18 Ağustos 2025

OMURGASIZLAŞTIRILMIŞ TÜRKLÜK – TEOMAN DURALI

-Çin kaynaklarında Türkçe adındaki bir dilin bahsi ilk defa MÖ 1766’da geçer. Bu Şia (Xia) hanedanı devrinde rast gelinmiş Çince Tujue, Orta Asya dillerinde Turuk -yahut Türük de olabilir-sanını taşıyan bir halkın dilidir. Türük/turuk, o kavmin gerçek adı olmayıp şanlı, şerefli, asli anlamlarına gelen bir sandır, ünvandır. Bir ihtimal Hsiung-nular, kendilerini bu sanla nitelemekteydiler. Zamanla özellikle de MS 300’lerin başından itibaren Çinliler, onları Hsiungnu; bir bölük başka komşularıysa, Turuk/Türük diye anar olmuşlardır. Nitekim o kadim komşularından günümüzde hayatta kalıp da batıya intikal etmek suretiyle ortadoğu Avrupa düzlüklerine yerleşmiş Macarların dilinde turuk/Türük, Törüke dönüşerek, “Türk” anlamına gelmiştir. (27-28)

-Türklüğün bir türlü kendini kurtaramadığı bir zaaf var ki, Osmanlı dahi onunla maluldur; Türkçeyi kendine dert edinerek ona ihtimam göstermek. Cihangir devletler kurup dil bilinci ile kaygısı gelişmemiş dilini bunca ihmal etmiş ikinci bir millete tarihte rastgelmek zordur. Günümüzdeyse felaketin şahikasındayız. Dilsiz duygu ile düşünce olamayacağına göre bundan böyle felsefe bilime ilişkin, telif şöyle dursun, tercüme bile yapılamaz. (41)

-Yirminci yüzyıl Osmanlı düşünürü ister resmi görevle, ister uğradığı kovuşturma sonucu olsun, seyahat eden kimsedir. Bu yeni gezgin tipini eski alışılagelmiş Osmanlı aliminden ayıran en belirgin özellik onun, murakabeyle dalınan içe dönük manevi yolculuk yerine, gözleme dayalı dışa dönük bilgilenme sürecini benimsemesiydi. Zihnin geleneksel çatışma düzenini kademe kademe değiştiren bu süreçte murakabenin sezgili usulü yerini algılı yönteme bırakmıştır. (97.dipnot/ Ekrem ışın, “Osmanlı Modernleşmesi ve Pozitivizm”, Tanzimattan Cumhuriyete Türkiye Ansiklopedisi. İleitşim Yayınları, 1985 basım, sf.358) Zaman ile mekan boyutları en fazla önemsenen değerler olmuştur. (82)

-Yeniçağ Avrupa medeniyeti, iki cihetten tarihte ilktir, benzersizdir; Bunlardan birincisi, neredeyse bütün bir medeniyet mesabesinde, ilk kez batıni-dini esasları örtmeğe uğraşmış; ikincisi de kendini oluşturan kültürlerin hükümran ve muhtar olmalarına müdahale etmemekle olağanüstü bir gelenek, görenek, gönül, düşünce, anlayış, renk, ses ve zevk çeşitliliğine cevaz vermiştir. (83)

-Bilahare, sömürü ile suistimal daire daire, çenber çenber öteki toplum katmanlarına doğru genişler. Tarihimizin çürük tahtası da tam bu yerdedir: Toplumun özellikle şehirleşmiş kesiminde kadın-erkek ilişkilerinde yaşanmış feci sakatlıklar. Bir kere kadın ile erkeği, haremlik ile selamlık biçiminde birbirinden koparılmış, tecrit olunmuş iki ayrı dünyaya hapsetmek, bahsettiğimiz güvenilirlik ile sadıklık esaslarını zedelemiştir. Erkeğin, erkekle yaşadığı ortamda bu iki esas tam teşekkül edemez. Edemeyince de kadın-erkek birlikteliğinin yolaçmasından korkulan fuhuş ile zina dahi asla önlenemez. Buun önlenmesinin tek yolu Allah korkusu ve güvenilirlik ile sadıklık duygularının baştan beri kişiye aşılanmalarıdır. Ne var ki, aşılanma, yalnızca telkinle başarılamaz. Hayat, insana sınavdır. Aşılanan, kadın erkek birlikteliğinde yürüyen hayatta yeşerip serpilebilir. (107)

-Haddizatında Türk tarihinde ilk din devleti Cumhuriyet Türkiyesi!dir. ulu tapınak Akrapolisi ve yurt sathında yayılmış irili ufaklı tümen tümen tali ibadet yerleri, esmai hüsnası, kitabımukaddesiyle ve aynı zamanda hadisleriyle peygamberlik görevini de üstlenmiş gözüken tanrı kılınmış kişi –ki adıyla anılan dini “Kemalilik”- ve elverdiği kutsal makam dahi vardır. Bu “kutsal makam”, “derin devlet”in başı yahut merkezi durumundadır. Bunun buyruk ile kumanda şemsiyesi altındaki zabitana “ruhban zümresi” diyebiliriz. Bahse konu zümreye “iman”ı yalayışı, tavır ve tutumu, demek ki “muamelatıyla” yakın duran “ruhbanolmayanlar” yani laique-civiller dahi mümtazdır. Bu kategoriden olmayı reddedenlere gelince; onlar “göbeğini kaşıyan inkarcı kaba kara budun”, sol Kemalilerin deyişiyle, halk yığınlarıdır. Mümin Kemali, küreselleştirilmiş Çağdaş İngiliz-Yahudi medeniyetine –kısaca Çağdaşlık’a- merbut, giderek kuldur. O, kendini, çağdaş İngiliz-Yahudi Medeniyeti’nin temel belirleyicisi olduğunu sanılan aklın yarattığı kanısındadır. Bununla birlikte, akla mantığa ziyadesiyle uyduğu söylenemez. Filvaki doksan yıla yakın geçmişiyle Kemali din, Türk milletinin uyuşturucu-aptallaştırıcı afyonu olmuştur. (121)

Dergah Yayınları, Kasım 2017 basım, 6.baskı ( İlk baskı Haziran 2010)

17 Ağustos 2025

BEN KENDİM VE TARİHÇİLİK YOLUNDA KIRK YIL (1964-2004) – TUNCER BAYKARA

-Aydın ve İstanbul şehirlerindeki medreselerden icazetli iki müderrisin torunu, ilkokul öğretmeni Mustafa Asım Baykara ile ev hanımı Ayşe Baykara’nın üçüncü evladıyım. Anam ile babam 1932 senesinde evlenmişler. Önce Yüksel (Baykara 1935) sonra Aysel (Korkmaz 1938) ablalarım olmuş ve bende sıcak bir yaz günü 7 Temmuz 1940 tarihinde doğmuşum. Benden sonra da küçük kardeşim Erkan Baykara (1943) dünyaya gelecektir. (9) Babaannem Yüreğilli Hörü nenem (1884-1967)’dir. Bilgin bir babanın evladı olarak dünyaya gelen, Aydın’a giderek oradaki Taciye Medresesi’nden 1318/1900 tarihinde icazet almış olan Hüseyin Dedemin Hörü Nenemden sırasıyla Hakkı (1903-1993), Ayşe (1905-1931), M.Asım (babam 1909-1988), Fatmana (1911-1998) ve Emin (1918-1996) adlı çocukları olmuştur. Fatmana ile Emin arasında olan üç çocuk küçük yaşlarında vefat etmişler. (10) Anamın babası Şakir Ali Efendi, sonradan ailenin alacağı soyadı ile Akşit, Akseki-Alaiye taraflarından gelen Şakir Ali (ö.1878) Efendi’nin oğlu Mahmud Mesud Efendi’nin (ö.1907) en büyük evladı imiş: 1879-1944.Şakir Dedem önce büyük amcasının kızı ile evlenmiş olup onun da adı Ayşe imiş. Anneannemler iki kız, sekiz erkek kardeşmişler. Ayşe nenemin babası Hacı Mehmed  Efendi (1840-1916) yörede 63 hücresi ile ünlü bir medresenin müderrisi olarak XIX.yüzyıl sonlarında çok namlı imiş. Anamın en büyük dayısıArif Efendi (1872-1944) Akşit soyadını seçmiş ve aile onu kabullenmiş. (12) Ayşe Nenem, 1918’de henüz 25 yaşında iken, geride 3 kız evlad (Emetullah 1912-1941, Anam Ayşe 1915-2003, Küpra 1819-1920) bırakarak ölünce Şakir Dedem, Havva Nenemi (1892-1971)almış. Anam kendi öz annesini pek hatırlamadığından yeni annesi ile bir meselesi olmamış, fakat öz annesini daha iyi bilen ablası Emetullah’ın Havva Nenem ile çok problemleri olmuş. Şakir Dedemin Havva Nenem’den de çok çocukları olmuş. Bunlar sırasıyla Hafize (1920-?), Safiye (1922-1957),Esad (1925-1995), Mehmed(1928-2002), Hatice (1930-), Aliye (1922-) ve Mustafa Cevat Akşit (1938)’dir. (13) Anamın babası Şakir Dedem 1943-1944 yılbaşı gecesi ölmüş. (15)

-1959 güzünde lise bitince, İzmir’de de artık bir üniversite açılmış olmasına rağmen İstanbul’a yöneldim. Çünkü üniversiteyi ismini efsanelere karışmış olarak işittiğim bu hayal-şehirde okumak istiyordum. Orada M.Cevat Akşit dayımın evine yerleşerek sınvalara girdim. Her üniversite, hatta her fakülte sınavını ayrı yapar, bizler oradan oraya koştururduk. (20) Bir de dayımla sürtüşmem sebebiyle, 1960 güzünde, onun yanından ayrılıp İbnülemin M.Kemal İnal merhumun mazbut ve dindar öğrencilerin kalmaları için vasiyet ettiği evinde kalmaya başladım. Burası apayrı bir alemdi. 1960-61 kışını orada geçirdim. (21)

-Edebiyat fakültesinde bir şekilde hocam olup, üzerimde hakları olanları, Zeki Velidi hocamın ayrı yerinin dışında, sırasıyla yazacağım: İbrahim Kafesoğlu,Afif Erzan, Cevat Eren, Mustafa Kafalı, Cemal Tukin, Midhat Sertoğlu, Besim Darkot, Ahmet Ardel, Necdet Tunçdilek, Erol Tümertekin, Sabri Özbaydar, Refia Şemin ve Ömer L.Barkan. (26)

-1968 güzünden itibaren, doktoramı tamamlamak üzere İstanbul’da idim. Beyoğlu’ndaki bir evde Enver Konukçu ve Fikret Türkmen ile birlikte kaldık bir yarı yıl. Sonrasında, ikinci yarıda onlar Erzurum’a dönünce sadece ben kaldım ve sene sonunda, 1969 yazının başlarında Zeki Velidi hocamın Küçükyalı’daki evinin alt katına nakl-i mekan ettim. 1969-1970 ders yılı Küçükyalıda hocamla aynı evde kaldım. Kimi zaman üst kata çıkan yemeğe misafirleri olurdum. (31)

-Nihayet 22 Ocak 1971 tarihinde doktora imtihanlarımız oldu. Chi Huci Huang, Chi Tang ve Ben, aynı günde Prof.Dr. Tahsin Yazıcı, Prof.Dr.İbrahim Kafesoğlu ve Prof.Dr.Bahaeddin Ögel hocamın juri üyeliği ile doktora imtihanında başarılı olduk. (32)

-1982 yılı 2 Eylül günü Denizli’de uzak akrabamızdan (anamın dayı ve halasının torunu, yani kızının kızınının kızı) Şenay K.Baykara ile evlendim. Eşim, ilim hayatımda bana elinden geldiğince her zaman destek olmuştur. (47)

-İlk doktora talebem Hacettepe Üniversitesi’nden Ali Birinci’dir. (II.Meşrutiyet Devrinde İttihat ve Terakki Karşısındaki Siyasi Hareketler) (63)

-Şu andaki (2003 Aralık ayı) makalelerim 270’i geçmiş olup kitaplarım ise 23 tanedir. (85)

-Böylece, eski icazetlerdeki gibi, hoca geleneği itibariyle Zeki Velidi Hocam dolayısıyla, Barthold ile Rus, Dopseh veya Pelliot’lar kanalıyla Avrupa ve nihayet dayısı olan Habib Neccar kanalıyla Türkistan alemine ulaşmış olmaktan sevinçliyim. (117)

IQ Kültür Sanat Yayıncılık, Nisan 2004 basım, 1.baskı.

