç değil, onunla buluşmaya giderken ondan olmasını istediğim gibi olmasını değil de kendi biriciklik ve saygınlığı içinde kendisi gibi olasını dileyebilirim ancak. Onda kutladığım şey bana benzerliği değil, tam aksine benden farklılığı ve başkalığıdır. Onun iç dünyasını tam manasıyla bilemem ancak onu bilmeyi ve anlamayı deneyebilirim. (119)

-İnsana yapılacak en büyük kötülüklerden biri ona karşı kayıtsız kalmaktır. Kayıtsız kalmak onun insanlığını azaltmak, onun haysiyetini zedelemek demektir. Kayıtsızlığın bir biçimi de onu biricikliğini tanımamak için onun iç dünyasının zenginliğini görmezden gelmektir. (124)

-Modern tıp hastalığa ardındaki toplumsal anlamı da hesaba katarak bakmak yerine, bir organın düzeltilmesi gereken işlev bozukluğu olarak bakıyor. Tıp bilimi insanın ölümlülüğünün kabullenmekte ayak direttiği oranda “bir can çekişme olarak hayat” uzuyor. (173)

-Mutluluk halinin peşinde değiliz artık, mutluluk arayışındayız. Asla olmamış olanı ele geçirme ve onunla tatmin olma arzusundayız. Negatif mutluluk, kendini kandırmanın mutluluğu. Kişinin tekamülüne izin vermeyen, onun kendisini maddi mutluluğun çocuksu hazzından daha işleri taşımasına izin vermeyen bir ticari mutluluk. Kendi içine gömülmüş benzer hazcı hayatlarımız için bir meşruiyet kılıfı. Gayri safi milli hasıla yükselirken arkada içi boşalmış bireyler bırakır. Mutlu ve içi boş insanlık. Tamahkarlık en büyük güdüsü haline gelmiş, onu hep daha ilerilere doğru zorlamaktadır. Daha fazlaya, daha büyüğe, daha hızlıya. Tamahkarlık nihayet duyguları da muhasara altına almış ve yaşam guruları eliyle bizi birer duygu obezine dönüştürmüştür. En iyi yemeği yer, en iyi tatili yapar ama hayatın gizli saklı lezzetlerine güvenmeyiz. Yaşam tarzı pornografisinin bütün amacı haset uyandırmak, kıskançlığı teşvik etmektir. (184)

-Hayatın “Google”laştırıldığı bir zamanda, arama motoru bizim neyi ne kadar bilmemize müsaade ediyorsa o kadarını biliyoruz. Biz google’ın müşterileri değil ürünleriyiz: Eğilimi, merak ve tercihleri reklam verene satılan ürünleriz. Biz onu kullandığımızı sanırken, o bizi kaydeder ve hakkımızda profil oluşturur. (191)

-Carpe Diem’in “anı yakala” felsefesinin kutsanması, isyankar ve hazcı bir “şimdicilik” hareketi olarak başladı. Gelecek hakkında endişe yolculuğunun rengini verdiği düzen karşıtı bir Zeitgeist’i yansıtıyordu. Bugün ikinci dalga bir “şimdicilik”ten bahsediliyor. Parlak bir gelecek politikasının yerini neşeli bir bugün vaadi sunan tüketimcilik aldı. (207)

-Görmek ve bakmak aynı değil. Görmekle etrafındaki dünyayı gözlemler, onun farkına varırız. Bakmakla dünyaya bir anlam veririz. Göz görür, bakış ise toplumsal olarak inşa edilir. Sadece gözlerimizle değil zihinlerimizle de görürüz. (219)

-Üstünlük artık takvada değil, cüzdan ve egoların şişkinliğindedir. Batıcı tedrisatın elinde yönü şaşırtılmış garpzede, dedelerinin ruhunu yasladığı güvenlik kaynaklarından nasıl utanır hale geldiyse, haram/helal bilmeyen tamahkar muhafazakar da kendi yoksul geçmişinden, esmerliğinden, şimdi ona eziklik gibi görünen eski tevazuundan utanır haldedir. (222)

-Herşeyin fotoğraflanabilir olduğunu düşündüğümüz bir dünyada fotoğraf çeken gözün doymazlığı da dünyamızın sınırlarını değiştiriyor. Yeni bir görsel nizam getiriyor fotoğraf, neyi gözlemeye hakkımız ve neyin bakmaya değer olduğuna dair algılarımızı değiştiriyor. Bir dil bilgisi, yeni bir görme etiği. “Fotoğraf” diyor Susan Sontag, “dünyayı bir imgeler antolojisi olarak kafamızın içine sığdırabileceğimiz yolunda büyüklenmeci bir sonuç doğuruyor.” (236)

Kapı Yayınları, 2016 basım, 1.basım.

KARANLIKTA GÖRMEK - KEMAL SAYAR

-Yanlış bir şey yaptığınızda kimse bilmese bile içten içe suçluluk duyabilirsiniz. Mensubu bulunduğunuz grubun ortak değerlerinde bir şeylerin kökten yanlış olduğunu fark ettiğinizde utanç hissedebilirsiniz. Bunlar vicdanın alametleridir. Hür irade ve şahsiyetin alametleridir. Ne var ki kötülüğün ne olduğuna dair ortak toplumsal uzlaşı narsistik gruplarca dönüşüme uğratılır ve sözgelimi hırsızlık veya katliam nedeniyle duyulması gereken utanç, ahlaki çözülme yoluyla iptal edilir. Başka insanları bağlayan ahlak kaideleri o grubu bağlamaz. Grup kendi hakikatini, ahlak ve doğrularını üretir. Böylece içinde yaşadığı toplumdan uzaklaşır, genel insan nüfusu için katlanılmaz olan gayri ahlaki edimleri meşrulaştırır. Kötülük artık o grup içinde görünürlüğünü, görür görmez anlaşılırlığını kaybetmiştir. (23)

-Kişinin bireysel varlığının bütün sonu ve gerilimlerinden yüzgeri edilerek bir mekanizmanın dişlisi haline getirilmesi, ancak onun kişiliksizleştirilmesiyle mümkündür. Soru soramayan, kötülüğe itiraz edemeyen ve ancak mensubu olduğu grup varlığının bir aksamı olarak varlık gösterebilen kişi zaten çöpe dönüştürülmüştür. İşlevi tamamlandığında kaldırıp atılacak, yeri geldiğinde feda edilecek bir çöp. Bireylikten çıkarılma kişinin kendi hesabına düşünmesini önler. Bundan sonra o kişi grup düşüncesini, kendisi yerine düşünülmüş ve ona ezberletilmiş olan ortak ezberi kendi fikri olarak benimser. Duygu ve ruh dünyasını "habis narsizmden mustarip kibirlerinin akıllarını eksilttiği kişilere" emanet vermekle, iradi bir varlık olmaktan çıkar ve kendi kendisini çöpleştirir. (54)

-Kapitalist piyasa ekonomisinde değerli olduğumuz kadar kazanmıyoruz, kazandığımız kadar değerli oluyoruz. Oysa popüler kültür ekran yarışmalarıyla bütün sıradanlığına rağmen özel, keşfedilir ve başarılı olabileceğimizi anlatır bize, hepimiz hayatımızın hikayesini değiştirebilir, bir kahramana dönüşebiliriz. Zaten sosyal medya minyatür şöhret ve kahramanların adeta geçit resmi yaptığı bir yer. (78)

-Başarı açlığı ve hırsı, sevme ve sevilme ihtiyacının önüne geçtiğinde, bir kültür cinnet geçiriyor demektir. (80)

-Kültürel hikaye, mit ve efsaneler,geçmişte atalarımızın dert ve tasalarla nasıl başa çıktığını bize aktarır. Türküler, deyişler, kıssalar zor zamanların altından nasıl kalkacağımız konusunda bize kılavuzluk eder. İçinde soluk alıp verdiğimiz kültür, bizi tarih içinde bir yere yerleştirir, nereden gelip nereye gitmekte olduğumuza dair bir yön ve anlam duygusu sağlar. Yaslandığımız ortak bir kültür varsa, onca yıkıntıdan sonra, kalıntıları üzerinden yeni bir dünya inşa edebiliriz. (179-80)

-Bir zorluktan savaşarak çıkan insan aynı kalamaz. Bir çöl rüzgarı saçlarına değmiştir. Ruhundaki fırtına bir şeylerin yerlerini değiştirmiştir. Hayatın esrarı, gaybın bilinmezliği onu çoktan bir hikmet yolculuğuna çıkarmış ve bulunduğu duraktan daha ileride bir yerlere taşımıştır. Artık o daha güçlüdür, hem kendi kuvvetlerinin daha çok farkındadır hem de zorlukla baş etmek için yeni melekeler geliştirmiştir. (210)

-Acı bizim başımıza gelen olaydır, ıstırap ise başımıza gelen olaya atfettiğimiz anlamın bizde yarattığı olumsuz sonuçtur. Çoğu zaman bizi mutsuz eden şey, yaşadığımız olay değil bizim ona verdiğimiz anlam, ona bakış açımızdır. (234)

Kapı Yayınları, 2017 basım, 1.baskı.