ŞEYHÜLİSLAM MUSTAFA SABRİ EFENDİ – TEVFİK İSLAM YAHYA

 -“Şeyhülislamın sevenleri, onu üstün konumu ve değeri gereği, tabut içinde defnetmeye karar verdiler. Çünkü onlar, “Gün gelir her şey normale döner, o zaman bu asil millet bu değerli zatı doğup büyüdüğü yer olan Tokat’a veya Marmara Denizi’nin kıyılarına geri götürür” diye düşündüler. Allah kendisine rahmet eylesin.” 10 Şaban 1416 / 20 Ocak 1996 – Tevfik İslam Yahya (25)

-Tokat’ın ileri gelen alimlerinden Şeyh Ahmed Efendi Zülbiyezade’den (7.dipnot/Kendisi aynı zamanda mantık hocalığı yapıyordu. Bu esnada öğrencilerine Kutbu’r-Razi’nin Şerhu’l-Şemsiyyesini okutuyordu.  Kendisi aynı zamanda Tokat’ın fukahasındandı. Mustafa Sabri, Möevküfu’l-Akl, cilt:1, sf.21) ilim tahsil etmeye başladı. Burada yeterli miktarda talim gördükten sonra alimleriyle meşhur Kayseri’ye gitti. Namı duyulmuş Damat Hacı Tahir Efendi lakabıyla anılan ve aynı zamanda Tokat’taki hocasının da hocası Şeyh Muhammed Emin Dureki’den (8.dipnot/Kayserili olup İslami ilimlerde çok agyretli, müzakere yeteneği güçlü bir fakihtir. Kelam ve mantık ilimlerinde de muteber ve saygın bir yere sahiptir. Lakabı Hacı Torun Efendidir.) ilim tahsil etti. Kayseri’de hocasından mantık ilminde o dönem okutulan Kutbu’r-Razi’ye ait Şemsiyye şerhinde tasavvurat kısmına kadar ders gördü. Bu esnada Fatih Camii’nde geri kalan ilimleri okumak üzere hocasından izin istedi. (27-28)

-Sabri Efendi, Fatih Camii’nde meşhur allame Şeyh Muhammed Atıf el-İstanbuli’den (9.dipnot/ Kendisi, İstanbul’da üçüncü Sultanahmet mahallesinde yaşamış, Atik Ali Camii’nde umuma açık dersler vermiştir. Sabri Efendi bu derslere iştirak edenlerdendir. Atıf Bey’in Mecelle-i Ahkam-ı Adliye!de birçok yazıları basılmıştır) meşhur allame Şeyh Ahmed Asım el-Gümülcinevi Efendi (10.dipnot/1252 hicri yılında Gümülcine’ye bağlı Terzi köyünde dünyaya geldi. İstanbul’da Darululumda allame Abdurrahman el-Kerimabadi yanında ilim tahsil etti. Şeyhülislam müessesesinde müfettiş olup sınavları düzenleme kuruludna vekil tayin edildi. 1911 senesinde vefat etti. Mustafa Sabri’ye olan muhabbeti dolayısıyla onu kızıyla evlendirdi) den dersler almaktaydı. Zamanla buradaki alimleri tanıdıktan sonra bu iki zatten en fazla ders aldı. (29)

-Sabri Efendi, yeni düzeni ve taraftarlarını gerek normal toplantılarda gerek resmi konuşmalarında çok sert ifadelerle eleştiriyordu. Yine kendileri ile yaptığımız toplantıların birinde Kemalizmden söz açılınca Sabri Efendi konuya müdahil olup, “Ey evlatlarım. Yeni yönetim beni 18 yıl boyunca en büyük düşmanları olarak gördüler. Mustafa Kemal, o dönemde yaptığı tüm konuşmalarda düşmanlarına kin ve nefret dolusu göndermelerde bulunmuştur. Lakin Allahu Teala’nın izniyle benim adım onun dilinde telaffuz edilmekten korundu, bu da bana Rabbimin en büyük lütfudur” derdi. (65)

Çizgi Kitabevi, Ekim 2017 basım, Konya

TÜRKİYE İSLAM VE SEKÜLARİZM – ŞERİF MARDİN

-Gerek III.Selim, gerekse II.Mahmud, sarih bir devlet kuramı bulunmamasından mütevellit kavramsal boşluk ile devlet görevlilerinin kullandığı söylemsel kaynaklar arasındaki ilişkinin farkındaydılar. Devlet hizmetindeki kalemiyenin temel başvuru kaynağı olan sözlüklerin yazılmasını desteklemeleri, daha önce tarif ettiğim kültürel tıkanmanın mikro düzeyi olarak nitelendirilebilecek olguyla ilgilendiklerinin göstergesidir. II.Mahmud’un genel okur kitlesi, yani aydınlardan daha geniş bir kesim arasında popüler Türkçe konuşma dilini teşvik etme girişimleri gayet iyi bilinir. Fakat bu yola klasik İslam kültürünü yaygınlaştırmak için başvurması ilginçtir. Bu girişimlerdeki bir hamle, II.Mahmud’un asıl hedefini açık biçimde göstermektedir: Yeniçeri Ocağı’nın kaldırılmasından birkaç yıl önce, yeniçeri kışlalarında her akşam Hz.Hamza’nın menkıbeleri yerine savaş kurallarını konu alan bir klasik İslam eserinin okunmasını emreder. (Şeybani’nin Siyer-i Kebir’inin Mehmet Münib Ayıntabi’ye ait Türkçe tercümesi) Buradaki örtük iddia Müslüman Osmanlıların, tıpkı Batılılar gibi kendilerine özgü bir savaş ahlakına sahip olduklarıdır.

-II.Mahmud’un girişimlerine bir bütün olarak bakıldığında, İslam-Osmanlı kültürünün söylemini konuşma diliyle uyumlu hale getirmek suretiyle bir kamu oluşturma çabasının sonuçları olarak görmek abartılı olmayacaktır.

-Cevdet Paşa’nın, ortak bir konuşma diliyle sınırlanmış tektip bir İslami yurttaş yaratmaya yönelik çalışmalarını 20.yüzyılda  Kur’an tefsirleri üzerine çalışmasıyla İsmail Hakkı İzmirli (1868-1946) devam etttirir. İzmirli artık yüzyıldan uzun bir geçmişi olan bir tartışmada, Kur’an’ın Allah’ın kelamı değil, kelam’ın anlamı olduğunu, dolayısıyla Kur’an’ın anlamını herhangi bir dilde ifade edilebileceğini iddia eder. Bu yorumun, Kemalist Cumhuriyet rejiminin seküler girişimlerine çok benzer biçimde bir Türk-İslam yurttaşlığı oluşturma amacı taşıdığı açıktır. İmapartorluğun son şeyhülislamı Mustafa Sabri, Mehmed Akif’in birleştirici bir İslamı kolektif estetik tezine yakın bir temaya başvurur, ama bunu Kur’an’ın ifadelerindeki icazın toplumu kaynaştırma gücünü öne çıkarmak için kullanır. Her iki durumda da, modern temellere dayanmakla birlikte İslami olan bir kolektivitenin teşvik edilmeye çalışıldığı açıktır. Bu anlamda, söz konusu öneriler, modern Türk entelektüellerini –ister seküler, ister İslami olsunlar- meşgul eden kilit meselelerin, yani modern bir kollektivitenin temaları meselesinin altını çizmektedir.

-Mustafa Kemal’in, İslam’ı, bir katılımcı yurttaşlık tasarısının dayanak noktası olarak kullanmak istediğine kuşku yoktur. Bu tasarının bileşenlerinden biri de, öncelikle elitlerin dini ile sıradan halkın  dini arasında köprü kurulmasıydı. Bu strateji, Jön Türklerin, dini hareketlerin (hakayık-ı diniyye) ve İslam’ın yüce ilkelerinin (me’ali-yi İslamiye) tüm nüfusa yayılması konusundaki vurgularının bir uzantısıydı. Jön Türkler 1918’de bu amaçla Dar’ül-Hikmeti İslamiyyeyi kurmuşlardı. Mustafa Kemal’in 1924-1938 yılları arasında Diyanet İşleri Başkanlığına atadığı isimlere baktığımızda yine yurttaşlık bilincinin geliştirileceği bir kanal olarak İslam fikriyle karşılaşırız.

-Cemil Meriç eserlerinin çoğunda, Türkiye’de İslam konusunda dönen tartışmalarda net bir taraf olmadan, Cumhuriyet döneminde İslamın kültürel çerçevesinin terk edilmesi sonucu doğan hayal gücü, kavrayış ve duyarlılık kaybına yoğunlaşmıştı. Kısmen İslami ögeler içeren muhafazakar kolektivist temalar ile Türkçülüğüm unsurlarının iç içe geçtiği İslami bir kültürel sürekliliğin teşvikinde, Dergah Dergisi’nde (1921-1933, 1990’da yeniden çıkarılmaya başlandı) payı olmuştur.

-Bediüzzaman’ın Türkiye’deki başarısı genellikle müreitlerinin örgütsel becerileriyle açıklanır. Bu açıklamna kuşkusuz, arabayı atın önüne koymak anlamına gelir. Nurcuların Türkiye siyasetinde geniş bir nüfuzu olduğu –Said Nursi’nin mesajındaki- İslam toplumunu ihya etme vaadi aracılığıyla bu nüfusu daha da artırdıkları bilinmektedir. Fakat bu çok gneel bir değerlendirmedir ve kilit bir soruyu –yani bu mesajın ne olduğu sorusunu- cevapsız bırakır. Burada değinebileceğimiz birkaç önemli tema var. İlki, Said Nursi’nin bildilk bir İslami söylem tarzını yineleyen, göndermelerle ve simgelerle yüklü, çözülmesi güç batıni üslubudur. Bu üslup özelliği önceliklidir, ama mesajın içeriği de önemlidir. Bu, bir umut mesajıdır. İslam’da reformun adını anmaksızın, Osmanlı Müslümanlarının hayat tarzındaki İslami canlandırmayı vaaz eder. Böylece, İslam’ın hakiki unsurlarını, bunları tartışmalı hale getirmeden ele alır. Ayrıca, İslamda merkezi yer teşkile den, hevesat-ı nefsaniyye’nin terbiyesi sorunundan başlayarak toplumsal huzurun ve aile uyumunun tesis edilmesi düşüncesinin çok bildik bir İslami manası vardır. Said Nursi, bu düşünceden hareketle, aileyi ve cemaati toplumun temeli olarak görür; bu görüş Tanzimat ve “devletçi” politikalarıyla sarsılmıştır. Said Nursi aynı sorunu başka bir düzeyde daha ele alır; burada sosyal bağları tarif etmek için kullandığı hayat-ı içtimaiyye-i beşeriye (modernistlerin sık kullandıkları “medeniyet” kavramının İslami tezatı) gibi kavramlarla ancak “sosyolojik” diye nitelendirilebilecek bir yaklaşım söz konusudur. Son olarak Nursi’nin mesajı daha derinlemesine okunduğunda, müritlerine modern dünya içerisinde İslami bir benliği inşa etmenin araçlarını sunduğu görülmektedir.

-Gülen’in görüşlerinde, devleti savunmasıyla bağdaşan bir diğer unsur da, Arap İslamı’nın Osmanlı İslamıyla karşılaştırıldığında “ilkel” olduğunu savunan Osmanlı-Türk milliyetçiliğidir. Bu açıksözlülük Türkiyeli bir İslamcı açısından kuşkusuz büyük bir adımdır. Hanefiler ile Hanbeliler arasındaki çekişmeler, Arap alimlerini Osmanlı İslamını “gevşek” olarak nitelendirip küçümsemeye sevk etmiştir; dolayısıyla Gülen’in ilkel nitelemesinin meşru bir mukabele olduğu söylenebilir.

-Modern Türkiye İslam’ının ana kesişme noktasını tek bir kelimeyle tarif edebiliriz: milliyetçilik. Fakat olumsuz çağrışımlar içeren bu kavram, Türkiye’de modernleşmeye eşlik eden gerçek kültürel kaybın karmaşıklığını ve bu kaybı telafi etme çabalarını kapsamaktan çok uzaktır. Türkiye’de döneminin Osmanlı-İslam toplumu üzerine sosyal değerlendirmeler yapan M.Akif’ten bugün hala yazmaya devam eden İsmet Özel’e kadar bazı İslamcı düşünürler, bu kaybı, İslam kültürünün kolektif hafızada taşınma yollarına odaklanarak ifade etmeye çalışmışlardır. Özel son dönemde, İslami ideolojinin savunucusu olarak aldığı tavır hakkında kuşkularını dile getirmiş olsa da bu başlangıçtaki duruşunun önemini azaltmaz.

-Özel, İslam’a dair entelektüalist analizlerini, kendisini “popülizm” olarak tarif ettiği seçenekten uzaklaştırdığının farkındadır. Fakat fikirlerini işleyiş biçimindeki derinlik ve karmaşıklık, “normal” bir Müslümanın, “gündelik” Müslümanların dertlerinden zorunlu olarak uzaklaşmayı gerektiren yeni entelektüalist yaklaşımlar hakkında bilgi sahibi olması gerektiğini öne sürerek bu paradoksu aşmasından ileri gelmektedir. İsmet Özel, entelektüel ile halk arasındaki bu mesafenin, Müslümanlara İslam’ın Türkiye’deki mevcut haliyle baş edecek bir yol sunduğuna inanmaktadır. Şiir dili bu aşkınlığı temin etmenin araçlarını sağlar. Bu bakış açısında, İslam’ın  nevrotik bir savunma mekanizması olması şart değildir; insanın kendi içine dönük arayışları sonucunda İslami kimliğini yeniden keşfederek ulaşacağı, “şerle” karşılaşma sonucunda yenilenmiş bir inançtır ve bu süreç İslam’ın “ekseri” haline getirilmelidir.

-Bazı filologların, kadınların Kur’an’da yeni anlamlar keşfetmelerine yardımcı olduğunu biliyoruz.Bu faaliyetini 1990’lardan beri çok sayıda klasik İslam eserlerinin Türkçeye tercüme edilmesine kıyasla çok daha derin bir etkisi olmuştur. Bulaç ve Özel gibi, bir bakıma Batı beşeri bilimlerindeki temalar vakıf olduklarını göstermeye çalışan kişilerin entelektüalist söylemine karşılık, kadınlar daha dolaysız, cinsiyet yönelimli ve varoluşsal koşullarıyla bağı olan bir söylem kullanmışlar; bu söylemin somutluğu, Türkiye İslam’ında erkeklerin yarattığından daha köklü bir değişime sebep olmuştur. Türkiye’de, ahlak konusunda kendine bağımsız bir yol çizmesi gereken bir benlik görüşünden hareketle  kolektif bir bağ oluşturmayı hedefleyen bir projeye girişenlerin sayısı çok azdır. İslamcı kadınların söyleminde böyle bir unsurun izlerine rastlanmaktadır.