KALBİN DİRENİŞİ - KEMAL SAYAR

-Nasihat ettiğiniz bir insanı yeterince anlamış olamazsınız. Nasihat ettiğiniz birisini kolayca bir kabın içine sıkıştırır ve bireysel farkları dikkate almaksızın o kalıplaşmış tip hakkındaki malumatınızı ona boca edersiniz. Anlayıp hissedebilmek, hemhal olabilmek öğüt vermekten daha değerlidir. (21)

-Dindarlığın dahi zemininin sarsıldığı bir zaman diliminden geçiyoruz. Bizatihi dindar olmak veya dindar görünmek insanlara ahlaki bir aidiyet hissi sağlamıyor. Dindarlığın kendisi insanları hayasızlıktan, çalıp çırpmaktan, torpilli ihale alımlarından korumuyor, koruyamıyor. Herkeste, her şeyde bir yersiz yurtsuzluk. Cep telefonlarından mesaj göndererek kandil kutluyoruz. Dinin zahmetsiz versiyonları. (23)

-Başkalarının acısına yüz çevirmeyi öğrendiğimiz gün, toplumumuzun mihenk taşı yerinden oynadı. Ötekini icat ettiğimizde, onunla aramıza kapanması güç bir mesafe koyduğumuzda, başkasının yoksulluğu ve çaresizliği bizde bir tiksinti hissi uyandırmaya başladığında, dünyamız yörüngesinden çıktı. Kollarımızı birbirimizin omzuna atıp ufku birlikte seyretmeyi, ekmeğimizi ve kederlerimizi bölüşmeyi bir geçmiş zaman sapıklığı saydığımızda bir şeyler koptu gitti. (29)

-Kendinize biçtiğiniz hayaller ile hayatın dayattığı gerçekler arasındaki uçurum açıldıkça, o boşluğu keder doldurmaya başlar. (41)

-Oysa biliyoruz ki hayat acıtır; acıtmıyorsa hayat değildir. Bu acıyla sarıp sarmalanır, sürekli onu yeniden yaşar, gelecekten korkar ve geçmişe yazıklanırsan kendini kurbanlaştırmış olursun. Başkaları seni incitir ama ancak sen kendini kurbanlaştırırsın. Ve eğer kendi kurbanlığından zevk almaya başlarsan, bütün hayatını bunun üzerine kurarsın. İnsanın terini, emeğini, var oluşunu katmadığı, kendi ruhuyla yoğurmadığı bir hayat ona bir anlam ve yön duygusu veremez. İnsan ruh sağlığının temelinde yatan şeylerden birisi, seçim yapabilmektir. Hayat zalim görünebilir bize ama önümüzde seçim yapabileceğimiz fırsatlar varsa her zaman, umut da var demektir. Umut ki, insana bağışlanmış en büyük armağandır ve her şey yıkılıp gitse bile umut varsa insan vardır. (48)

-İnsanın ruh sağlığının olmazsa olmaz koşulu olarak çevresine sağladığı uyumu öne süren kavramlaştırmalar, bize hırsızlar toplumunda hırsız, katiller toplumunda katil olmamızı telkin eder gibidir. Oysa insan "az gidilen yol"u seçebilir ve bu da hayatında büyük bir fark doğurabilir. (61)

-İmgenin arsız saltanatı artık bütün bir toplumu böyle yaşamaya zorluyor. Herkesin gösterecek ve görünecek bir şeyi var: kimileri bedenleriyle, ilişkileriyle, sahip olduklarıyla; kimileri de sahip olamadıklarıyla, yani acılarıyla, yoksulluklarıyla, şaşkınlıklarıyla ekrandalar. Kapitalizm önce arzuyu üretiyor, sonra sattığı mallarla onu doyuruyor. Şehirlerde katedral ve caminin merkezi yerini artık ticaret kuleleri aldı. Şehre yaklaşanlar mabedin gölgesiyle değil, paranın kibriyle selamlaşıyor önce. (66)

-Narsistik kişilik bozukluğunun temel tanı ölçütlerinden birisi olan başka insanları kendi çıkarları için istismar etme davranışı günümüz toplumunda kınanmak bir yana övülüyor. Ekonomik sistemin özünde başka insanları bir ürünü almaya ikna eden kişileri ödüllendirmek yatıyor. Şirketlerin dünyasında başarmak; sadakat, adanmışlık, bütünlük ve samimiyet gibi değerlerden daha önemli hale geliyor. Narsizm, "modern zamanların Protestan etiği" olarak küresel yaygınlık kazanıyor. Elektronik medya yüzeysel imgelere yaslanıyor, öz ve derinlik yok sayılıyor. (68)

-Modern insanın temel meselelerinden birisi de, ölümle yüzleşememesi, "ölüm doğrudan bakamaması", dahası onu inkar etmeye yönelmesidir. Bir tür beden oymacılığı olan kozmetik endüstri ve plastik cerrahi, ölümü durdurma saplantısından yemek yemektedirler. Ölümün inkarı giderek hayatın inkarına dönüşmekte, varoluşsal nevroz insan ruhunu yurt edinmektedir. Gaye yokluğu modern tecrübeyle birlikte bir gulyabani gibi insanın yolunu kesmekte, hayat anlık hazların doyurulduğu bir ritüeller dizisi olarak algılanmaktadır. (82)

-Dincileri birleştiren şeylerden biri de, dinin ahlaki doğruları konusundaki vurdumduymazlıklarını biçimsellik alanındaki aşırı vurgularıyla örtmeleridir. İnsan ilişkilerinde faşizan tutumları benimsemekten imtina etmeyenler, işçilerine hak ettiği ücreti vermemek için çırpınanlar, cinsel arayışlarını dini bir kılıfla örtmeye çalışanlar, gayr-i ahlaki olanı nedense hep başkasının üzerinde teşhis eder. Oysa onların kör noktaları, kendi hayatlarının eğri büğrülüğü ve Tanrı karşısındaki samimiyetsizlikeridir. (90-91)

-Toplumlarımız önceki nesillere oranla daha fazla acı çekmiyor ama acıya tahammül artık bir erdem değil. Dolayısıyla gerek ruhsal gerekse de bedensel ıstırap, bir an önce kovulması gereken birer ifrit gibi mütalaa ediliyor. Depresyonun biyokimyasal dili bizi anlamdan ve anlatıdan mahrum bırakıyor. (102)

-İçinde yaşadığımız toplumda Köroğlu'nun mantığı enayilik, Yunus'un pirinden buğday yerine himmet dilemesi ise saflık. Ve artık kimse sokakta veya bir çeşme başında, bir kalp daralmasında yahut bir kalp sıkışma anında Hızır'ı görmüyor. (108)

-Benliğin hayatı tek başına anlamlandırdığı ve insanın duygularına yakınlaşmak suretiyle kendi benliğini bulması gerektiği düşüncesi, "kişisel gelişim" mitinin belkemiğini oluşturuyor. Bir kültürel kurgu olarak kişisel gelişim, benliğin yükselişi sürecinde ortaya çıktı ve özellikle ABD mahreçli popüler psikoloji eliyle yaygınlaştırıldı. Modernitenin yükselişiyle birlikte, benliği diğerlerinden ayırt eden şeye, yani "ben" kimliğine, insanları birbirine bağlayan şeyden, yani "biz" kimliğinden daha fazla önem vermiştir. Kimi yazarların "terapi kültürü", kimilerinin de "terapinin zaferi" olarak isimlendirdiği bu süreç; bize gerçek benliklerimize yakınlaşmamızı, içimizdeki beni keşfedip geliştirmemizi telkin eder. Gerçek benlikleriyle temas eden bireyler aile baskılarının yapay tortularından, sosyal rollerden, başkalarının beklentilerinden özgürleşen kişilerdir. Modern toplumda sağlam, üzerinde anlaşılmış değerler bulmak zordur. Değerler sorumluluklardan haklara doğru bir dönüşüm göstermiş, ahlaki ödevler yasallıkla yön değiştirmiştir. Ahlaki doğru üzerinde güçlü ve kolektif bir inancın olmayışı, kendisini pek çok biçimde ifade eder; Yaygın şüphecilik, ahlaki bir görececiliğin tanınması, kurnaz kural bozucuların takdir görmesi bunlardan birkaçıdır. (124)