İletişim Yayınları, 5.baskı.

TÜRKİYE’DE DİN VE SİYASET – ŞERİF MARDİN

-İslamcılık cereyanının en az iki ekseni vardır. Bunlardan birincisi İslamcılığı bir dünya görüşü ve hayat rehberi olarak takdim eden okumuşların ve aydınların fikirlerinden oluşmuştur. Bunun yanında Osmanlı imparatorluğunda ve Türkiye’de olduğu gibi İslam kültürünün hakim olduğu yörelerde ikinci bir islamcılık vardır. O da geniş halk kitlelerinin o kadar kesin çizgilerle ifade edilmeyen, yazıya geçtiği zaman bile teorik konulardan çok, bir “İslami Nizam” gerçekleştirmeye çalışan arayışlardır. Mısır müftüsü Muhammed Abduh birincisinin bir örneğini verir. Pakistanlı Ebu’lula Mevdudi’nin ikincisine tercüman olduğu söylenebilir.

-İslamcılık cereyanını Türkiye’deki rolünü ilk defa etraflı olarak inceleyen Tarık Zafer Tunaya’dır. İslamcılık Cereyanı (1962) adındaki eserinde, Tunaya konuyu daha çok Türkiye’nin sınırlarına inhisar ettirmektedir.

-Tanzimat ve II.Meşrutiyet, din işlerini daha kesif bir şekilde din adamlarının omuzlarına yüklemek, onları siyasi işlerden ayırmakla devletin din işlerinde görünen ağırlığını kaybetti. Dini kuruluşlarda dinin taşralı, dar anlayışı egemen olmaya başladı.

-Tanzimatçılar tarafından başarılan kamusal laikleştirme, onların modern ilmin pratik uygulamaları lehindeki tavırlarıyla paralellik göstermekteydi. İmparatorlukta askeri tıbbın niçin bu kadar erken başlamış olduğunun sebeplerinden birisi bu idi.

-1871 yılına, Sadrazam Ali Paşa’nın ölümüne kadar, devlet adamları arasında, bütün Osmanlıların sadakatini Osmanlı devleti lehine kazanmanın yolu olarak, biri Osmanlı imparatorluğunun kurumsal modernleşmesinin devam etmesini destekleyen, ikincisi yeni bir siyasi formül olarak İslam’ı kullanmaya meyilli iki hizip çoktan oluşmuş bulunuyordu.

-Bir sosyal gerçeklik modelinin, gerçekliğin kendisinden daha hızlı “işleme”si için, kişi kendisini farazi bir geleceğin içinde tasarlamak zorundaydı.

-Ziya Gökalp’in gelecek tasarımı, Türk milletinin gizli, fakat yaşayan kültürünü ortaya çıkarmak, o temel üzerine bir Türk devleti kurmak ve İslam’ı vicdani bir mesele, şahsi bir inanca dönüştürmekti.

-Kendi geniş görüşlülükleriyle Orta Asya Türklerinin İslamiyeti benimsemesini kolaylaştırmış olan tasavvufi tarikatlar, eski ile yeni arasında bir teğet noktası oluşturdular ve böylece daha evvelki “putperest” alışkanlıklar, bu yeni patrimonyal İslami düzen içinde varlığını sürdürmeyi başardılar.

-Said Nursi’nin mesajı, esas itibariyle Atatürk reformlarının lanetlenmesiyle ilgiliydi. Taraftarlarını, özellikle kadınlar konusunda aile içi otorite ilişkileri içinde bulunan, geçiş dönemi insanlarının oluşturduğu görülür. Gerek Ticani Hareketi, gerekse Nurculuk, İslamiyet’i, Türkiye’nin yeni sosyal yapısıyla bütünleşen bir diriliş mihrakı, yepyeni bir yol gösterici olarak gösterememişlerdir.

-MSP’nin resmi doktrini şu üç başlık altında özetlenebilir: Dini bir dünya görüşü, Türkiye’nin daha hızlı sanayileşmesi yolunda hamle ve halkçı bir ekonomik bölüşüm ve sosyal ahlak.

-19.yüzyıl ortalarındaki Tanzimat reformlarına karşı ilk tepkiyi, bunların nevzuhur ve bize yabancı oldukları gerekçesiyle gösteren kişi, bir Nakşibendi önderi olan Şeyh Ahmed olmuştur.

-Medrese veya dini okullarda değil de “saray” sisteminde yetişmiş olan Osmanlı bürokratlarının siyaset ve dinin karşılıklı ilişkisiyle ilgili olarak az rastlanır bir görüşü vardı. Bu görüş, hikmet-i hükümet’in önceliği şeklinde tanımlanabilir. Osmanlı bürokratı kendi görevi olarak, devlet bütünlüğünün korunmasını ve İslam’ın yüceltilmesini görüyordu. Bu görüş “din-ü devlet” formülünde ifadesini bulmuştu. Bu, dini muhafazası için devletin yaşamasının elzem olduğu anlamına da geliyordu.

-Kemalizmin yarattığı ve tam bir başarıya ulaşmış olan tek ideoloji Türk Milliyetçiliği olmuştur.

-Bediüzzaman, özellikle bilimsel bilginin Tanrı’nın insanoğluna armağanı olduğunu ve bundan dolayı modern teknolojinin esiri olmak değil, onu kullanmak gerektiğini vurgulamıştır. Onun düşüncesinin, bir yandan İslam teolojisini mistik özelliklerinden arındırmaksızın kitlelerce benimsenebilir hale getirmiş olması, bir yandan da teknoloji ile bilimi “bilinmesi gereken küheylanlar” ve ilerlemeyi izlenmesi gereken “bir tren katarı” olarak onaylamış olması, Bediüzzaman’ın öğretilerini pek çok Türk için çekici yapmıştır.

-Sultan II.Abdülhamid’in saltanatının son yıllarındaki gizli toplumsal akım, Tanzimat grubundan oldukları için bulundukları konuma gelmiş memurlarla, ilerlemeleri –yada ilerleyememeleri- kendi yeteneklerine bağlı olanlar arasındaki mücadele biçiminde belirdi. Bir anlamda bu, Osmanlı imparatorluğu tarihinde başarılı konumlarda yer alanlarla, onları suçlayanlar arasında her zaman görülen ihtilafın son aşamasıydı.

-Seçkin kökenden gelmeleri Jön Türkleri, zaten dine karşı, manipülatif enstrümantal vaziyet alışa hazırladığı için, modern okullarda eğitilmeleri bu eğilimi artırdı. Onların zamanında din kurumu, tüm sofistikasyon görünümünü kaybettiği için, tek gördükleri değersiz vaizlerin tutarsız tartışmalarıydı.

-Bilinçli ama sık sık kamufle edilmiş bir ideoloji olarak laiklik, Jön Türklerin zamanında zaten harekete geçmişti, mantıki sonucuna Türkiye Cumhuriyetinin kurucuları tarafından ulaştırıldı.

-Said’in en cüretkar hareketi, Nakşibendi tarikatının rakibi bulunan Kadiri tarikatının kurucusu bir veliyi şeyh olarak seçmesiydi. Nakşibendilerin Kadirileri dışlayarak hakimiyetlerini kurdukları bir bölgede, bu hareketi gerçek bir meydan okumaydı.

-Cumhuriyet felsefesinin özü şuydu: Türkiye enerjisini, “ilerleme”nin kaynağı olan eğitimsel kaynakların yaygınlaştırılması için yoğunlaştırırsa uygar uluslar arasında kendine bir yer edinebilir. Türkiye’nin politikası bu açıdan gerçek bir başarı kazanmış olarak nitelendirilebilir ama bu politika aynı zamanda toplumsal analizi, çok “kuramsal” görünen alanlardan, okul binaları ve üniformalar gibi “maddi” ilerleme unsurlarına yöneltti.

-Bu ülkede İslam’ın “yeniden canlanışı” kısmen laik Türkiye Cumhuriyetinin temel taşı olan eğitimi yaygınlaştırma kampanyasının başarısına, kısmen de 1950-80 arası dönemdeki ekonomik gelişmeye bağlıdır.

-Nurcular, Erbakan’dan neden memnun olmadıklarına ilişkin açıklamalarında onun çok fazla politize olduğunu bu nedenle toplumun denetimine yönelik gerçek İslamcı stratejiyi bıraktığını belirtiyorlar.

-Darwin’in etkisiyle, 19.yüzyılın sonuna doğru Allah’ın canlıları yarattığı savı bile tartışılmaya başlanmıştı. İslami topluluklarda ise bu konu pek hoş karşılanmamıştı. Ahmed Midhad Efendi’nin Dağarcık Dergisi’nde çok dolaylı olarak takdim ettiği benzer bir tema, yüksek dozda hoşnutsuzluk yaratmıştı. Kaldı ki Osmanlı devlet geleneği aynı şekilde her tartışmanın bir “haddi” olduğu fikrini destekliyordu.

-Genel olarak aydınlarımızı iki geniş kümeye ayırmak mümkündür. Bunların birincisi uzun bir fikri gelişme tarihinin bugünkü mirasçılarının meydana getirdikleri topluluktur. Bu gruba girenler seneler sürmüş bir “Batı düşünce anlamına yaklaşma” hasretinin bugünkü temsilcileridir. Bu tip aydınlarımızın bir asırdan beri başlıca gayeleri memleketimize Batı düşünce çerçevesini yerleştirmek olmuştur. “Kafa yapısı” problemi halledildikten sonra cemiyet meselelerimizin az çok kendiliklerinden halledileceklerine inanmışlardır. Cemiyetimizle, batı cemiyetleri arasındaki fikri ve akli uçuruma parmak basmış, onu telafi etmek istemişlerdir. Bu düşünürlerin yazılarında en çok rastlanan kelimeler “mantık, sağduyu, ilim açısı, planlı düzen, hukuk devleti” gibi Batının aydınlık devrinin beraberinde getirdiği mefhumlardır. İkinci grup aydın, 1930’lardan bu yana bakışlarını “küçük adam”a yöneltmiş olan, köyün, kasabanın veya şehirlerdeki küçük memurun meselelerini anlatmaya çalışmış olan fikir adamlarımızdan meydana gelmişti. Bu grup, Batı’yı “Batının yaşayış tarzı”, sosyal tekamül vetiresi şeklinde anlamış ve cemiyetimizle Batı cemiyetlerini ayıran sosyal konular üzerinde eğilmiştir.

İletişim Yayınları, 15.baskı.

13 Ağustos 2025

TÜRK MODERNLEŞMESİ – ŞERİF MARDİN

-II.Abdülhamid, “Batıcılığı” Batı’nın tekniğini, idari sistemini ve bilhassa askeri teşkilatını ve eğitimini alma şeklinde anlıyor; bunun yanında Müslümanlığı tebaası arasında güçlendirmeye çalışıyordu. Bu amaçla, Harbiye, Mülkiye ve Askeri Tıbbiye’nin programları geliştirilmiş, okullarda bilgili bir kuşak yetişmiştir. Her üç kuruluşun öğrencileri ders programları icabı 19.yüzyıl müsbet bilimlerinin Batı’nın esas güç kaynağını oluşturduğunu görüyorlardı. Böylece Batı’yı Batı’da geliştirilen müsbet bilimle bir tutan bir kuşak yetişti. Bu kuşak Batı’yı aynı zamanda güçlü olmaya prim veren bir uygarlık olarak görmeye başladı. Batıcılığın güçlükle bir sayılması eski dinsel değerlerin ancak milli gücü artırdıkları oranda önemli oldukları kanısını yerleştirdi.

-Toplumların eğitim, teknoloji, siyaset, hukuk, iktisati sanat veya dine ilişkin sorunlarını çözdükleri kendilerine özgü yola, o toplumun kültürü denir.

-İdeoloji var olan bir sosyal yapıyı devam ettirmeye veya yenisini yaratmaya yarayan bir fikir yapısıdır.

-Bir insan dünyayı “yönetenler” ve “yönetilenler” diye ikiye ayrılmış görüyorsa ve eğer onun dünyaya karşı tutumu bu gruplardan birine dahil olmasına dayanıyorsa, bu “yerel” bir tavırdır. Fakat bir insan kendisini “insanlığın” bir parçası olarak görüyorsa bu evrensel bir tavırdır. Hiçbir kültür, yöneliminde yalnız evrensel veya yerel değildir fakat evrenselliğin modernleşme ile birlikte gelme eğilimi vardır.

-Araba Sevdası, 1839’da Tanzimat Fermanının ilanından sonra Türkiye’de bazı yeni sınıfların takındığı yüzeysel batılılaşma tavrını yerer.

-Namık Kemal’in ve Yeni Osmanlıların merkezi grubunun liberal meşrutiye'yi ve temsili demokrasiyi destekledikleri söylenebilir.

-Halkın ahlaki çöküntüyü Batılılaşma ile bir tutması da bir rastlantı değildir. Osmanlı imparatorluğunda 19.yüzyılda ve 20.yüzyılın başlarındaki yeniliğe karşı hareketlerin hepsinde bu ideolojiyi görürüz. Bazen üst sınıflar bile bu görüşü paylaşmaktan kaçınamıyordu. Örneğin, Osmanlı imparatorluğunun ciddi bir tehlike ile karşı karşıya olduğu ortaya çıkınca, İttihat ve Terakki komitesinin kadınlara ilişkin bütün ilerici eğilimleri durdu. Enver Paşa, kızlarını Boğaz’da güneşlenirken gördüğü bir kumandanı, Çanakkale’de yerinden aldı ve 1917’de hükümetin teşkil ettiği bir komite kadın eteklerinin uygun boyu üzerinde ciddi bir tartışmaya girdi.

-Burada spekülatif olarak diyebiliriz ki, kadınlarla olan ilişkilerde duygululuk, geleneksel tavırların zayıflamasının ilk ürünlerinden biridir.

-Osmanlılar din ve devleti “tev’em” saymışlardır; fakat yapılan araştırmalar bu ikizden “devlet”in Osmanlılar arasında hiçbir İslami devlette kazanmadığı bir önem kazandığını göstermektedir. Daha çok Arap kültürünün hakim olduğu ülkelerde geçerli olan zaman zaman Osmanlıların “gerçek” İslami devleti ortadan kaldırdıkları, bir tür “Moğol” idaresi getirdikleri şeklindeki suçlamalar, Osmanlıların bu siyasal özelliğinden kaynaklanmaktadır.

-Kemalizm, Batı’da “aydın despotizmi” adı verilen siyasal görüşün siyasal teorisini oluşturuyordu. Kemalizm, aydın despotizminin kuram haline getirilmiş düşüncesiydi. Kemalistlere göre güçlü bir devleti aynı zamanda güçlü ve problemsiz bir orta sınıfa dayanan bir devletti. Devletin bu açıdan görevi tebaaya eğitim ve ticareti kolaylaştırmak, onları koruyarak birer “üretici” haline getirmek ve bu yolla elde edilen vergilerden yeni tipte bir orduyu, bürokrasiyi ve genel olarak devlet kurumlarını güçlendirmekti. Avrupa’ya düzenli bir şekilde giden ilk Osmanlı diplomatları (1795) devlet sistemlerini incelemeye başladıklarında, Kıta Avrupası'nda böyle bir sistemle karşılaşmışlardı.

-Şinasi, Batı düşüncesinin derinliklerini anlayabilmiş ve o düşüncenin “laik”liğini kavrayabilmiş ilk düşünür olarak karşımıza çıkar.

-“Türk”lerin en eski tarihlerden beri medeniyete katkıları olduğunun ilk defa altını çizen, Abdülaziz’in askeri okullar nazırı Süleyman Paşa idi. Süleyman Paşa’nın askeri okullarda okutulmak için hazırladığı tarih Türklerin Orta Asya tarihinden başlıyordu.

-Osmanlı geleneğini sürdüren model, tek idi. Siviller şikayet eder (şimdi gazete makaleleri vasıtasıyla) din adamları onların protestolarına haklılık sağlar ve camilerde Cuma vaazlarıyla hoşnutsuzluğu yayarlar ve askerlerde rejimi devirmek için gerekli gücü elde ederlerdi.

-Ulemanın yeni toplum kavramlarına uyum göstermelerindeki yetersizliklerinden dolayı, Türk hürriyet tarihi giderek artan bir ölçüde, laik entelektüellerin işlevi olmuştu.

-Sultanın isteği üzerine hükümdara itaati emreden 25 hadisin derlenmesi II.Mahmud’un siyaset teorisinin tek ama çok önemli bir katkısı olarak görünüyordu.

-Günlük dildeki zengin bir edebiyatın yararının güçlü milli bağları yaratması olduğu fikrinin ilk defa ortaya çıkışı Namık Kemal’in yazılarındadır.

-Türkiye, kelimenin mutad anlamıyla gelişmekte olan bir ülke değildir; o, birkaç asırdır bünyesinin özelliklerini sürdüren bir devlettir.

-Türkiye, yakın zamanlara kadar Marksist fikirlerin kök salamadıkları ve marksist partilerin köprübaşı oluşturamadıkları bir ülke olarak tanınıyordu. Türk Marksizminin teorisyenleri, muhtemelen tüm dünyadaki Marksist teoriye katkıda bulunanların en yetersizleriydiler. Bu kavrayış eksikliğinin, endüstriyel altyapı yokluğuyla hiçbir ilişiği yokmuş gibi görünüyor. Yüzyılın başlarında, ömürlerinin 15 yılından fazlasını Londra, Paris ve Cenevre’de Abdülhamid’e muhalefetle geçiren Jön Türklerin hiçbiri, ister yazılarında, ister bilinen mektuplaşmalarında olsun, bir kere bile Marx’a atıfta bulunmayışları, Türk siyasi düşünce tarihinin çarpıcı bir özelliğidir. Bununla birlikte, Marx’ın böylesi bir ihmali, Birinci Dünya Savaşı öncesinde Avrupa’da bulunmuş Japon ya da Çin entelektüellerinin bir karakteristiği değildi.

-Demokrat Parti’nin muhalefete yönelik tahammülsüzlüğü, seçkin kültürden farklı olmakla beraber, Türk kırsal nüfusunun daha müsamahalı olmadığını gösterir.

-Köylünün korunması gerektiği yolundaki Osmanlı devletinin tavrı, eylemde gözetilmekten çok yersizlik olarak görülmüş, ama Osmanlı’nın çöküş sürecindeki olaylar boyunca bir ideal olarak varlığını sürdürmüştür.

-İnönü’ye göre, Atatürk –Türklere münhasıran kalması şartı ile- Türkiye’de iktisadiyatı geliştirecek bir grubun palazlaşmasına taraftardı. İnönü ise kendini daha “devletçi” bir uçta görüyordu.

-Türkiye’de toplumsal hareketlilikle ilgili olarak akılda tutulması gereken; şehirlere göçle birlikte, kasabalardaki küçük iş, zanaat ve meslekler düzeyindeki yapının yeni kişilerce doldurulduğudur. Bu bakış açısı altında toptan sosyal değişme, şehirleşmeden kaynaklanandan çok daha büyük olmaktadır.

-Modern milliyetçilik anlayışını “ülke”ye dayandırma çabası Yeni Osmanlılarla başlamış olan bir çaba idi.

İletişim Yayınları, 2018 basım.

DİN VE İDEOLOJİ – ŞERİF MARDİN

-Vaziyet alış bir insanın –dünyanın diğer görüşlerinden ayırt ettiği bir dünya görüşü karşısında- davranışlarından çıkarılmış psikolojik süreç örgütlemesidir.

-Aydınlar katında meydana getirilen ideolojilerin “yönetilenler” katındaki ideolojilerle kesiştiği bir alan vardır: O da, ikisinin de esas itibariyle bir “anlama” fonksiyonu ifa etmesidir. Her ikisi de, çapraşık, anlaşılması zor bir dünyayı düzenleyen entelektüel kalıplardır.

-Marx’ın din için “halkın afyonu” tabirini ilk defa kullandığı “Hegel’in Hukuk Felsefesinin Kritiği” adındaki makalesi Feuerbach’ın fikirlerinin tesiri altında yazılmıştır.

-Kültür, toplum yapısı şekillerinin kaybolmamasını sağlayan araçların anlamlılık ve aynı zamanda iç anlamlılık ve tutarlılığının incelenmesidir.

-İslamiyet esas itibariyle mevcut olan bir şehirsel yapının üzerine kurulmuş bir yapıdır, fakat bu şehirsel yapı gelişmemiş olduğundan dinin birleştirici rolü burada her zamankinden kuvvetli olmuştur.

-İslam inancının bu yapısal-pekiştirici rolü dolayısıyladır ki İslam dininden –az da olsa- ayrılanlar İslam devletinin dışında kalırlar. Bunlar böylece bir anda hem zındık, hem toplumdışı ve hem de devlet dışı kişiler olurlar. İslam’ın kendinden ayrılma eğilimi gösteren küçük dinsel grupların ihaneti üzerinde bu kadar sert bir şekilde durmuş olması, her dinsel grubun potansiyel olarak yeni bir devlet kurma tehlikesini getirmesindendir.

-İslami toplumlarda, Batı toplumlarında çok daha önemli bir fonksiyon olan “değer”lerin yerine “normlar” geçmektedir. Kişisel planda tercihler daha azdır. İnsanlar, Riessman’ın ifadesiyle “dışa dönüş”tür. Ne yapmaları gerektiğini, kendi vicdanlarıyla yaptıkları bir muhasebeden çok toplum normlarında ararlar.

-“İslam’ın bir toplum yapısı olarak özelliklerini beğenmeyenlerin bir alternatif olarak sufiliği kullanmaları ilk defa bir milli duygu meselesi dolayısıyla ortaya çıkmıştır. İslam’ı Arapçılığın üstünlüğü kabul eden sonradan İslam’a geçme milletler, İslamiyet'in bu gediğini bir protesto olarak kullanmışlardır.” Gibb

-Orta Asya Türkleri İslamiyet'e geçtikleri sıralarda İslamiyet'in kendi göçebe yapılarına uymayan özelliklerini kolayca kabul etmediler. Bilhassa kadın-erkek ayrılığı, şarap yasağı gibi normlar kendilerince kolay benimsenmedi. Orta Asya’dan Şamanlıkla karışık gelen inançlara en yakını “sufilik”ti. İslamiyet'le geleneksel Türk yapısı arasındaki bu uyumsuzluk, Türkler şehirlere yerleştikten sonra kurumlaşmış bir şekil aldı. Bir taraftan şehirdeki seçkinler İslam’ı olduğu gibi kabul ederken, şehir medeniyetinin dışında kalan Türkmen aşiretleri ve bir dereceye kadar seçkinlerden olmayanlar, İslam’ın heterodoks sufi şeklini tercih ettiler.

-Celali isyanları adını verdiğimiz ve Osmanlı imparatorluğunun 17.yüzyılda altını üstüne getirmiş olan hareketler, Anadolu’da resmi ulemanın dışındaki bir zümrenin halk arasında prestij sağlamasının ikinci bir halkasını teşkil ediyor.

-Genel olarak Celali isyanlarının sonucu, halkı soyma faaliyetlerine katılan ümera ve kapıkullarından halkın nefret etmesi, diğer taraftan halkın kendi katında olan ulemaya karşı her zamankinden büyük bir yakınlık duymaya başlaması olmuştur.

-Fakat tarikatların uzun vadedeki tesirlerinin en önemlisinin Osmanlı imparatorluğunun batışıyla ortaya çıktığını söyleyebiliriz. Bu tesir Gibb’in işaret ettiği gibi, tevekküldür. Gizemciliğin insanları bu dünyanın ötesinde işaretler aramaya sevk eden eğilimi, Osmanlı imparatorluğunun gerilemesini ”ilahların gazabı”na bağlamayı mümkün kılmıştır.

-Tek parti devrinde, partinin eylemini açık olarak tartışmak isteyen kimselere “karıştırıcı” dendiği zaman, bunun çok samimi, toplumun bir bütün olduğu fikrine ve bölünmesinin “haram” olduğu düşüncesine giden bir yönü vardı.

-Türk ticaret siyaseti, ithalata %3 vergi koyarken, ihracata %12 vergi koyduğu için eleştirilmiştir. Gümrük vergileri, gelir kaynağı olarak kullanılmıyordu. Daha çok gelir ihtiyaç duyunca, hükümet borçlanmaya değil, vergi zammı ya da para değerini düşürme yoluna gidiyordu. Bu siyaset geleneği, patrimonyal bürokratların tüketim düzenlerinin güçlerinin sürüp gitmesi için şart olduğu inancına bağlılıklarının bir sonucu olarak yorumlanabilir. Osmanlı hükümdarlarının ithalata karşı hayati bir ilgileri olduğu halde, ihracata karşı böyle bir ilgileri yoktu.

-Bürokrasiyi dengeleyecek  iktidarın yokluğu, Osmanlı Devleti’ndeki etnik azınlıkların, koruma için Batı devletlerine başvurmaları sürecini açıklamaya yardımcı olmaktadır.

-1870’lerde “çalışan fakirler” kavramını meşrulaştırma işinin, zanaatların Avrupa’nın iktisadi yayılması yüzünden çok zor duruma düştüğü bir sırada; fakir bir zanaatkar ailesinden gelen bir gazeteci tarafından yapılmış olması tamamen bir rastlantı olamaz. Ahmet Mithat Efendi adını taşıyan bu adam, Türkiye’de Samuel Smiles’in düşüncelerinin yayıcısı olmuştur. Böylece geleneksel fakat bastırılmış hisbe düşüncesi yeni bir biçimde ortaya çıktı. Sonraki Türk radikalliğinin çok defa eski eşitlik kavramından geldiği görülebilir.

-Zaman zaman Türkiye’de bir kapital birikmesinin devlet çıkarlarını engelleyeceği düşünüldüğü zaman –Varlık Vergisi konusunda olduğu gibi- devlet pazar mekanizması yoluyla kendisine karşı çıkanları yok etmeye tereddüt etmemiştir.

-Halk kültürü ile seçkinler kültürü arasında bir uçurum olması, seçkinlerin dine önem veren kimseler olsalar bile, “Halk İslamı”nı kuraldışı saymalarıyla sonuçlanmıştır.

-Ziya Gökalp, Mehmed Akif ve Şemsettin Günaltay aynı temellerden hareket etmişlerdir. Reformları  Sünni İslam’ın ortodoks şekline yeni ve “medeni” bir şekil vermek üzerinde durmuştur. Bu tutumlar uzun vadede, bir halk dini olduğunu bilen ve onu ciddiye alan şıhlara, hocalara ve batıl itikat ticareti yapanlara yaramamıştır. Onlar “hurafe”yi ciddiye aldıkları için köylü ile alt tabakadan gelen adamla aynı dili konuşabiliyorlardı. Buna karşılık köyde 1950 yılına kadar Ziya Gökalp’in Türkçe ezan hakkındaki fikirlerinin paylaşılmadığını biliyoruz.