-Benlik artık pek çok kişinin ortak bir zihinsel meşguliyeti olmuştur. Popüler kitaplar ve sinema kişinin kendisini anlaması iç doğasını keşfedip geliştirmesi ve kendi tercihlerine göre eylemde bulunması üzerine göndermelerle dolu. Bunlar hazcı eğilimler değil artık; bilakis, neredeyse yeni kutsal yükümlülükler. Kişinin kendi eğilimleri hilafına hareket etmesi yanlış ve uyum bozucu sayılıyor. Benliğin biricikliği yaygın kabul görüyor ve insanları özel, biricik bireyler olarak davranılmaya hakları olduğunu düşünüyor. bu kültürel kurgu bize, özel benliklerimizin derinlerindeki inançları ortaya çıkarmamız gerektiğini telkin ediyor. Günümüzde pek çok insan, davranışlarının meşrulaştırıcı kaynağı olarak kendileri için en iyi olanı ve onlara en fazla kişisel tatmin sağlayanı gösteriyor. Benlikten, daha yüce bir ahlaki otorite olmadığında, benliğin tercihleri kendiliğinden onaylanmış oluyor. Doğru yanlışın, iyi ve kötünün nesnelleştirilebilir ölçüleri olmadığında, benlik ve onun duyguları tek başına bir ahlaki kılavuz haline geliyor. Ahlakilik benliğin emrine giriyor ve neyin doğru neyin yanlış olduğunun karar mercii benliğin ta kendisi oluyor: Size doğru geliyorsa doğrudur. (126-127)

-Çağımızda kaybolan anlamı bireyin kendisinin icat etmesi gerekmekte ve bu yüzdende kişi kendi benliğine yönelmektedir. Ahlakilik her zaman çıkarları denetim altına almayı gerektirir ve erdem, benliği aşmayı vazeder. Oysa günümüzde ahlakilik, hakları ve sorumlulukları öne alan, çıkar üzerine kurulu bir anlayışı; benliği bilme, geliştirme ve açıklama üzerine kurulu bir dizi yeni erdemi ortaya sürmektedir. (129)

-Ruhsal emniyetsizlik hissinin getirip "din"in kenarına bıraktığı kişi, orada ruh için bir "esenlik bildirisi" görmek yerine kendi kesinlik arayışını tatmin edecek ihtiyaçlarını doyuracak bir "meme" arıyor. Gelenekle daimi bir temas halinde bazı doğal dini erdemleri edinmek yerine, dindar hayatın karmaşık sorunları için çabuk bir çözüm, bir kesinlik, bir üstünlük ve kontrol duygusu devşirmek istiyor. Aradığı şey kalb-i selim değil; içindeki yangını söndürmek için maneviyata yönelmiyor, dışarıdaki dünyayı kendi içindeki yangına uydurmanın, dış dünyayı da ateşe vermenin derdinde o. "Modern terörist", adalet ve merhametten hiç nasibini almamış, adil bir savaşı ahlaki ülkü olarak benimseyememiş radikal bir kişidir ve taptığı da haddi zatında kendi egosudur. (178)

-Bir şeyin yokluğunu hissettiğinizde, ondan çok bahsedersiniz. (257)

Kapı Yayınları, 2016 basım, 1.baskı.

HÜZÜN HASTALIĞI – KEMAL SAYAR

-Dini duyguların kökeninde cinsel ıstırapları bulan Freud, 1937’de yani ölümünden 2 yıl önce bile düşmanlığını sürdürmektedir. Naziler nedeniyle kendisinden Viyana’yı terk etmesini isteyen arkadaşına psikanalizin gerçek düşmanının Nazizim değil, Katolik kilisesi olduğunu söyler. (21)

-İnsanlar yakın bir geçmişe dek huzur içinde, kendi evlerinde ve kendi ailelerinin yanında ölme hakkına sahiptiler. Ölümün bir tedavi nesnesine dönüşmesiyle birlikte ölme mekânları da değişti. Artık insanlar hastanelerin soğuk koridorlarında, son nefeslerinde yakınlarının şefkatini dahi hissedemeden can veriyorlar. Bu arada hayatlarının biraz daha uzatılması adına bir dizi tıbbi işlemden –yahut işkenceden- geçmek zorunda kalıyorlar. İnsana beşikten mezara kadar müdahale edebilme yetkisiyle tıp kurumu, tüketim ideolojisine yeni pazarlar sağlamış oluyor. Yalnız ölüm değil, yaşlılık da doğal olmayan bir süreçtir artık; onun ima ettiği şey çöküş veya gerileyiştir; bilgeliğe doğru yol alış değil. İlaçlar ve estetik cerrahi sizi bu çöküşten kurtarmak için beklemektedir. (41-42)

-Bugün psikiyatrik araştırmaların önemli bir bölümü ilaç şirketlerinin vesayeti altındadır, bu şirketler tarafından finanse edilmektedir. Bu araştırmaların hâlihazırdaki ilaçlara yeni kullanım alanları açmak gibi saklı bir işlevi vardır. eğer bir ruh halini teşhis edilmesi gereken bir şeye dönüştürürseniz, ona uygun bir ilaç da muhakkak bulacaksınızdır. Oysa teşhis hastada olup biten bir durumdan çok, hekimlerin zihinlerinde olup biten bir durumdur. (46)

-İnsan hayatını ne kadar “hızlı” yaşarsa kendisini geçmişine bağlayan ilmikleri o kadar kolay söker atar. Hızlı yaşamak, modern dünyanın ritmine ayak uydurmak demektir. (115)

-Çocuk, ebeveynine başkaldırırken saldırgandır ancak aynı zamanda kendi yetişmesinin değerli ve elzem bir parçası olan bağımsızlığı yolunda bir adım atmaktadır. (135)

Timaş Yayınları, 2015 basım, 7.baskı.

HATIRALARIN EVİ GÜNÜMÜZDE AİLE - KEMAL SAYAR

-Çocukluk anıları, sen uyandıktan sonra seninle kalan rüyalardı." / Julian Barnes

-İnsan kimliği hatıralarla oluşur. Aile bu bakımdan hatırların evidir. Aile, bugünün küçük anlarını yarının paha biçilmez hatıraları kılan simyadır. (19)

-"Bir ev duvar ve kirişlerden oluşur, bir yuva sevgi ve rüyalardan" / Ralph Waldo Emerson

-Bir ailenin en büyük başarısı kanımca dünyanın narsizm ve bencilliğin kayışına çomak sokabilecek diğerkâm çocuklar yetiştirebilmektir. Benim şahsi nazarımda iyi aile, çocuklarını ne ölçüde "varlığa özen gösteren, nazik, iyicil, yardımsever kişilikler olarak" yetiştirebildiğiyle miyara vurulur. (26-7)

-Gerçekte evlilikler, her kişi kendi kimlik ve gayesini geliştirebildiğinde daha uzun ömürlü olabiliyor. Sıcak yuva, her bireyin kendisini rahatlıkla ifade edebildiği ve yaşama hünerini serbestçe keşfedebildiği bir yerdir. (27)

-Ezcümle modern aileyi ciddi anlamda etkileyen, din ya da kültürün kendi kapalı alanındaki erozyon değil Sanayi Devrimi ve dolayısıyla kentleşmedir. Bu gelişmeler bazı yükleri ailenin üzerinden alırken ona yenilerini yüklemiştir. (36)

-Robert Frost "Ev, oraya gitmek zorunda kaldığınızda, sizi içeri almak zorunda oldukları yerdir" demişti. Aile, ideal anlamıyla, her ferdini kendi biricikliği içinde kabul eden bir toplumsal birim. Aileyi sadece bir görevler manzumesi olarak kabul etmek, onun doğasındaki sevgi ve merhameti gözden kaçırmak demektir. (39)

-Kendi yaralarımızı görüp onları iyileştirdiğimizde çocuğumuzun yaralarını fark etmemiz ve onları sağaltmamız daha kolay olacaktır.(50)