-Türkiye Cumhuriyetinde tüzel kişiliğin hukuk teorisine girmesi ve Batılı hukuk normlarının tatbiki, ilk defa olarak dine, devletten ayrı olarak teşkilatlanma şansı tanımıştır.

İletişim Yayınları, 2010 basım.


SİYASAL VE SOSYAL BİLİMLER – ŞERİF MARDİN

-20.yüzyılın başlarında cereyan eden bir tıp kongresinde Freud’un nazariyeleri ilk defa tebliğ edildikleri vakit, delegelerden biri, bu yepyeni görüşlerin kendisinde yarattıkları tepkiyi şu sözlerle ifade etmişti: “Bu gibi mevzuların açıklanacağı yer bir tıp kongresi değil, bir polis mahkemesidir.”

-Osmanlı devlet adamlarının uzun zaman yapamadıkları “fikri atlama” savaşa dayanan bir iktisadiyat konseptinden vazgeçip “verimlilik” esasına dayanan yeni bir iktisadi anlayışa geçmemiş olmalarıdır.

-Osmanlı iktisadi muhayyilesinin uzun zaman devam edegelmiş olan kısırlığı bizi ilgilendiren husustur. “Kısır” sıfatını kullanabilmemizin sebebi, Osmanlı devlet adamlarının yeni gelir kaynağı ararken verimsiz olan bazı çarelere başvurmuş olmalarındandır. Bu çareleri dört başlık altında toplayabiliriz:

1-Eski tımar sistemini en eski şekliyle yeniden canlandırmak

2-Vergileri artırmak

3-Sikkenin tağyiri

4-Müsadere sistemi

Osmanlı imparatorluğunda iktisadi düşüncenin modernleşmesi bu dört esastan uzaklaşıldığı derecede gerçekleşebilmiştir diyebiliriz.

-Müsadere önceleri, devlet malını zimmetine geçirenler hakkında uygulanan bir çareyken, sonra mali tedbir haline getirilerek umumiyetle memuriyetleri sırasında servet edinmiş olanların mallarını ellerinden almak için kullanılmış bir usuldü.

-Hususi mülkiyetin korunması mefhumunun Osmanlı devlet adamlarının fikirleri arasında yer etmesi memleketimizde iktisadi düşüncenin gelişmesi bakımından muhakkak ki bir dönüm noktasını teşkil eder.

-Yeni Osmanlılar, Osmanlı imparatorluğunun iktisadiyatı noktasındaki teşhis ve tekliflerini iki noktada topluyorlardı; Bir kere onlardan bir kuşak önce eser vermiş olan aydınların “lüzum-ı sa’y ü amel” çağrısını yetersiz addediyorlardı. Onlara göre imparatorluğun iktisadiyatının düzeltilmesi her yönden yürütülmesi gereken bir işti. İkincisi; onlara göre Osmanlı imparatorluğu sonu gelmeyen istikrazlarla (borçlanmalarla) kendini hiçbir zaman kalkındıramazdı. Yegane hâl çaresi yerli bir tüccar zümresi meydana getirmek, yerli bankalar tesis etmek, yerli sanayiyi sağlam esaslara oturtmaktı. Aydınların yapmaları gereken işse milleti bu yolda, yani milli enerjilerini toplama yolunda teşvik etmekti.

-Türk lisanında yapılan ilk Marksist analiz Gaspıralı İsmail Bey’in Kozan’da çıkardığı Tercüman’ın sütunlarında görülmüştü. Bu tahlilinde Gaspıralı, Ermeni meselesinin esas itibariyle bir iktisadi mesele olduğunu ileri sürüyor ve Ermeni cemaatiyle etrafında yaşayan Kürt aşiretleri arasında iktisadi gelişme bakımından bir dengesizlik olmasına bağlıyordu.

-Mizancı Murad Bey’in Türk iktisadi düşüncesine getirdiği bir yenilik ziraatin, sanayinin ve ticaretin paralel olarak geliştirilmesi zaruretine inanmasıydı.

-İttihatçıların, karaborsacı Kara Kemallerin yardımlarıyla tesis etmeye çalıştıkları milli iktisadi müesseseleri kurmakta kullandıkları usullerde rasyonellik payı çok küçük, Osmanlı unsuru apaçıktı. Varlık vergisi tecrübesi, bu faktörlerin, çok Batılılaştığımızı zannettiğimiz bir anda bile kendilerini gösterebileceklerini ispat etti.

-Eğitim insanları uysallaştırmaz, onları daha kabarık isteklerle yüklü kimseler olarak karşımıza çıkarır. İsyankar İttihatçılar, çöken bir eğitim sisteminin değil Sultan Abdülhamid'in temelden değiştirdiği bir eğitim sisteminin ürünleriydi.

-19. ve 20.yüzyılda kaydedilen gerçek bir gelişme varsa o da fakirliğin bir ahlaksızlık sonucu olduğu şeklinde değerlendirmeye bir son verilmiş olmasıdır.

İletişim Yayınları, 2019 basım, 14.baskı

12 Ağustos 2025

KARA DEFTER ATATÜRK'ÜN SİLAH ARKADAŞI İHSAN ERYAVUZ ANLATIYOR - KAMİL MAMAN

-Halbuki bunlar, Dersimlilier de öz be öz Türk idiler. Hem de Oğuz neslinden, nispeten kanının saflığını muhafaza etmiş halis Türk. Oradan hatıra defterime yazdıklarımı aynen aktarıyorum, "Zavallı Türklük. Dört tarafından manen maddeten hücuma uğramış; tarihi, dış güçlerin hilesi, ihaneti, tecavüzü ve taarruzu ile dahilin cehaleti, körlüğü, binbir fesadı ve ihtilafları ile dolu. İnsanları birlik fikrinde birleştirmek, kardeş hayatı yaşatmak isteyen din, bize milletimizi unutturmuş aynı zamanda birlik değil fakat ihtilaf içinde bırakmış. Şu zavallı Türk, beni "Sünni" diye sevmiyor; ihtimal ki, bizim içimizde de onlara "Şii'dir" diye tiksinti ile bakanlar var. Zavallı Türklük! (32-33)

-Bir gün Başkumandan Vekili Enver Paşa, beraberinde Ordu Kumandanı Vehib Paşa ve kurmayları olduğu halde kolordu karargahına gelmişler. Öğle yemeğini beraber (kolordu karargahında) yiyor idik. Vehib Paşa esasen, Erkan-ı Habr Mektebi'nde sınıf arkadaşı bulunan Kolordu Kumandanı Yusuf İzzet Paşa'yı Başkumandan Vekili'ne takdim etmişti. Yemekte de söz olsun diye Yusuf İzzet Paşa'nın Kafkasya Nârı müellifi olduğunu söyledi. Herhalde Enver Paşa Kolordu Kumandanının aşırı Çerkesçi olduğunu biliyormuş. Çehresini o anda hiddetlenmenin verdiği bir kırmızılık bürüdü. Gayet ciddi, vakur, aynı zamanda da hissolunacak derecede asabi lisan ile, "Burası Türk ilidir ve bu ordu bir Türk ordusudur, bu orduya mensup olan herkesin vazifesi evvela Türk olmaktır. Türklük'ten gayrı bir milli inanca sahip olanlar istediği yere gidebilirler" demişti. Vehib Paşa söylediğine söyleyeceğine pişman olmuş, aynı zamanda yemek masasını derin bir sükût kaplamış idi. (11.dipnot/Metnin orijinalinde derkenarda "Enver Paşa'nın Yusuf İzzet Paşa'ya Çerkeslik için ihtarı" şeklinde not düşülmüş) (35)

-Vaktiyle İran hükümdarlarından, "Nadir Şah" Osmanlı Devleti'ne, "Şiiliği bir mezhep olarak tanıyınız. Türk ve İslam arasındaki şu ihtilaf kalksın. Siz Osmanlılar batıda, biz İranlılar burada Türklüğün yücelmesine çalışalım" demiş. Ve fakat şu temiz ve milliyetperverane olan talep meşihat makamının bağnaz ve idraksiz zihniyetinde bir yer bulamamış idi. Münevverlerimiz Meşrutiyet devrinde olsun memleketi idare edenlerimiz bundan bir ilham almamalı, İslam ailesi dahil milyonlarca insanın kabul ettiği bir mezhebi sümme't-tedarik reddetmekle ancak İslam vahdetinin kırılacağı düşünülmemeli mi idi?  (49)

-Halk o kadar hükümetten soğumuş bulunuyor idi ki, velev haklı, hak ve adaletin gereğine uygun dahi olsa hükümet namına yapılan her icraat onu tiksindiriyordu. Bu ruh halinin karakterimiz üzerinde izlerini bugün dahi görmekteyiz. Bugün kanuna, nizama aykırı gelmiş bir mesulü himate etmeyi onun suçunun sabitliğine işaret edecek vesaikaları adalete bildirmekten çekinmeyi, alicenaplık ve mertlik belirtisinden addeden Türk eşkıyalara, başıbozuklara destanlar tertip eden Anadolu bu ruh hali ile ancak hükümete karşı güvensizliğini göstermiş, hükümetini kendisinden addetmemiş olmuyor muydu? (56-57)

-40.dipnot/Hazret-i Ali'nin bir sözü rivayet olunur, "Çocuklarınızı ancak kendilerinin içinde yaşayacaklaı zamana göre terbiye ediniz" dermiş. Baştan aşağı bir hikmet ve pedagojide değişmez bir kural olan bu söze bilgisizliğimizden pederim beni her şeyden ziyade izzet-i nefsime, benlik ve haysiyet-i şahsiye hislerime düşkün olarak yetiştirmişti. Zamanımın hayat ve ihtiyacatına uymayan bu yetiştirme tarzının ben çok elem ve ızdıraplarını, zarar ve ziyanlarını çektim ve halen çekiyorum. (66)

-Anavatanımız kısmen düşman ayağı altında inler, otuz-kırk milyon ırkdaşımız Çarlığın esaret ve boyunduruğunda mihnet ve ıztırap çeker iken vaktiyle Türk ordularının Viyana kapılarında Fransa içlerinde, İtalya arazisinde işi ne idi? Nesli, dili, dini, kültürü ayrı olan ecnebi milletlere jandarmalık yapmak, Türk olmayan toprakların müdafaa ve muhafazası için Türk çocuğunu, Türk ordularını saygısızca heder ve telef etmek bu ne büyük gaflet ne kadar kör bir siyaset imiş. Her milletin şuurlandığı ve milli heyecan ile coştuğu son asırda biz Osmanlı devlet ve Türklerinin bu milli hissisliğimizi, bu korkaklık ve yüreksizliğimizi tarih ve torunlarımız acaba nasıl muhakeme edecektir? (72-74)

-Doktor Rıza Nur'un Türk Tarihi namındaki eserinin birinci cildinde Mondros Mütakeresi bahsinde, "Mütarekeyi imza eden Rauf Bey, İngiliz Amirali (Kaltrop)'un (49.dipnot/ İngiliz Akdeniz Filosu Komutanı Amiral Calthorpe) baskısıyla hükümetten talimat gelmeden müttefiklerin verdikleri sözlü teminata inanarak imza etmişti. Bu konuda Anadolu Millî Mücadelesi zamanında Rauf Bey'den bizzat, "bizi aldattılar" sözünü birkaç defa işitmişimdir. "Bu mütareke imza edilmiş idi. İngilizlerle Fransızlar arasındaki rekabetten dolayı daha ucuz bir mütareke anlaşması belki de mümkündü" diyor. Darılmasınlar amma herhalde devletin hayatı ve kaderi mevzubahis olduğu bir anda düşmanlara aldanmak, böyle mühim meseleyi müzakereye memur bir siyasi için şerefli bir hadise olmasa gerek. Şimdi ne yapılacaktı? Son ana kadar "sonunda zafer" teranesiyle memleketi, halkı aldatan tek taraflı sul taraftarı göründüğü için Yakub Cemilleri kurşuna dizen vatanperver arkadaşlar: Talatlar, Enverler, Cemal Paşalar felaketle yüzyüze gelindiği bir zamanda herhangi adi politikavılar gibi vatanı da milleti de terk ederek sevgili hayatlarını kurtarmak kaygısıyla bavullarını alıp İstanbul'dan kaçmışlardı. (84)

-Doğrusunu söylemek lazım gelirse Türk tarihinde Vahideddin gibi bir padişah, Ferid ayarında uğursuz, kötü bir sadrazam görülemez. Ferid Paşa memlekete hizmeti dokunmul ne kadar milli kurum var ise yıkıyordu. Bu cümleden Donanma Cemiyeti'ni de "Bir İttihat ve Terakki ocağıdır" vehmiyle kaldırdı. (89)

-Mustafa Kemal Paşa öteden beri gerçi fazlaca işrete ve sefahete meyilli ve ahlaki kayıtlara riâyetkar olmamakla beraber hudutsuz bir ihtirasa da sahiptir, diye tenkit olunurdu. Fakat çok zeki idi. (95)

-Bir gün Yeşilköy'de bir mevlüd cemiyetinde Ferid Paşa Hükümeti'nin hararetli taraftarlarından meşhur Hoca Mustafa Sabri ve Refik Halid Bey ve efendilerle buluşmuştum. Mustafa Sabri Efendi, Anadolu'nun hassasiyetiyle pervasızca eğleniyor; Mustafa Kemal Paşa ve taraftarlarıyla ağır surette alay ediyordu. Onun fikrince bu bir "İttihat ve Terakki" oyunu idi. İşin başında bulunanlar "Memleketi müdafaa edecek ve kurtaracağız" bahanesiyle zaten elinde avucunda bir şeyleri kalmamış olan milleti son bir defa daha soyacaklar. Ondan sonra çoktan anlaştıkları Ruslara, Bolşevik diyarına katılacaklardı. Bu hainlik idi, alçaklık idi. Buna inanmak ise hayvanlıkrtan daha beter bir şuursuzluk idi. Dayanamadım karşılık verdim Gerçi bu karşılık benim için büyük bir tedbirsizlik sayılabilirdi. Çünkü esasen ben orada saklı gibi birşeydim. Muhatabımın ise beni hemen Kürt Mustafa Paşa'nın Divan-ı Harbi'ne göndermeye kudreti aşikardı. Ne çare? Zabtım mümkün olamamıştı. (99)

--Olayları, tabii seyri üzerinde sırasıyla takip edenlerce bilinmesi lazımdır ki memleketin kurtuluşuna yönelik bugün bu milli teşkilat ve harekât şu veya bu şefin bir eseri olmaktan ziyade düşmanlarımızın hileli bir mütareke ile memlekete uygulamak istedikleri taksim ve istila kararlarının milletin vücdanında uyandırdığı bütün kızgınlığın fiili bir görünümü idi. Bunu görmemezlikten gelerek şu veya bu ferdin bir eseri gibi göstermek yalnız bir gaflete düşmek ve tarihe karşı hakikati gizlemek değil, aynı zamanda Türk Milleti'nin kendi istiklal ve hakimiyetine karşı olan büyük hassasiyetine nanköt bir hürmetsizlikte bulunmak demektir. Zaten hangi bir toplumsal hadise, bir değişim bir ferdin eseridir? Tek bir kişinin kârıdır. Görünürde o hadise üzerine etkili gibi gözüken bir şef bile gerçekte o hadiseyi yapan milletin ruhunda, hissiyatında, iman ve inancında menkuz bir sebepler dizisinin yarattığı bir varlık değil midir? (141-142)

-Birinci İnönü mukavemeti, bu harpte Yunanlılara karşı ordunun ilk başarısı idi. Manevi gücü yükseltmek, netice ve zafer hakkında endişeli bulunanların ümit ve cesaretlerini takviye etmek için bu hadiseyi layık olduğu derecede şişirerek kamuoyuna büyük bir zafer şeklinde göstermek o an için pek lüzumlu ve asla ihmal edilmeyecek bir siyaset idi. Bu yapıldı. Batıda İsmet, güneyde Ref'et Beyler zamanın birer İskenderi gösterilerek edebi kıymetine paha biçilemeyecek derecede veciz, sanatlıi gözleri kamaştıracak, insana hakikati görmeye mani olacak mertebede elde edilmiş tebriknamelerle takdir edildiler. Ve bu şahane takdirnameler mecliste açık celsede okundu. Gazetelerle, risalelerle nutuklar millete neşrolundu. Ref'et Bey, reis ile beraber yürüdüğü müddetçe bu şerefli halde idi. İsmet Bey ise son zamana kadar Gazi'nin solu gerisinde, binaenaleyh hep bu şan ve şeref kitabesinin içinde kaldı. Hakikat şu idi: Yunanlılar kendilerine katılan Edhem ve kardeşlerinin ordu aleyhindeki abartılı açıklamalarına inanmış, bilhassa Edhem ve kuvvetlerini kendi saflarında görerek bu harekata hazır olmadıkları halde bedava bir zafer elde etmek hayali ile vakitsiz harekete geçmişlerdi. İhtimal Yunanlılar bir ordu ile karşılaşmayacaklarına da ikna edilmişlerdi. İnönü'de karşılarında düzenli bir kuvvet görünce Edhem ve kuvvetlerinin iki gün içinde perişan ve darmadağın olduğunu dikkate alarak Yunanlılar muharebeyi bırakıp geri çekildiler. Bunula birlikte 1337 senesi Ocak başlangıcı Türkiye'nin mukadderatı üzerinde mutlu ve hayırlı günler olmuştur. İnönü Muharebesi daha ziyade Kütahya Ovası'ndaki bastırma harekatı, Ankara'daki "Büyük Millet Meclisi Hükümeti"ni bir çete hükümeti olmaktan kurtarmış, küçük ve fakat düzenli, kanunlara uyan bir orduya sahip hukuki, kanuni, halkçı bir devlet vasfına sokmuştu. (166)

-Gene bir gün Reis Paşa kendisine muhalefet eden Mersin Mebusu Selahaddin Bey'e mecliste, "Sen İngiliz torpidosuyla Anadolu'ya geldin" demişti. Bu söz, çoğunluğu muhalefetin samimiyetinden şüpheye düşürmek, vuku bulan itirazları birtakım gizli emellere bağlı göstermek için yine kasten söyleniyordu. Selahaddin Bey cevaben "Benim ne suretle İngiliz torpidosuyla geldiğimi siz pekâlâ bilirsiniz. Ondan sonra bana devletin silahlı, mühim bir kuvvetini bırakan, Sivas Kolordusu'na kumandan tayin eden siz; nihayet mebus olarak seçilmeye işaret eden yine sizsiniz. O zaman ne için İngiliz torpidosuyla geldiğim dikkate alınmadı? Düşüncelerimizi serbest söylediğimiz, doğruluğuna inandığımız, fikirlerimizi müdafaa ettiğimiz için mi şimdi ima ile isnatlarda bulunmak isteniliyor? Günahtır, günah" demişti. Selahaddin Bey sözlerine şunu da ilave edebilirdi, "Siz de vaktiyle Vahideddin tarafından hususi bir itina ile ve kim bilir ne gibi ihsan ve vaatler ile Anadolu'ya gönderilmiş idiniz. Vicdanlarına muhalefet etmiş olmamak için bugün kimse size karşı böyle bir taktikte bulunmak istemiyor." (181-182)

-İtiraf mecburiyetindeyim ki Birinci Büyük Millet Meclisi’ni ondan evvelki bütün kanun yapan meclislerden ayıran genel özellikleri olarak azasının daha ziyade halkı temsil etmesinde, hususi olarak yüce kapısında temiz ve aynı zamanda kudretli karakterde bir muhalefet bulundurmasında idi. (193)

-Teceddütperverler, Batı Medeniyeti’nin bu bariz üstünlüğünü görüyor, onun sebeplerini ve gerçek yol göstericilerini biliyor; bu medeniyeti bir bütün halinde bütün esaslarıyla, ruhuyla, şekliyle almak istiyordu. Bana gelince ben bu teceddütperverlerin hem de ön safında bulunuyordum. “Batı Medeniyeti’ni kabul edersek milliyetimizi kaybederiz, dinimiz elden gider” bu söz manasız bir korku; bir safsata mahsulü idi. Batı Medeniyeti milliyetleri yok etse Batı’da bugün olgunlaşmış bir Almanlık, onun yanı başında bir Fransız, biri de İngiliz vd. milliyetleri yaşar mıydı? Bilakis “reel” olan bu idi ki, bir toplumda medeniyet derecesi arttıkça milliyet fikri yükseliyor ve kuvvetleniyordu. Dini ise bu mevzuya karıştırmak büsbütün manasızdı. İnsanları ruhen, seviyeten yükseltecek, ruha her türlü anlamın başlangıcı olan muhabbetullahı, vicdanlara ahlak, fazilet ve vazife-iştiyaklar telkin edecek, insanlara irade bağlayacak bir dinin siyasetle alakası ne olabilirdi? (240-241)

-Bir aralık söz, Tiflis’te Ermeniler tarafından şehit edildiği duyulan Cemal Paşa’nın vurulması meselesine geldi. Başkumandan Paşa çok müteessir bir vaziyet alarak Aralof yoldaşa, “Rusya Devleti’nin hüküm ve nüfuzu altındaki bir memlekette bu cinayet yapılsın ve katiller tutulamasın, bu çok dikkat çekicidir. Emin olunuz ki başta ben olduğum halde Türkiye’de bütün halk bu hadiseden cidden büyük bir ıztırap ve teessür duymaktayız. Bunu Moskova’ya böyle yazmalısınız” diyor. Aralof yoldaş da üzülerek, “Herhalde intikam peşinde koşan bir Ermeni olması lazım gelir. Katilin tutulup cezasını göreceğine” dair Paşa’ya söz vermeye çalışıyordu. (254)

-Mecliste bir kısım aza üzerinde öteden beri Mustafa Kemal Paşa’ya bir güvensizlik var idi. Her nedense Mustafa Kemal Paşa’nın hudutsuz bir ihtiras taşıdığı, mutlaka devlet reisi olmak, ondan sonra da keyif ve hevesine uyarak memlekette istediği gibi hükmetmek isteyeceği hakkında birçok mebuslar endişe besliyorlardı. Esasen sırf bu endişe sebebi ile Mustafa Kemal Paşa daha Milli Hareket’in başlangıcında Erzurum Kongresi’ne kabul edilmek istenilmemişti. (301)

-Erzurum ve Sivas kongrelerinden sonra da İstanbul gibi, Erzurum gibi mühim müdafaa-i hukuk merkezlerinin Heyet-i Temsiliye ile olan muharebeleri araştırılırsa, bu itimatsızlığın bariz vesikalarına tesadüf mümkündür. Fevzi ve İsmet Paşaların bile kalplerinin derinliklerinde, hakkında itimatsızlık ve endişe hisleri saklı duran Mustafa Kemal Paşa’ya mecliste bir kısmın bilhassa İkinci Grup’un emniyet göstermemeleri hiç de garip görülemezdi. Son zamanlarda Fikriye Hanım’ın intiharı, bir mektepli kızın gece mektepten aldırılarak Çankaya’ya getirilmesi söylentisi, mebus Ali Şükrü Bey’in boğdurulması vd meseleleri mecliste zaten bulanık olan havayı büsbütün karartmış; mevcut endişe ve itimatsızlığı daha ziyade artırmıştı. (303)

-Muhitteki son alakasızlıkta fırka ve siyaset “taktik”inin de etkinliği aşikardı. Erzurum Kongresi’ne zor ile ve yalnız Kazım Karabekir Paşa’nın ısrar ve işaretiyle kabul edilen Mustafa Kemal Paşa “Heyet-i Temsiliye Riyaseti” mevkii icabı mücadele esnasında her hadisenin başında gözükmüş, savaşa ait bütün başarıları, hatta tek başına milli kalkınma hadisesini bile kendi ilhamının eseri gibi göstererek şahsa mal etmek eğilimine düşmüş. Bazı yakınları da onun sürekli artan nüfuz ve büyüklüğünü fırka ve kendi menfaatlerine uygun bularak sürekli beslemiş ve büyütmüş, onun zekası deha derecelerine çıkarılmış, mevcudiyetine adeta insan üstü bir mahiyet verilmek istenilmiş. Her şeyi o yapmış olmuş. Kendisine dahi, Türklük milli peygamberi vd. daha bilmem neler denilmiş. Millet ile hakikat arasına, hakikatin gösterilmesine mani bir perde gerilmiş. (308)

-Ortada bir fırka vardı. Onun meclisteki grup teşekkülü icabı kuvve-i icraiyyeyi kontrolde dahi ihmalkar idi. O fırkanın bir harici teşkilatı, kulüpleri, ocakları görülüyordu. Oraya bağlananlar da devlet ve memleket işlerinde görüş, düşünüş ve görüş birliğinden uzak sebeplerle bu oluşuma girmiş bulunuyordu. Daha doğrusu bu fırka değil; adeta bir yeni “din” idi. Nasıl ki bir dinde Allah tarafından kendisine indirilen vahiy ile işleri yürütür bir peygamber başta; onun etrafında ashap bulunur, ümmet ve ümmet içinde fert yalnız kendilerine tebliğ olunan kuralları tartışmasız kabul ve o kuralların icaplarını yapmaya mecbur tutuluyor idiyse bunda da baştaki “dahi” denilen zatın düşünceleri emir ve iradeleri bazen bizzat, bazen de yakınları vasıtasıyla gruba, fertlere tebliğ kılınır ve o tebliğ hemen itirazsız icra olunuyordu. Yalnız bu dahi ilhamını vahiy suretiyle ilahi bir canipten alamıyordu. O bunu, muhitten almayı düşünmüştü. Ve zaten Mustafa Kemal Paşa peygamberlerin dahi ilhamlarını, içinde bulundukları hadiselerden ve muhitlerden aldıklarına inanmış idi. Mustafa Kemal Paşa, muhitine muhtelif karakterde görüş, düşünüş ve telakkileri ayrı ve biri diğerine karşı olmak üzere her çeşit zevatı toplamıştı. O yalnız muhitindekilerden bir özellik istiyordu: Kendisine bağlı kalmak ve bu bağlılıkla yalnız onun tasavvur ve düşüncelerine, teşebbüslerine destekçi ve alet olmak. (328)

Timaş Yayınları, 2014 basım, 1.baskı.