-Aile tarihsel sürekliliğin nabzının attığı yerdir. Bize, geçmişte var olduğumuz ve gelecekte de var olacağımız hissini veren bir güvenlik üssüdür. Ve aynı zamanda kalpsiz bir dünyada varlığımızın şahidi son sığınaktır. Post modern aile anlayışında eksik olan en esaslı manevi unsur, bilincin bu zamansal aktarımıdır. Yalnızca adımızı değil, taşıdığımız tarih bilincini, kolektif yekûnu da sonraki kuşaklara aktarmaktan aciz düşüyor günümüz aileleri. Anne babalar hayatın dinamizmi içinde ihtiyaçların giderilmesiyle meşgulken, geçmişte bu kolektif bilincin -geleneğin- aktarılması büyükannelerin ve dedelerin yetkisinde bir faaliyetti. Kıssalar, hatıralar, masallar, onların dizinin dibinde kulağımızdaki usul sesle ruhumuza salınır ve onu efsunlardı. Çocuğun meraklı, heyecanlı sorularıyla genişleyen, genişledikçe ruha nüfuz eden, bizi hayal âlemlerine taşıyan, şifahi kültürün bilincimize adeta nakşedildiği şölenlere dönüşürdü bu anlatılar. Şimdinin yorgun ve bezgin ebeveynleri tarafından çocuğa on dakikada okunan interaktif anlatımlı hikâye kitaplarının çocuk üzerinde bu tılsımı gerçekleştirmesi asla mümkün görünmüyor. (55-56)

-“Evliliğinde mutlu musun?” sorusu, mutluluğun karşı konulamaz bir mecburiyet olarak telakki edildiği günümüz toplumunda giderek kolay bir vazgeçişe kapı aralıyor. Tahammül kayıplara karışıyor. (57)

-Biz yetişkinlerde ise durum çok farklı değil; otuz yıl öncesine göre bugün çocuklarımızın gözünün içine bakma süremiz yarı yarıya azalmış vaziyette. Çocuklarımızla bire bir göz teması kurmuyoruz, göz aslında vicdanın ve ahlakın organıdır. Yüzü gören insanın beyninde ahlaki duyguları işleyen alanlar canlanır. (78)

-Olgunlaşmış ebeveyn mükemmel, hiçbir şey hissetmeyen, hiç öfkelenmeyen, hiç üzülmeyen ve her daim sakin kalabilen değil, kendi duygularının farkında olup faturasını başkalarına kesmeden duygu durumunu düzenleyebilen, duygusunu reddetmeden yaşayabilen, tetiklendiğini fark edip onarabilen, kriz anında çocuğunu yatıştırabilen ebeveyndir. Kimi anne babalar çocuklarına dertlerini boca ediyor ve onlardan terapistlik bekliyor. Bu çocuklar erken yaşlanıyor. Çocuklarınızın ıstıraplarınızdan öğrenebilmesi, “yaralardan değil yara izlerinden konuşmak”la mümkündür, yani sizin acılarınızdan ne öğrendiğinizi anlatmanızla. (81)

-İyi eş olmanın sırrı ihtimam ahlakıdır. (83)

-Büyümek, dünyanın anneyle aynı şey olmadığını görmekle mümkündür. (93)

-Ana akım feminizmin, neoliberalizmin çarkına kolayca kapıldığını görüyoruz. Feminizmin kadınlar için oluşturduğu “aynılık olarak eşitlik” terimi yeni değerler için en uygun terim olarak seçilmişti. “Aynılık olarak eşitlik”, kadının erkekle eşit eğitim ve çalışma şartları çizgisinde değerlendirilme talebiydi. Ancak gelinen noktada, feminizmin adalet ve özgürlük taleplerinin kısmen berhava edildiği, ana akım feminizmin gündeminin kadınların terimleriyle değil, mevcut yeni kapitalizm terimleriyle belirlendiği görülüyor. Yeni ekonomi sisteminde, annelik değersizleştiriliyor ve küçültülüyor. Tasarlanan sistem, anneliğe değil kreş sistemine ihtiyaç duyuyor. (97)

-Kötü anneler çocuklarından kendi geçmiş yaralarını sarmalarını bekler ve bu büyük yükü onların üzerine bilinçsizce bırakır. Oysa her insan, olduğu gibi sevilmek, görülmek ve olmayı istediği kişi olabilmek için desteklenmek ister. Bir çalışma, anne ve babalarını olumlu kelimelerle tanımlamayan insanların ezici çoğunluğunda hayatın ileriki dönemlerinde fiziksel hastalıklar geliştiğini gösteriyor. (105)

-Çocuklarının üzerine aşırı hassasiyetle düşen annelerin, kocalarının “eşleri izin verdiği kadar” babalık yapabildiğini görmeleri gerekir bazen. Bu farkındalık aile birliğinin müşterek biçimde sağlanmasına yardımcı olacaktır. (108)

-Kendilerini sadece “anne” olarak tanımlayan kadınların birçoğu, çocuklar evden ayrıldıktan sonra boşanmayı tercih edebiliyor. “Boş yuva sendromu” diyorum bu psikolojiye. Çocuklar evlenip gittikten sonra ellili yaşlarda pek çok kadının depresyona girdiğini gördüm. Çünkü uğraşacak bir şeyleri kalmıyor. (115)

-Siz bütün zamanınızı, bütün imkânlarınızı sadece çocuğunuza hasrederek, çocuğunuzu adeta kutsallaştırarak, ama onun hemen yanında oturan sınıftaki bir başka çocuğu ya da yoksul mahallesindeki bir çocuğu, mülteci öksüz bir çocuğu görmezden gelerek, başka çocukların problemlerine tamamen duyarsız davranarak iyi bir anne olamazsınız. Çocuğunuzu elinizden geldiği kadar ahlaklı, temiz seciyeli, karakter sahibi olarak yetiştirmeye çalışırsınız; ondan sonra da ona kendi kişiliğini deneyeceği, yanılacağı ve geliştireceği bir alan, bir boşluk bırakırsınız. Her alanı doldurduğunuz, daralttığınız zaman çocuğunuzun kişiliği gelişemez. Burada bilhassa, şehirli, orta sınıf bir anne tipinden bahsediyoruz. (116)

-Bir erkeğin baba olduğunda geçirdiği olağanüstü fizyolojik değişikliklerin en çarpıcısı testosteron seviyesindeki düşüş. Erkekler baba olduğunda testosteron seviyesi düşer ve baba olmadan önceki seviyeye bir daha geri dönmez. Babalık adeta ruhu sarılan bir ipek örtü gibi erkeksi saldırganlığı azaltır. Bu düşüş ile baba çocuklarının ihtiyaçlarına daha hassas hale gelir. Bu sırada dopamin(haz) ve oksitosin(bağlanma) seviyeleri de yükselir. Baba olmak bir erkeğin ruhunu adeta okşar, onu daha sevecen ve müşfik hale getirir. Hamile olan eşine eşlik eden erkeklerin oksitosin seviyesi anne adayının seviyesine göre senkronize olur ki bir ekip olarak ebeveynliğin zorluklarını beraber aşabilsinler. Babalar böylece çocukları için riskli durumları daha iyi fark eder ve koruyuculuk görevini gerçekleştirebilirler. (130-131)

-Her ebeveyn, çocuklarını hata ve başarısızlık riskine maruz bırakarak, kendi yetersizlikleri ile eğitmeye çağrılır. Bu nedenle en iyi ebeveynler, kendilerini çocuklarına mutlak izlenmesi gereken bir model olarak değil, görevlerinin imkânsız doğasının tamamen farkında olarak sunabilenlerdir. Yani "Senin babanım ama sana tam manasıyla bir babalık yapamıyor olabilirim. Ayrıca hiç de mükemmel değilim." Kendi kırılganlığıyla barışık, kadir-i mutlak olma iddiasından uzak, yumuşak kalpli, hatalarıyla yüzleşebilen babalar. (140)

-Bir çocuğun babasına gösterdiği ilgi, annesinin babasının gösterdiği ilgi yoluyla aktarılıyor. (141)

-Erkek ve kadın arasındaki ilişki ne kadar olumlu ve güçlü ise erkeğin çocukla ilişkisi de o derece olumlu ve yoğun oluyor. Babanın çocuklarına olan ilgisi, anneyle kurduğu ilişkinin kalitesi ile paralellik gösterirken, anne ve babanın aynı evi paylaşmasıyla da artış gösteriyor. (142)

-Anne çocuğuna başka insanlarla empatik ilişki kurmanın hal dilini öğretirken, baba onu sembolik düzlemin geçerli olduğu toplumsal hayatın güç ilişkilerine, kabul ritüellerine hazırlar. Evde babalarının otoritesiyle tanışan çocuklar, okulda ya da arkadaş gruplarında daha sonra iş hayatı ve bürokratik yapılanmalarda farklı iktidar ilişkilerine dahil olurken zorlanmazlar. (157-58)

-Kadim bilgelikte büyümek, hayatın maddi ve manevi sorumluluğunu üstlenmek demekti. Erginliğe giriş, saldırganlığın "adam edilmesi" ve başkalarının esenliğinden sorumluluk hissedebilmekti. Günümüz toplumunda bir türlü büyüyemeyen oğlan çocuklarından söz edilmesi, biraz da onlara bu karanlık ormanda yol gösterecek rehberlerin eksikliğinden. Erkek çocukları, olgunlaşma yolculuğunda ellerinden tutacak, onlara istikamet gösterecek bir büyükleri olsun istiyor. (161)

-Mantığı izah edilmiş her kural, çocuğun yetişkinliğinde yeniden yorumlayacağı bir tavsiye olur. (162)

-Hem erkek hem de kız çocukları açısından anne, çocuğun cinsel gelişimini belirlemede daha zayıf bir figürdür. (174)

-Yaşlanırken çocuklaşacak olan ebeveynlerin, ileride kendilerine nasıl muamele edilmesini istiyorlarsa çocuklarına öyle davranmaları yerinde olacaktır. (188)

-Hayatın erken döneminde çok sayıda ayrıcalıkla tanışan bir çocuk, ileriki hayatında alın terinin, bir şeyleri hak ederek kazanmanın önemini idrak edemez. Benmerkezcilik ve bencillik norm haline gelir. (197)

-Çocuğun duygusal zekâsı 6 ay ile 18 ay arasında oluşuyor. Bu çok önemli bir şey, o sırada anne orada olmak zorunda. Çünkü duygusal zekâ, annenin çocuğun yüzünü okuyabilmesiyle ve çocuğun da annenin yüzünden kendini okuyabilmesiyle mümkün. Yani göz göze gelebilmekle, bakışla mümkün. (201-202)

-Güvenli bağlanma stiline sahip olan çocuklar, duygularıyla nasıl başa çıkacaklarını ve ne zaman yardım istemeleri gerektiğini bilirler. Öte yanda güvensiz bağlanma stiline sahip çocuklar bir tehditle karşılaştıklarında nasıl başa çıkacaklarını ve aradıkları güveni kimsen bulabileceklerini bilemedikleri için, büyüyünce sürekli "uyarılma" pozisyonunda olurlar. Daimi bir teyakkuz hali. Her an tetiktedir vücut, gergindir ve bir tehlikeyi kollamaktadır. Bu durum vücutta stres hormonu olan kortizolü artırır ve bu hormonun yükselişi de öğrenmeyi önler. (208)

-Normal anılar ve travmatik anılar arasında fark vardır. Travmatik anıların hatırlanması için genellikle özgül tetikleyiciler gereklidir. Normal anılarımızda giriş, gelişme ve sonuç bölümleri bulunurken travmatik anılarımızda kopukluklar mevcuttur. Bölük pörçük hatırlarız travmatik deneyimleri. Kişi travmatik anının bir kısmını çok net hatırlarken diğer kısımlarını hiç hatırlamayabilir; anlar birbirleriyle uyumlu bir akış içerisinde değillerdir. Yaşanmış olayı bir bütün olarak algılayamayız. (210)

-Travmaya yönelik yapılan terapinin amacı, hafızamızda oluşan kopuklukların giderilmesini sağlayarak kişinin anılarını bütünleştirmektir. Bu da kişinin benliğini mantık sınırları içine yeniden oturtabilmesine yardım eder. Terapi sayesinde, rasyonel beyin kontrolü ele alır ve böylece geçmiş ve gelecek birbirinden ayrı şekilde görülebilir. (212)

-Bir söz var: Her çocuğa eşit davranmak, adil davranmak değildir. Çünkü her çocuğun gelişimsel ihtiyaçları birbirinden farklıdır ve hiçbir çocuk da aynı aileye doğmaz. İkinci çocuk, tek çocuklu aileye doğar, üçüncü çocuk iki çocuklu bir aileye. Her şey değişmiştir. Çocuk ve ebeveynler arasındaki ilişki çift yönlü ve eşit salınımlı bir aritmetik ilişki değildir, dolaşık bir simya ilişkisidir. (223)

-Çocuk piyano çalmak istemiyor, ata binmek istemiyor; fakat annenin babanın içinde bir heves kalmış kendi çocukluğundan. Veya anne baba kendi çocuklarının diğer çocuklardan bir adım önde olmasını istiyorlar. Çünkü biz maalesef aileleri artık şirket yönetir gibi yönetiyoruz. Aileler arasında kim daha başarılı, kimin çocuğu diğerlerini geçmiş. Bu alanda haset çok modern bir şey. Geçmişte haset duygusu bizim hayatımıza bu kadar sızmamıştı. Bizim başarılarımızdan, babalarımızın arkadaşları da gurur duyardı. (233)

-Çocuğumuz kendini yeterli hissetmeli, üstün değil. (238-9)

-Geçmişin yaralarını iyileştirmek, ancak ifade edilmemiş duyguları ifade etmek ve yaşanan acıları kabullenmekle mümkün. Böylece mağduriyetin serin ve konforlu gölgesini terk eder ve davranışlarımızın sorumluluğunu üstlenmiş oluruz. (241)

-Ahlak dediğimiz şey, kendini sınırlamayla oluyor. Kendini zapt edebilmekle, arzunun çağrısına her seferinde evet dememekle, arada bir onu susturabilmekle oluyor. (244)

-Oyun oynamak içerisinde barındırdığı coşku ve mutluluk hissiyle birlikte ebeveynin kaygı ve stresini de azaltabilir. Çocukla birlikte paylaşılan oyun saatlerinin hem çocuk hem de ebeveyn-çocuk ilişkisi bakımından pek çok işlevi vardır. Her şeyden önce, oyun oynamak, çocuğun dünyayı keşfedebilmesinin, kurallar yaratabilmesinin, öğrendiklerini pekiştirmesinin, kendini dünyaya ait hissetmesinin ve yaşadığı hayal kırıklıklarının ardından toparlanabilmesinin yegâne yoludur. Hayat; kurulan bağlar kadar, mevcut bağların da koptuğu bir yerdir. Oyun, zayıflayan bağların telafisi için de çok önemli bir fırsat sunar. Oyun oynamak, bağ kurmak olduğu kadar, kurduğumuz bağ zayıfladığında da bunu onarmanın bir yoludur. (249)

-Ebeveynin, çevresinde olup bitenleri çocuğuyla birlikte yorumlaması, çocuğun dünya ile iletişime geçiş biçiminde farklı yollar keşfetmesine yardımcı olur. Benzer şekilde, gözlemlediğimiz durumların adil olup olmadığını sorgulamak ve çocuğu da doğru görmediği durumları sorgulaması için cesaretlendirmek çok mühimdir. (259)

-Çocuğun, başkalarına zarar veren davranışlarının sorumluluğunu, bu zararın doğurduğu etkileri hissederek alması, çocuk gelişiminin ihmal edilmeyecek kadar ciddi temelini oluşturur. (272)

-Ödüllendirme yöntemiyle koşullandırmanın karşılaşılması en muhtemel sakıncası ise zamanla ödüllere bağışıklık kazanılması, ödülün giderek artırılması ve sürekli olarak verilmesi gerekliliğidir. Bunun nedeni, ödülün bir dışsak motivasyon oluşudur. (273)

-Çocuklara fazla uzatmadan ve nasihat etmeden açıklamada bulunmak ve bunu duygusal bir tonda sohbet şeklinde iç dökerek, iç dökülmesine kulak vererek, davranışın nedenini anlamaya çalışarak söylenmeyeni fark etmeye çalışarak yapmak kesinlikle işe yarayacaktır. Çocuklarımızla bir kişi, bir insan olarak konuşmalıyız, bir rol veya bir proje olarak değil. (277)

Kapı Yayınları, 2022 basım, 7.baskı.