ŞEYH HACI FEVZİ EFENDİ – KADİR AŞCI

-Şeyh Hacı Fevzi Efendi; Terzibaba Hazretlerinden intisaben gelen Erzincan’ın son büyük Nakşi Şeyhi olup, 1861 yılında Erzincan’da doğmuştur. Babası Terzi Baba Hazretlerinin baş halifelerinden olan Erzincanlı Hocazade kabilesinden meşhur Şeyh Gazi Hacı Mustafa Fehmi Efendi, annesi ise Gülsüm Hanım’dır. Babası, Şeyh Hacı Mustafa Fehmi Efendi, Terzi Baba Hazretleri’nin damadı ve halifesi olan Abdussamed Efendi’den müsaade alarak ismini Ahmed Fevzi koymuştur. Diğer kardeşleri ise ağabeyi olan Şeyh Mehmed Sıdkı, biraderi İbrahim Halet ve kızkardeşleri Hatice Hanım’dır. (7)

-Şeyh Hacı Fevzi Efendi’nin lalası Aşçı İbrahim dede, 1828 senesinde İstanbul’da doğmuştur. Aslen Kastamonuludur. (8) Mevlevi tarikatına mürit iken Erzincan’da tanıdığı Hacı Mustafa Fehmi Efendi, İbrahim Dede Efendi’yi derinden etkilemiştir. Şeyh Fehmi Efendi’ye olan sevgi ve muhabbeti onu Mevlevi tarikatına mensup iken aynı zamanda Nakşibendî yapmış, Dede de kendisini Nakşi-Mevlevi olarak ifade etmiştir. Şeyhinin evlatları Ahmed Fevzi ve Mehmed Sıdkı Efendilere lalalık-eğitmenlik yapmıştır. Fevzi Efendi’yi Nakşi düsturunun yanında bir Mevlevi dervişi gibi de yetiştirmiştir. Dergah-ı Şerifin (Terzi Baba Dergahı) açılışında (1867) gösterdiği kusursuz organizasyon sebebiyle şeyhi Mustafa Fehmi Efendi’nin verdiği “Aşçıdedelik” ünvanını ölene kadar severek taşımıştır. 1906 senesinde Ruznamecilikten emekli olmuştur. Bir hac ziyareti sırasında vefat ettiği rivayet olunmaktadır. (8)

-Şeyh Hacı Fevzi Efendi’nin büyük şeyhi olan Vehbi Hayyat (Terzi Baba), Anadolu’da pek meşhur olup, kamil ve mükemmil evliyanın büyüklerindendir. Bazı kaynaklarda her ne kadar doğum yeri sehven Erzurum olarak geçse de 1779 senesinde Erzincan’ın Merkez’e bağlı Sarıgöl köyünde doğmuştur. (13-14) Erzincan’a gelen Mevlana Halid’in talebesi Abdullah Mekki Efendi’den halifelik almış ve Nakşibendî Tarikatı’nın Halidiyye kolunun Erzincan’daki ilk şeyhi olmuştur. 1847 senesinde kolera hastalığından vefat etmiş ve nihayetinde Erzincan’daki dergahı şeriflerinin yerine defnolunmuştur. (15)

-Şeyh Mustafa Fehmi Efendi; Hacı Ahmed Efendi’nin oğlu, Şeyh Fevzi Efendi’nin de babasıdır. 1813 de Erzincan’da doğmuştur. Hacı Ahmed Efendi 1815’te vefat edince Fehmi Efendi iki yaşında yetim kalmıştır. Vaskird (Işıkpınar)köyü camii imamındaki tahsilinin ardından, Tokat’a gitmiş ve Tokatlı Bozzade Hoca’dan ilim tahsil etmiştir. Terzi Baba’nın Halidiyye postnişinliğinin ardından ona intisab edip Nakşibendilik yolunda yükselmiş ve onun vefatından sonra dergah postnişini olmuştur. (20) Hacı Mustafa Fehmi Efendi, 1853 Kırım ve 1877-1878 Osmanlı-Rus (93 Harbi) Savaşlarına müritleriyle iştirak etmiş ve “Gazi” unvanıyla geri Erzincan’a dönmüştür. Mehmet Arif Bey, Başımıza Gelenler adlı eserinde Şeyh Fehmi Efendi’den onun eşsiz kahramanlık ve vatanseverliğinden bahsetmektedir. (Başımıza Gelenler, Tercüman Yayınları, 1973, Cilt:2, Sf:332-333-334-335)(23) Mustafa Fehmi Efendi Mekke-i Mükerremede vefat etmiştir. (1880) Kabri şerifleri Cennetül Mualla’da Hazreti Hatice’nin kademi şerifleri ucundadır. (26)

-Ahmet Fevzi ilk tahsilini babası Hacı Mustafa Fehmi Efendi’den yapmıştır. Ağabeyi Şeyh Mehmet Sıdkı ile beraber, Terzi Baba Dergâhında evvela Kur’an-ı Kerim okumakla başlayan tahsil hayatları, 9-10 yaşlarında Kuran’ın tümünü ezberleyip Hafızlık şehadetnamesi alarak başlamıştır. (1870-1871)(51)

-Şeyhzade Ahmed Fevzi ile ağabeyi Mehmed Sıdkı’nın Pazartesi ve Cuma geceleri dergah-ı şerifte Hatm-i Hacegan ile Mesnevi-i Şerif okudukları yukarıda zikrolunmuştur. (55) Ayrıca hemen her gün Yazıcıoğlu Mehmed Efendi’nin meşhur “Muhammediyye” kitabını defaatle okumuşlardır. Muhammediyye okumak bütün Anadolu’da olduğu gibi Erzincan’da da gelenekti. Akşamları evde okunurdu. (55-56)

-Ahmed Fevzi Efendi babası Mustafa Fehmi Efendi’nin en saygın müridlerinden olan Erzincan’daki Dördüncü Ordu Müşiri Lofça eşrafından Derviş Paşa’nın ağabeyi İbrahim Bey’in kızı Şefika Hanımefendi (Vefatı 1334) ile 1879 senesinde Erzincan’da evlenmiştir. Bu izdivaçlarından Arife ve Fehime adında iki kız ve kaynaklarda hiç bahsedilmeyen İbrahim Nahif adında bir erkek evlatları olmuştur. Çocuklarından Fehime (Fırat) 1970 senesinde Erzincan’da vefat etmiş, Terzi Baba mezarlığında medfun bulunan babası Hacı Fevzi Efendi ve annesi Şefika Hanım’ın kabrinin yanına defin olmuştur. Tek oğlu İbrahim Nahif ise pek genç yaşta bekar olarak vefat etmiş olup, kabri şerifi, Fevzi Efendi’den başlayan sokak üzerinde, Dede Paşa Hazretleri ve Şeyh Beşir Efendi’ye varmadan sol cenahta, Şeyh Abdurrahim Reyhan Hazretlerinin baş hizasındadır. Diğer kızı Arife Hanım ise 1950 senesinde İstanbul’da vefat etmiştir. Kabri Merkezefendi Kabristanında medfundur. (58)

-Hacı Mustafa Fehmi Efendi Hazretleri hastalanmış ve 23 Aralık 1880 günü vefat etmiştir. Babasının vefatı üzerine Fevzi Efendi, peder-i azizi  Hacı Fehmi Efendi’nin naaşını Cennetül Mualla kabristanındaki Hazreti Hatice’nin ayak ucunda bir yere defnettirmiştir. (61)

-Şeyh Hacı Fevzi Efendi’nin TBMM albümlerinde ve diğer birçok kaynakta padişah Sultan Abdülhamid tarafından 1887 yılında Şam’a sürgün edildiği ve 7 sneelik bir sürgünden sonra 1894’te Erzincan’a döndüğü kayıtlıdır. Oysaki Lalası Aşçı Dede Hatıratında hiçte böyle söylememektedir. Aşçı Dede, Hatırat’ında Fevzi Efendi’nin 1892’de İstanbul’da olduğunu (111.dipnot/Aşçı Dede’nin Hatıraları, cilt:2, sf.797-798-801-811-829-830-838-839) ve 22 Eylül 1893’te Şam’a hicret ettiğini, orada hakikat güneşi gibi zuhur ettiğini bildirmiştir. (112.dipnot/Aşçı Dede’nin Hatırları, cilt:2, sf.846) Hacı Fevzi Efendi’nin İstanbul’da olduğu da 4 Temmuz 1903 tarihli mektubuyla sabittir. (113.dipnot/Aşçı Dede’nin Hatıraları, cilt:3, sf.1286-1287) Kaldı ki Hacı Fevzi Efendi’nin TBMM’deki 155 nolu dosyasında Şam’a sürgün edildiğine dair herhangi bir kayıtta yoktur. Hacı Fevzi Efendi Şam’a gitmiş ve hatta 10 sene orada Derviş Paşa’nın Bika el-Aziz’deki çiftliğinde 1893-1903 seneleri arası kalmıştır. Şeyh Hacı Ahmed Fevzi Efendi’nin Yenikapı Mevlevihane’sine yaptığı ziyaretlerin yönetim tarafından hoş karşılanmamış olması bu atfolunan sürgününe sebep olarak belki gösterilebilir. Zira yönetim muhalifi olan Yenikapı Mevlevihane gibi yerlerin ziyaretleri Hacı Fevzi Efendi’nin Şam’a gitme sebebi olmuş olabilir. (85)

-138.dipnot/ Erzincan’ın en son Kadiri Şeyhi Saffet Gönül Efendi’dir.  Babası Erzurumlu Şeyh Muhammed Efendi olan Saffet Efendi’nin oğlu eski Milli Savunma Bakanı Vecdi Gönül’dür. Aile aslen Erzurumludur. (108)

-İşgal altındaki biçare Erzincan’da halkı örgütleyen, istiklalini kazanmasını telkin eyleyen Terzibaba Dergahı’nın Şeyhi Hacı Fevzi efendi, Rus generallerin bütün kin ve nefretlerini üzerine çekip, 1917’nin Kasım ayı sonunda bir gecede tutuklanıp Erzurum’a oradan da araba ile Tiflis hapishanesine götürülüp mahkum edilmiştir. Tiflis’teki esaretten dokuz ay sonra kurtulup kaçarak 1918 Ağustos sonunda vatanına, Erzincan’a dönmüştür. (153.dipnot/ Fahrettin Kırzıoğlu, Bütünüyle Erzurum Kongresi, 1993 basım, sf.223; Yunus Nadi Akın, Geçmişten Cumhuriyete Unutulmayan Erzincanlılar, 2005 basım, sf.78; Hüseyin Bulut, Milli Mücadelede Erzincan, 1997 basım, sf.120-147) (125-126)

-Erzurum Kongresi’nin bitiminden hemen sonra kongreye en evvelden gelmiş olan Şeyh Hacı Fevzi Efendi, Heyet-i Temsiliyye azaları Sivas’a giderken yolda onlara katılmak üzere daha önce Erzurum’dan ayrılmış ve Erzincan’a dönmüştür. (158)

-Erzincan mebusu Şeyh Hacı Fevzi Efendi siyasi görüş olarak bazı kaynakların dedikleri gibi CHP’nin evveliyatı durumunda olan Birinci Grup mebusu değil, bunun tam aksine Kastamonu mebusu Abdulkadir Kemali Bey’in başkanlığındaki “Bağımsız Grup”tandır. (176)

-Hacı Fevzi Efendi, Ankara’daki TBMM mebusluğunu üç sene layıkıyla yapmış ve 1923 ilkbaharında hastalanmış ve dostlarını yanına çağırarak “Çok yorgunum herhalde aranızdan ayrılacağım” buyurmuş ve dostları birçok doktor getirseler de, doktorlara ilgi ve alaka göstermemiştir. Büyük Millet Meclisi’nden izin alarak 1923 senesi ilkbaharında Erzincan’a dönüş yapmış, bir müddet hasta yattıktan sonra Rumi 1339 (Miladi 1923) güzü sene sonunda Rahmet-i Rahman’a kavuşmuştur. (195)

Kutup Yıldızı Yayınları, 2018 basım.

11 Ağustos 2025

HER YER EKRAN - JEAN BAUDRİLLARD

-Dur durak tanımayan bilimsel üretim ürkütücü bir sonuca yol açmaktadır, zira bilimsel özelliklere sahip olmayan sistemler bunalım ve eleştiriye yol açarken, bunalımın belli unsurlarından kurtulmayı beceremeyen mutlak bilimsellik anlayışı felakete yol açmaktadır. (15)

-Geçmişe özgü trajik olaylar da dâhil olmak üzere sahip olduğumuz gerçekliğin iletişim araçları tarafından üretildiğini unutmamak gerekiyor. Başka bir deyişle bu gerçekliğin doğruluğunu kanıtlamak ve tarihsel bir bağlama oturtmak konusunda çok geç kaldık. Zira yaşadığımız döneme, yüzyıl sonuna ait tipik bir özellik varsa o da olan biteni anlamamızı sağlayan araçları yitirmiş olmamızdır. Oysa tarihi tarihe benzediği sırada anlamak gerekiyordu. (32)

-Haber ve iletişim ilkesinin bizzat kendisi artık gönderen olma özelliğini yitirerek yalnızca bir dolanım düzenine ait bir değere benzemiştir. Bu bir görüntüden diğerine ve bir ekrandan diğerine aktarılan mesajın, anlamın oluşturduğu hiçbir karşılığı olmayan bir artı-değerdir. Bunun artık (bu sürecin öngörülmesini sağlayan) ticari mala özgü artı-değer ve değişim değeriyle bir ilişkisi yoktur, zira ticari mal ilke olarak her zaman bir kullanım değerine sahip olduğundan ekonomi dünyasının bir parçasıdır. Oysa burada sözcüğün gerçek anlamında bir değiş tokuş yerine yalnızca bir dolanım düzeni ve ağlar arası bir zincirleme tepkiden söz edilmektedir. (46)