HANIMLARIN ÖZEL HALLERİ- KEMAL YILDIZ

-”Gebelik oluştuğu takdirde artık bu kanama görülmez. Çünkü Allah’ın izniyle bu kanama yerine vücut, doğuma kadar rahimdeki bebeği besler; doğumdan sonra da bebek anne sütü emdiği sürece belirli ölçülerde anne sütünü destekler. Bundan dolayı da emzirme döneminde anneden gelen adet kanamalarında azalmalar görülür. Bebek sütten kesildikten sonra ancak, annenin adet kanaması önceki normal seyrine döner.” (İbn Kudame, el-Muğni, I/347) (16)

-İslam alimlerinin çoğunluğu, hanımların buluğa erme yaşlarının, dolayısıyla adet kanaması görme yaşlarının alt sınırı olarak dokuz yaşını kabul etmişlerdir. (İbn Kudame, el-Muğni, I/347) Yılların tayininde güneş yılı değil kameri yıl esas alınmıştır. Ayrıca dokuz yaşının başının mı, ortasının mı yoksa sonunun mu dikkate alınacağı konusunda farklı görüşler ileri sürülmüştür. (Nevevi, Ravda, I/247) Böyle bir durumda adet hallerini iyi bilen kimselerin bilgisine ve tesbitlerine itibar edilmesi gerekir. (Adevi, Haşiye ala’ş-şerhi’s-sağir, I/204) İmam Nevevi’nin tesbitine göre bu konuda sahih olan görüş, dokuz yaşının tamamlanmış olmasını kabul eden görüştür. (Nevevi, Ravda, I/247) (20-21)

-Adet kanının siyah, kırmızı, toprak rengi, bulanık, sarı ve yeşil olarak gelmesi mümkündür. Akıntıda görülen farklı renkler, adet günlerinin içinde ve dışında görülmüş olmalarına göre şöyle değerlendirilmiştir: Adet günleri içerisinde, beyaz dışında görülen bulanıklıklar ve sarartılar, adet kanamasından kabul edilir. (21-22) Adet günlerinden maksat, bir hanımın adetini görebileceği günlerdir. Tam bir temizlik müddeti geçtikten sonra, adetin en az süresini aşacak şekilde kanama gören bir hanım, adet günleri içerisindedir ve bu, adetin en çok olan süresine kadar devam eder. Yani bu günlerin hepsi o hanımın adet günleri olarak kabul edilir. (Bilindiği üzere Hanefi mezhebinde adetin en az süresi 3 gün, en çok süresi 10 gündür.) (22)

-Adet günlerinin dışında görülen kanamalar, hangi renkte olursa olsun özür kanamalarıdır. Çünkü adet kanaması görüldükten ve adetin en çok süresi geçtikten sonra gelen kanamalar, arada tam bir temizlik müddeti olan on beş gün geçmediği için yeni bir adet kanaması olarak değerlendirilemeyecektir. Bu itibarla özür kanamaları olduğu kesindir. (24)

-Üç günden az ve on günden fazla olan kanamalar özür kanamalarıdır. Üç günden az görülen kanamaları takip eden günlerde, tekrar kanama görülüp görülmemesi çok önemlidir. Tekrar kanama görüldüğü takdirde, üç günden az olarak görülmüş olan kanama, diğer kanamayla birlikte adet kanaması hükmünde sayılır. (26)

-Hanefi, Şafii ve Maliki mezhebinde iki adet hali arasındaki en az temizlik süresi, on beş gün olarak kabul edilmiştir. Yani hanımlar iki adet kanaması arasında en az on beş gün temizlik görürler. (28)

-Hanefi mezhebinde tercih edilen görüşe göre, iki kanamayı birbirinden ayırabilecek asgari temizlik süresi on beş gündür. Bu durumda bir kanama bittikten sonra görülen temizlik, on beş günü doldurmadan tekrar gelen kanamalar, ikinci bir adet kanaması olarak kabul edilemeyeceği gibi önceki kanamanın, en son görülen kanamaya kadar devam ettiğine hükmedilir. Yani arada temiz olarak geçirilen günlere itibar edilmez. (31)

-Adet kanamasının sona ermesinin belirtisi, beyazın dışında farklı renkteki akıntılardan temizlenmektir. Bu temizlik, yukarıda zikredilen delilin ışığında iki şekilde anlaşılabilir: Birincisi, üreme organına yerleştirilmiş olan pamuğun veya bezin hiçbir bulaşık olmadan konulduğu gibi tertemiz olarak çıkartılması ile anlaşılabilir. İkincisi, üreme organına yerleştirilmiş olan pamuk veya bezin üzerine beyaz bir akıntının gelmesiyle anlaşılabilir. Her iki durumda da pamuğun veya bezin yerleştirildiği andan itibaren, temizliğin meydana geldiği kabul edilir. (41.dipnot/Huraşi, eş-Şerhu’s-sağir, I/206,207) Bu çok önemlidir. Çünkü pamuğun veya bezin yerleştirildiği andan itibaren çıkartılıp bakıldığı zamana kadar bir namaz vakti geçmiş olabilir. Bu takdirde o namazın kaza edilmesi gerekir. (33-34)

-Akşamdan yerleştirilen pamuk, sabahleyin temiz olarak çıkartılırsa, konulduğu andan itibaren temizliğin başladığına hükmedilir ve yatsı namazının kaza edilmesi gerekir. Fakat temizlik günlerinin sonunda geceleyin konulmuş olan pamukta sabahleyin kan görülürse, kanamanın sabahleyin yani görüldüğü andan itibaren başladığına hükmedilir. (42.dipnot/ İbn Abidin, Menhelu’l-varidin, I/85) (34)

-İlk olarak adet görmeye başlayan bir hanım, kanamanın başlamasından itibaren adetin en uzun süresi dolmadan kanaması kesilirse, o vakit namazının kerahat vaktine girmeksizin, kılınmasının mubah olduğu son vakte kadar beklemesi vaciptir. Son vakte kadar bekleyip, kanama gelmemesi durumunda ilk üç gün içerisinde ise sadece abdest alıp namazını kılar; üç günden sonraki günlerde ise bu durumda gusül abdesti alıp namazını kılar. Çünkü Hanefi mezhebinde üç günden az gelen kanamalar özür kanaması olduğu için o günlerde temizlenince gusül abdesti alması icap etmez. (35)

-Adeti belli olan hanımların, günlerinin dolmasıyla kanamanın kesilmesi durumunda, gusül abdestinin vaktin sonuna geciktirilmesi vacip değil, sadece müstehaptır. Çünkü adet günlerinden sonra kanamanın gelmesi genellikle rastlanmayan bir durumdur. (43.dipnot/İbn Abidin, Menhelu’l-varidin, I/93) (35)

-İmam Ebu Hanife, Ebu Yusuf ve Şafii mezhebinde tercih edilen görüşe göre yerleşik adeti bulunan hanımlar, adetlerinden farklı bir kanamayı bir kere gördükleri takdirde, görmüş oldukları bu farklı adet, onların yerleşik adeti olur. Mesela yerleşik adeti yedi gün olan Elif Hanım, son adetinde beş gün kanama görmüş ise yerleşik adeti beş güne dönüşmüş olur. Ertesi ay kanaması on günü aşarsa yerleşik adet olarak beş günü esas alınması gerekir. Bu görüş Hanefi ve Şafii mezhebinde tercihe şayan görülmüştür. (54.dipnot/ Şerbini, Muğni’l-muhtac, I/115; İbn Abidin, Menhelu’l-varidin, I/79) (39)

-Adeti yerleşmiş olan hanımlara ‘mutade’ denir. Adeti yerleşmiş olmaktan maksat, yukarıda açıklandığı gibi adet gördüğü günlerin sayısının ve zamanının belli olmasıdır. Mesela Elif hnım, altı gün adet kanaması gördükten sonra yirmi dört gün (bu süre en azı on beş gün olmak şartıyla daha uzun süreler de olabilir; iki ay, üç ay gibi) temizlik görmüştür. Bundan sonra göreceği adet kanamasının altı gün ve temizlik müddetinin de yirmi dört gün olması beklenir. İşte Elif hanımın adeti altı gün, temizlik günleri ise yirmi dört gün olarak yerleşmiş olur. (41)

-Yerleşik adeti kaç gün olursa olsun, on günden az görülen kanamaların hepsi adet kanaması olarak kabul edilir. Ancak burada dikkat edilmesi gereken bir husus vardır: On günden az kanama gören hanım, kanaması kesildikten sonra gusül abdesti alır ve normal yaşantısına döner fakat kanaması kesildiği günden itibaren en az temizlik müddeti olan on beş gün akıntısına dikkat eder. On beş gün zarfında tekrar kanama gelmediği takdirde, en son kanamayı gördüğü güne kadar kaç gün kanama olmuşsa hepsi adet kanaması olarak değerlendirilir. On günden fazla kanama gördüğü takdirde –on günü aştığı için- önceden yerleşmiş olan adetine döner ve yerleşik adetinden fazla görmüş olduğu kanamaları özür hali olarak değerlendirir. (48)

-Yerleşik adet müddetinin sonunda kanamanın kesilmesi, herhangi bir karışıklığa sebep olmaz; gusül abdesti alınır ve normal hayata dönülür. On günden az olmak şartıyla yerleşik adet günlerinden fazla (mesela yerleşik adeti beş gün iken yeni ayda dokuz gün) kanama görülmesi durumunda da gusül abdesti alınır ve normal hayata dönülür. Böyle bir hanımın yerleşik adeti, son olarak görmüş olduğu adet olur. Örneği esas alırsak yerleşik adeti beş gün iken, son görmüş olduğu adet ile dokuz güne çıkmış olur. Yeni ayda yerleşik adet günlerinin bitiminden daha önce kanamanın kesilmesi halinde ise gusül abdesti alınır ve normal hayata dönülür, fakat böyle bir hanım, yerleşik adet günleri dolmadan eşiyle cinsi münasebette bulunamaz. (48-49)

-Yerleşik adet günleri dolmadan kanamanın kesilmesi, tekrar kanama görülmeyeceği anlamına gelmez. Kanamanın kesilmesinden sonra tekrar kanamanın gelmesi, arada görülen temizlik günlerinde adetin devam ettiği anlamına gelir. Bu günlerde, cinsel ilişkide bulunma yasağına uyulmadığı takdirde, adet halinde iken cinsi münasebette bulunulmuş olur ki bu da haramdır. (49)

-Kanamanın, yerleşik adetin başladığı günde başlayıp, kesilmeden on günü aşması halinde yerleşik adetinden sonraki günler özür kanaması olarak kabul edilir ve o günlerde kılmadığı namazlarını ve oruçlarını kaza eder. (50)

-Kanamanın, yerleşik adetin başlamış olduğu günde bşlayıp üç gün ile on gün arasında herhangi bir günde kesilmesi ve kesildiği günden itibaren on beş gün içerisinde tekrar kanama gelmesi halinde yerleşik adet günleri, adet kanaması kabul edilir; onun üzerindeki kanamalar özür kanaması şeklinde değerlendirilir. Çünkü kanamanın kesilmesinden itibaren –tam bir temizlik süresi olan on beş gün- temiz olarak tamamlanmadığı için kanamanın sanki kesilmeden devam ettiğine hükmedilir. Bu takdirde kanama, hükmen adet müddetinin azami süresi olan on günü aşmış olacağından yerleşik adet günlerine dönülür. (51)

-Her bir hanımın adet, lohusalık ve temizlik günlerini tesbit edip onları devamlı takip etmesi üzerine farzdır. (59)

-Bilindiği gibi bebeğin yarıdan çoğu çıkmadan önce veya doğumdan önce görülen kanamalar ne kadar uzun süreli olursa olsun özür kanamasıdır. (66)

-Lohusalık süresinin alt sınırı yoktur. (77.dipnot/ Serahsi, el-Mebsut, III/210; Nevevi, el-Mecmu', II/539) Yani doğum yaptıktan sonra bir saat içerisinde kanaması kesilen bir hanım, gusül abdesti alıp lohusalıktan çıkmış olur ve normal hayatına döner. Fakat önceden yerleşmiş olan bir lohusalık adeti mevcutsa dikkat etmesi gereken bazı hususlar vardır ki biz bunları özel bir başlık altında ele alacağız. Lohusalığın en uzun süresi ise Hanefi ve Hanbeli mezhebine göre kırk gündür. (78.dipnot/ Serahsi, el-Mebsut, III/210) Hanefi ve Hanbeli mezhebine göre kırkıncı günden hemen sonra görülen ve halk arasında “kırk başı” diye adlandırılan kanamalar, kırkıncı günü aştığı için özür kanamalarıdır. Kırkıncı günü doldurduğu halde kanaması kesilmeyen hanımların gusül abdesti alıp normal hayatlarına dönmeleri gerekir. Kanama devam ettiği sürece özür hükümlerine riayet edeceklerdir. (66-67)

-Lohusalığın en uzun süresi dolmadan kanama kesilip bundan sonra asgari on beş gün temizlik görülürse lohusalık adeti yerleşmiş olur. Hanefi ve Şafii mezhebine göre ilk doğumdan sonra lohusalık adetinin yerleşebilmesi için iki şart gereklidir: Birincisi, Hanefi mezhebine göre kırk gün Şafii mezhebine göre altmış gün içerisinde kanamanın kesilmesi; ikincisi, kanama kesildikten sonra en az on beş gün temiz kalınmasıdır” (81.dipnot/ Serahsi, el-Mebsut, III/211,212; Nevevi, Ravda I/286) (68)

-Hanefi mezhebine göre kırkıncı güne kadar kanamanın kesilmesi halinde lohusalığın sona erdiğine hükmedebilmek için kanamanın kesilmesinden sonra görülen temizlik süresinin en az on beş gün olması şarttır. Asgari on beş gün temizlik görülmeden tekrar kan gelmesi halinde kanamanın Hanefiler’e göre aralıksız kırk günden fazla devam ettiğine hükmedilir. İlk doğum olduğu için kırk günü lohusalık, geri kalan günler ise özür kanaması olarak değerlendirilir. (72)

-İlk doğumda lohusalığın en uzun süresini (Hanefilere göre kırk, Şafiilere göre altmış günü) aşan kanamalar özür kanamalarıdır. (83.dipnot/ Serahsi, el-Mebsut, III/149) (72)

-1) Doğumdan sonra arada temizlik görmeksizin kanamanın 40 günü aşması durumunda hüküm gayet açıktır: İlk doğum olduğu için Hanefi mezhebine göre ilk kırk günün lohusalık günleri; bundan sonraki günlerde görülen kanamanın ise özür kanaması olduğuna hükmedilir.

2)Arada temizlik görülen günler bulunduğu halde kanamanın kırk günü aşması durumunda ilk doğum olduğu için kırk gün lohusalık, geri kalan günlerde görülen kanama ise özür hali olarak değerlendirilir. Arada temizlik görülen günler olmakla birlikte kanamanın kırk günü aşması, farklı şekillerde meydana gelebilir:

A) Ara temizlikler görmekle birlikte, kırkıncı gün dolmadan tekrar kanama görüp bu kanamanın kırkıncı günden sonra da devam etmesi halinde, kırk günü aşan kanama söz konusu olur.

B) Kırk gün içerisinde kanama kesilip on beş gün temiz kalamadan yeniden kan gelmesi ve bunun devam etmesi halinde, kırk günü aşan kanama söz konusu olur. (73-74)

-Normal doğum olmaması durumunda ameliyatla yani sezaryen ile doğum söz konusu olacaktır. Sezaryenle doğumlarda üreme organından kanama görülmediği takdirde lohusalıktan söz edilemeyecektir. Ancak az da olsa üreme organından kanamanın görülmesi ile anne lohusa olacaktır ve lohusalık yasaklarına riayet edecektir. (92.dipnot/ İbn Abidin, Menhelu’l-varidin, I/82) (85) Sezaryenle doğum yapan bir hanım, üreme organında hiç kanama görmese de her şeye rağmen gusül abdesti almalıdır. (85)

-Kaynaklarda istihaze ismi verilen, hanımlarda adet ve lohusalık dışında bir hastalık sebebiyle üreme organından gelen kanamalara, özür kanaması veya hastalık kanaması denir. (97)

-Özür Kanamasının Çeşitleri:

1-Dokuz yaşını doldurmamış olan hanımlarda görülen kanamalar

2-Ümitsizlik yaşına ulaşmış olan hanımlarda görülen siyah ve koyu kırmızı dışındaki kanamalar

3-Doğumdan önce hamile hanımların gördüğü kanamalar, Hanefi mezhebine göre özür kanamalarıdır.

4-Adetin ve lohusalığın en üst sınırını aşan kanamalar

5-Hanefi mezhebine göre 3 günden az görülen kanamalar. Ancak bunun bir şartı vardır o da kanamanın kesildiği günden itibaren on beş gün içerisinde tekrar kanama görülmemesidir.

6-Hanefi mezhebine göre yerleşik adeti bulunan hanımlarda 10 günden fazla görülen kanamaların, yerleşik adetten sonrası özür kanamasıdır.