-Yabancılaşmadan söz edenler var. Oysa yapılabilecek en kötü yabancılaşma biçimi ötekinin sizi bırakıp gitmesi değil, ötekinden yoksun bırakılmak yani, öteki çekip gittiğinde kendinize bir öteki yaratmak ve dolayısıyla kendinize bakarak kendinizden başka bir şeye gönderme yapamamaktır. Bugün kendi imgemize (bedenimiz, görünümümüz, kimliğimiz, arzularımızla ilgileniyorsak) mahkum edilmişsek bunun nedeni yabancılaşma değil, yabancılaşmanın sona ermesi ve ötekinin sanal anlamda ortadan kaybolmasıdır ki, bunun çok daha kötü bir talihsizlik biçimi olduğu söylenebilir. Aslında yabancılaşma demek kişinin kendini hedeflemesi, kendiyle ilgilenmesi, kendini arzulaması, kendine acı çektirmek istemesi ve kendisiyle iletişim kurmaya çalışması demektir. Kişinin Ötekiyle olan ilişkisine aniden bu şekilde son vermesi yeni bir şeffaflaşma döneminin başlamasına neden olmuştur. Bu aşamada estetik cerrahi evrensel bir nitelik kazanmıştır. Yüz ve vücut üzerinde gerçekleştirilen estetik müdahaleler çok daha radikal bir cerrahi işlem, yani ötekileştirme ve talih belirtisidir. (74-75)

-Özetle Sırpların savaştığı bölgelere sis bombaları atabiliriz, ancak onlara asla gerçek anlamda müdahale etmeyeceğiz, çünkü olayın özüne inersek onlar da bizim yaptığımızı yapıyorlar. Bunun yerine çatışmaya bir son vermek için gerekirse kurbanların belini kırarız. Kurbanlar kendilerini savunur gibi yaptıklarında bu durum bizi cellâtların yaptıklarından daha çok rahatsız ediyor. Çevik Kuvvetler bir süre sonra müdahale ettiklerinde Müslüman Boşnakları yok edip etkisiz hale getireceklerinden emin olabilirsiniz. Uluslar arası güç ancak geniş çaplı bir Müslüman saldırısı durumunda gerçekten etkili olacaktır. Bu savaşın bitmemesinin gerçek nedeni işte budur. (83)

-Üretip yere göğe sığdıramadığımız birey, tüm acizliğine karşın bizim hukuki açıdan insan haklarıyla donattığımız kendinden başka bir şeyle ilgilenmeyen o birey Nietzsche’ye göre insanların en sonuncusudur (yüzkarasıdır). Bu kendine ve yaşamına bir araç muamelesi yapan, arkasında genç bir kuşak bırakmak, üstün olmak gibi bir derdi olmayan son bireydir. Bu sonsuza dek sürecek kalıtsal bir kısırlık ve her şeyi denetlemeye mahkûm edilmiş bir insandır. Bu, yaşadığı devir ve türünün son örneği olup, çaresizlik içinde kendini bir hayalete dönüştürmek, fraktal bir görünüm kazandırmak, benzerleriyle bir araya gelmek, kendi kendini yaratmak ve kendi klonuna dönüşerek hayatta kalmaya debelenmekten başka bir seçeneğe sahip olmayan biridir. Öyleyse insanların en sonuncusu bir amaç uğruna kurban edilemez, çünkü adı üstünde o sonuncudur. Artık bir kullanım değerine indirgenmiş, gerçek zaman dilimi içinde hayatta kalma mücadelesine (hayatta kalıp günü gününe yaşamaya) mahkûm edilmiş hiçbir yaşam feda edilemez. İnsanların en sonuncusuna biçilen ya da daha doğrusu biçilmeyen yazgı böyle bir şeydir. Kafa tutma ya da rezil olma riskini göze alamayan uygar toplumlar örneği sonuncu insanın acizliği de böyle bir gidişata sahip. (87-88)

-Organik denilebilecek bir şekilde toplumla olan ilişkileri zayıflayan çocuk amaçsız bir yaşam sürdürmeye başlamaktadır. Oysa bu iş “doğal bir şekilde” olsa bile bu durum onu anormalleştirmektedir. Çocuk ouf of time(zaman dışı) bir varlığa dönüşmektedir. Güncel yeni şeylerin şu anda burada oluş bitiş temposu, hızlandırma, gerçek zamanın temposu üreme, gebelik, doğurma ve yetiştirme gibi genellikle çocukluğu ifade eden uzun zaman diliminin tam tersini ifade etmektedir. Bu durumda çocuk mantıken ortadan kaybolmaya mahkum edilmektedir. Oysa başka yöntemlerin bizi, çok az modern çiftin direnebildiği uzun süren ve birçok kuşağın sürdürdüğü ritüellerle birlikte ele alınması gereken şu çeşitli nevrozlara yol açıp, çatışmaların kaynağını oluşturan doğal olgunlaşma sürecinden kurtarması gerekir. Günümüzde tanık olunan genel hızlanma çocukluğu hızlandırılmış bir tükenme sürecine mahkum etmektedir. (126-127)

-Eskiden gerçeklik yetişkin tarafından belirlenirdi (oysa bugünün yetişkini gerçekliğin efendisi olma özelliğini yitirmiştir). Henüz gerçekliğin bir parçası olmayan çocuk bir zamanlar tüm akılsızlığıyla dünyaya özgü şiirsel yanılsamanın son savunma hatlarından birini oluşturuyordu. Tüm diğer yanılsama biçimleri gibi o da er ya da geç yok olmak ya da tamamlayıcı nitelikte bir şey olmakla yetinmek durumundadır. Başka bir deyişle çocuk bir talih göstergesi, kaza sonucu ölüme yol açabileceği gibi yakınları için bir neşe kaynağı olabilen ama aynı zamanda ne yazık ki döngüsel değiş tokuş sürecine dâhil edilemediğinden dengesiz, tuhaf, bir başka çağa ait bir ürüne, çoğu kez onunla nasıl baş edeceklerini bilmeyen anne ve baba arasında gidip gelen kullanışlı bir şeye dönüşmüştür. (128-129)

-Üremeye yol açmayan bir cinsellik, cinsellikten yoksun bir üreme biçimine yol açmakta ve bir seçme özgürlüğü olarak adlandırılan şey basitçe tüm kuşak oluşturma biçimleri üzerindeki egemenliği giderek artan sistemi ifade etmektedir. (145)

-Bir insan için en kötü şey çok bilgiye karşılık bu bilgiyi hazmedemeyecek bir zekâ düzeyine sahip olmaktır. Duygusal sorumluluk ve kapasite konusunda da aynı şey söylenebilir, başka bir deyişle iletişim araçlarının hiç durmadan bizi şiddet, mutsuzluk, felaket terimleriyle taciz etmesi kolektif bir dayanışma ruhunu güçlendirmekten çok, gerçek anlamda ne kadar zayıf varlıklar olduğumuzu göstermek, panik ve pişmanlık duyguları yaşamaya itmekten başka bir işe yaramamaktadır. (164)

-…gösterişli bir kavram olan gösteri toplumunu çoktan geride bıraktık. Bugün artık gerçekliği değiştirip dönüştüren şey gösteri adlı bulaşıcı hastalık değil, gösteriye bir son veren sanal adlı bulaşıcı hastalıktır. (182)

-İnsanları alete alıştırmak amacıyla bilgisayar daha kullanışlı ve karmaşık bir yazı makinesinden başka bir şey değil diyorlar. Oysa bu tamamen yanlış. Yazı makinesi yazandan bağımsız bir nesne. Yazdığım kağıdı elimle tutabiliyor ve ben de aynı ortamda dolaşabiliyorum. Yazım işiyle fiziksel bir ilişki içindeyim. Boş beyaz ya da üstüne yazılmış kağıdı bakışlarımla tarayabilirim oysa aynı şeyi ekran üzerinde deneyemem. Bilgisayar sözcüğün gerçek anlamında bir proteze benziyor. Bilgisayarla yalnızca karşılıklı etkileşime girmekle kalmıyor aynı zamanda dokunsal ve karşılıklı duygusal ilişki içine giriyorum. Böylelikle ekrana ait bir dışplazmaya dönüşüyorum. Bu sanal imge ve beyin arasındaki kuluçka dönemi hiç kuşkusuz bilgisayarları etkileyen ve bedeninize özgü hatalara benzeyen bozukluklara yol açıyor. (211)

-Ortalığı kaplayan pornografi arzu duyma düşüncesine nasıl bir son verdiyse, çağdaş sanat da illüzyon üretme arzusuna bir son vermiştir. Pornografi insanda arzu adına ne varsa alıp götürmektedir. (213)

Doğu Batı Yayınları, Kasım 2022 basım, 1.baskı. Çeviren: Oğuz Adanır

 

 

 

07 Ağustos 2025

MAHREMİYET DİJİTAL TOPLUMDA ÖZEL HAYAT- EİRİK LOKKE

-Özel hayatın önemini göstermek için en iyi yöntem, totaliter devletlere göz atmaktır. Totaliter devletlerin en önemli ayırt edici özelliği, rejimin, devlet ve toplumu bir alanda bütünleştirme isteğidir. Bu tür toplumlarda özel hayat alanı oldukça sınırlıdır, rejimin gözetimi o kadar bütünseldir ki, vatandaşların davranışlarına nüfuz etmiştir. (17)

-Özel hayat hakkının, ahlaklı davranan kişilere evrilmenin garantisi olmadığı ortadadır, ancak özel hayat hakkı, bireyin bütünlüğünün anlamlı bir şekilde korunmasının, ayrıca başkaları ile birbirimizi anlamlı bir biçimde etkilememizin de koşuludur. (21)

-İngiliz filozof Jeremy Bentham, 1700'lerin sonunda, panopotikon (eski Yunancada "bütünü gözlemlemek" anlamına gelir) düşüncesini, hapishaneler ya da başka kurumlar inşa etmek amacıyla ortaya attı. Bentham'ın fikrine göre, pasta dilimi şeklindeki demir parmaklıklı hücrelerden bir halde oluşturulacak, çemberin ortasında bir nöbet kulesi olacaktı. Tüm mahkumlar buradan gözlenebilecek, ancak kendileri gözlenip gözlenmediklerini bilmeyecekti. Bentham'a göre panoptikon "görünmez bir her şeye kadir olma" duygusu yaratacaktı. Panoptikon kavramına, nesnelerin internetinin gelişiminden daha iyi bir örnek verilemez. Vatandaşlara verilen hizmetin gelişiminde kullanılabildiği için bu yeni teknolojinin faydası çoktur ancak mesele, mahremiyeti nasıl koruyacağımızdır. (31-32)

-Sürekli dijitalleşen bir dünyada mahremiyetle ilgili en büyük sorun, insanların bu konuda çok az endişelenmeleridir. Pek çok kişi gelişmeden hiç rahatsızlık duymamaktadır. Tam tersine, normal vatandaş izlenmeyi ve devletin yetkilerinin genişletilmesini, en azından pratikte, neredeyse büyük ölçüde kabul etmektedir. (53)

-Büyük Veri analizlerinin toplumu ilgilendiren yanı, kararların büyük ölçüde verilere dayanılarak alınmasıdır. Büyük Veri, karar sürecini en verimli hale getiren ve masrafları, riskleri ve zayıflıkları azaltma olanağı sağlayan koşulları oluşturur. (60) Büyük Veri analizinin başarısı, ne kadar çok verinin saklandığında değil, bilgi yakalama, davranış ve kalıplarını tahmin edebilme kapasitesinde yatar. (61)

-Yeni dijital ekonomi, pek çok yerde izleme ekonomisi olarak anılır. İzleme ekonomisi kavramına spekülatif olduğu için karşı çıkılabilir ancak verilerinizi ticari olarak kullanmak isteyen şirketler ile sizin özel hayatınızı koruma arzunuz arasında gizli bir çatışma olduğu açıktır. (69)

-Bu şirketler dünyanın en değerlileri arasında yer almasına rağmen, pek çok şirket Google ve Facebook'tan oldukça fazla kazanmaktadır. Google ve Facebook'un, ana hizmetlerinin bedava olmasına rağmen pazar değerlerinin bu kadar yüksek olmasının nedeni, kullanıcı sayısı ve firmaların büyük miktarda veriye erişimidir. Şirketler verileri ve kullanıcıları gelire dönüştüren pek çok iş modeli yarattıklarında, hayal bile edilemeyecek kadar gelir olanakları ve mahremiyet sorunları ortaya çıkar. Mahremiyet sorunları, bir anlamda, şirketlerin bedava hizmetlerinden kaynaklanmaktadır. Ürün siz olduğunuzdan, hizmetler ücretsizdir. Sizin kişisel verileriniz, ücretsiz hizmetlerin karşılığını ödemenin bir yolu olarak anlaşılır. Ne yaptığınız, nerede olduğunuz, internetteyken neyin üzerine tıkladığınız ve ne satın aldığınız değer kazanır. Sizin verileriniz ve kendiniz, sizi ticari anlamda ilginç kılacak bir biçimde tümleştirilir. (71)

-Toplumun ticari firmalar karşısındaki bir avantajı, firmaların müşterilerin insafına kalmış olmasıdır. (77)

-Eskiden izleme, olası tehditleri izleyebilmeleri için otoritelere hangi yetkilerin verilebileceğiyle sınırlıyken, günümüzde mahremiyet kavramı ticari şirketlerin kişisel verileri işleyebilmesi için onlara hangi olanakların tanınacağı sorusuyla ilgilidir. Özel hayat bu yüzden iki yandan aynı anda baskı görür ve bu baskı süreklidir. Sorun pek küçüleceğe de benzemiyor. (131)

Koç Üniversitesi Yayınları, 2020 Basım, 2.baskı. Çeviren: Dilek Başak

OMURGASIZLAŞTIRILMIŞ TÜRKLÜK – TEOMAN DURALI

-Çin kaynaklarında Türkçe adındaki bir dilin bahsi ilk defa MÖ 1766’da geçer. Bu Şia (Xia) hanedanı devrinde rast gelinmiş Çince Tujue, Orta...