7-Hanefi mezhebine göre yerleşik lohusalık günleri bulunan hanımlarda kırk günden fazla görülen kanamaların, yerleşik lohusalık günlerinden sonrası özür kanamasıdır. (97-98)

-Adet ve lohusalık kanamaları gusül abdesti almayı, idrar ve özür kanaması sadece abdest almayı gerektirir. İdrar ve özür kanaması sebebiyle bir hanım özür hükümlerine tabi olabileceği gibi, bazı önlemler alması sonucu bu özür hükümlerine tabi olmayabilir. Tutulamayan idrarın veya özür kanamasının miktarı fazla olmayıp, üreme organına konulabilecek olan bir pamuuk veya bez ile haznenin dışına çıkması engellenebiliyorsa -zararlı olmadığı sürece- bunun kesinlikle yapılması gerekir. Bu durumdaki bir hanım, Hanefi ve Şafii mezhebinde kuvvetli olan görüşe göre özür hükümlerine tabi olmayacaktır. (99.dipnot/ Nevevi, el-Mecmu, II/551; İbn Hümam, Fethu’l-Kadir, I/163; İbn Abidin, Reddü’l-Muhtar I/508) Çünkü abdesti bozan sebeplerden olan idrar ve özür kanaması böyle bir durumda vücudun dışına çıkmadığından abdesti bozmaz. Fakat burada dikkat edilmesi gereken bir nokta vardır. O da konulmuş olan pamuğun veya bezin, üreme organının dışında kalan kısımlarına idrarın veya kanamanın ulaşmaması gerekir. Ulaştığı takdirde abdest bozulmuş olur. İçeriden gelen idrar veya kanama, üreme organına yerleştirilen pamuk ya da bez ile engellenemeyecek derecede fazla geliyor ve bir namaz vakti boyunca –abdest alıp namaz kılabilecek bir süre dahi- kesilmiyorsa, bu hanım özür hükümlerine tabi olur. Takip eden vakitlerde bu özrün en az bir kere görülmesi, özür hükümlerinin devam etmesi için yeterlidir. (99)

-Hanefi mezhebine göre özürlü ile ilgili hükümler:

1-Özür kanaması gören hanımdan gelen kanın, burundan veya herhangi bir damardan akan kandan farkı yoktur.

2-Özür kanaması bulunan bir hanım hakkında, özür hükümlerinin geçerli olabilmesi için:

a) Bu kanamanın, abdest alıp o vaktin namazını kılacak kadar bir müddet dahi kesilmemek üzere bir namaz vakti devam etmesi şarttır. Bu şart bulunduğu takdirde o namaz vaktinde özür hükümlerine riayet edecektir.

b) Aynı hanımın, özrünün devam ettiğine hükmedebilmek için, bundan sonraki her namaz vaktinde az da olsa, aynı özrün bir kere daha meydana gelmesi gerekmektedir.

c) Özrün kalkmış olduğuna hükmedebilmek için bir namaz vaktinin tamamında az da olsa hiç gelmemesi şarttır. Böyle bir durumla karşılaşan özürlü hanımlar, özürlerinin sona erdiğini bilmelidirler. Tekrar özür hükümlerinin geçerli olabilmesi için yukarıdaki şartların yeniden gerçekleşmesi lazımdır.

3-Özür kanaması ibadetleri yapmaya engel olmadığı gibi cinsel ilişkiye de engel değildir. Hüküm böyle olmakla birlikte doktorun tavsiyelerine de dikkat etmek gerekmektedir.

4-Özür sahibi olan hanım, her farz namaz vakti girdikten sonra abdest aldığı takdirde, o namaz vakti çıkıncaya kadar, özrü sebebiyle abdesti bozulmaz. Abdesti bozan bir başka sebepten dolayı abdesti bozulabileceği gibi, o vaktin çıkmasıyla da abdesti bozulur.

5-Hanefi mezhebine göre farz namazın vakti girdikten sonra abdestini alan özür sahibi, bu abdestiyle farz namazının yanında diğer ibadetlerini de yapabilir.

6-Bir namaz vaktinin girmesinden sonra özür sebebinin meydana gelmesi durumunda, özür sahibinin vaktin sonunu beklemesi gerekir. Özür sebebi olan halin kesilmemesi ve namaz vaktinin ancak abdest alıp namaz kılacak kadarlık son kısmının kalması durumunda abdestini alıp namazını kılmalıdır. Bundan sonraki vakitte özür sebebinin ortadan kalkması durumunda, kılmış olduğu bu namazı kaza etmelidir. Özür sebebinin ikinci vaktin tamamını kaplaması halinde ise özür hali geçerli olduğu için kaza etmesi gerekmemektedir. Bu madde, 2.maddede ifade edilen kuralın açıklaması mahiyetindedir.

7-Herhangi bir sebepten özürlü olan bir kimsenin abdesti, başka bir özür sebebinin meydana gelmesi ile bozulur. Örneğin; özür kanaması sebebiyle özürlü olan bir kimsenin, burun kanaması şeklinde yeni bir özrü ortaya çıkarsa abdesti bozulur. Çünkü bu yeni özrü henüz bir vakti doldurmamıştır.

8-Özürlü olan bir kimse, özür sebebi ortadan kalktığı mesela kanaması kesildiği bir anda abdest aldıktan sonra, bu özrü sebebiyle de abdesti bozulmadan o namaz vakti çıkıp ikinci namaz vakti girdiğinde abdestinin devam ettiğine hükmeder. Çünkü bu kimsenin abdesti ne özründen dolayı, ne de başka bir sebepten dolayı bozulmuştur. Ancak ikinci namaz vaktinde ihtiyaç olmaksızın yeniden abdest almış olsa dahi özrünün tekrar gelmesiyle abdesti bozulur ve tekrar abdest alması gerekir. Çünkü mevcut abdestini aldığında, devam etmekte olan bir özrü yoktu.

9-Özür sebebi olan kanama, secdeye gidilmediği takdirde akmıyorsa, sadece secdenin ima ile yapılarak namazın kılınması gerekir. Aynı şekilde ayakta durduğunda özrü geliyor da oturduğunda gelmiyorsa, oturarak namazını kılmalıdır. Çünkü secdeyi veya kıyamı terk ederek namazı kılmak, abdesti bozan bir akıntının varlığıyla kılmaktan daha iyidir. (100-101-102)

-Yerleşik adeti bulunan hanımlar, yerleşik adetleri dolduktan sonra kanamalarının kesilmesi halinde eşleri ile birlikte olabilmeleri için ya gusül abdesti almaları gerekir ya da temizlendikten sonra bir namaz vaktinin geçmiş olması şarttır. Lohusalık hallerinde de aynı hüküm uygulanır. Yerleşik adeti bulunan hanımlar yerleşik adetleri dolmadan kanamaları kesilirse gusül abdesti alıp normal hayatlarına dönmeleri gerekir. Bununla birlikte eşleri ile birlikte olabilmek için yerleşik adetlerin dolması icap eder. Çünkü tekrar kanama görme ihtimalleri yüksektir. Lohusalık kanamalarında da aynı hüküm uygulanır. Adetin en uzun müddetinin (Hanefilere göre 10 günün) dolması ile kanamanın kesilmesi halinde cinsel ilişki şartsız bir şekilde caiz olur. Kanamanın, adetin en uzun müddetini aşması halinde de aynı hüküm geçerlidir. Lohusalık için de aynı hüküm uygulanır. (118.dipnot/ İbn Abidin, Menhelu’l-Varidin, Mecmuatu’r-Resail, I/73) (108)

-Vaktin başlangıcında temiz olduğu halde daha sonra adet veya lohusalık kanaması gören bir hanıma bu vaktin namazının farz olup olmaması hakkında Hanefi ve Şafii mezhebi ihtilaf etmiştir: Hanefi mezhebine göre bir vakit namazının herhangi bir kısmında kanamanın gelmesi, o vaktin farziyetini düşürür. Hatta bu namaza başladıktan sonra yani namaz içinde iken kanama gelse yine bu namazın farziyeti düşer. (111)

-Vaktin başlangıcında adet veya lohusalık kanaması görmekte olan bir hanım, vaktin sonunda temizlenirse bu vaktin namazının kendisine farz olup olmaması ile ilgili Hanefi mezhebinin görüşü şöyledir: Bir namaz vaktinin çıkmasına iftitah tekbiri miktarınca bir zaman kalmışken, adetin veya lohusalığın en uzun müddetinin dolması ile kanaması fiilen ya da hükmen kesilen bir hanıma, o vaktin namazını kaza etmek farz olur. Gusül abdesti almak için geçecek olan vakit, adet halinden sayılmaz. (112)

-Adet ve lohusalık hallerinde hanımların abdest alıp evlerinde namaza ayırmış oldukları yerlerde, namaz kılacak kadar bir süreyi oturup tesbih, hamd, zikir ve tefekkür ile geçirmeleri müstehap görülmüştür. (135.dipnot/ İbn Abidin, Menhelu’l-Varidin, I/110) (113)

-Fecrden yani imsak vaktinden sonra kanaması kesilen hanımlara, o günün orucunu kaza etmenin farz olduğunda bütün İslam alimleri ittifak etmişlerdir. İmsak vaktinden önce temizlenen hanımların o günün orucunu tutmaları farzdır. (114)

Semerkand Aile Kitaplığı, 2020 basım, 20.baskı.


OMURGASIZLAŞTIRILMIŞ TÜRKLÜK – TEOMAN DURALI

-Çin kaynaklarında Türkçe adındaki bir dilin bahsi ilk defa MÖ 1766’da geçer. Bu Şia (Xia) hanedanı devrinde rast gelinmiş Çince Tujue, Orta...