29 Ağustos 2025

SORUN ÇAĞININ ANATOMİSİ ÇAĞIMIZIN FELSEFE TEŞRİHİ –TEOMAN DURALI

 -Yazının değişmesiyle birlikte medeniyetin en üst seviyesi demek olan felsefe sistemini kurma imkanını kaçırdık. 1890’larda o noktaya yaklaşmışken bu imkan görünür bir gelecek için yitirilmiştir. (17)

-Kendi dilimizin önceki günü değil, dünü; bugünkü neslin meçhulüdür. (19)

-Aslında ilişki terstir. Marx’ın dediğinin tersi söz konusudur. Önce, onun üstyapı dediği değerlerin yaratılması gerekir ki, altyapı hazırlanabilsin. Çünkü maddi değerlerin üretilmesi tasarlama işidir. Tasarı düşüncededir. Düşünmüyorsam üretemem, ham maddeyi mamul maddeye dönüştüremem. Akan suyun alnında “benden elektrik üretilir” diye yazmaz. (21)

-Bana göre günümüzde İslam filosofundan bahsetmek mümkün olmadığından, çağımızın sorunlarına kendini Müslüman kabul eden filozof yahut felsefecilerin ortaya koyacakları çözümlerin dışında medeniyet olarak İslamdan çözüm beklemek beyhudedir. (38)

-Bildirdiklerimizi dünyevi düzlemde gerçekleştirmeye kalkışmış, bahsi geçen ideolojiye karşı çıkmış felsefe-bilim sistemini o doğrultuda kurmağa çaba harcamış filosof-bilim adamı Kral Marx’tır. Ancak onun, sermayeciliğe yönelttiği eleştiriler dindışı dünyevi (profan) düzlemdedir. Halbuki sermayecilik, haddizatında dünyeviliğe esaslanmıştır. O halde eleştiren ile eleştirilen ortak bir paradigmayı yani maddecilik-mekanikcilik-positivcilik dünya görüşünü paylaşmaktadırlar. Ortak dünya görüşü zeminine basan iki ideolojinin (sermayecilik ile toplumculuk) birbirlerine köklü seçenek oluşturamaz. Milli toplumculuk (Nasyonal sosyalizm) benzer durumdadır. Nitekim salt ideolojik savaşın tarihteki ilk eşsiz örneğini oluşturan İkinci Dünya savaşında karşı cephelere mevzilenmiş düşmanların “dibin kara seninki benden kara” atasözünden başka birbirlerine söyleyecek fazla birşeyleri olmamıştır. Bütün sınırları, insaf ölçülerini berhava edeb sermayeciliğe karşı Nazismin teklifi, seçeneği saçma sapan bir ayrımcılık, insanın insana kulluğu ile kibir olmuştur. Toplumculuğun tersine, sermayecilikten doğmamış olan milli toplumculuk,nemasını sermayeciliği beslemiş olan Toplumsal Darvincilikten almıştır. (55-56)

-Hayatın derin manası mücadele iradesi ile kabiliyetinde yatar. Aşk, dayanışma, fedakarlık hep mücadeleyle el ele, kol kola yürüyen insanı tavır ile tutumlardır. (60)

-Bugünkü çocuğun yöresi yok. Koordinatsız. O çocuk yirmi beş-otuz katlı binanın bir dairesinde büyüyor. Bir şey görmüyor. Doğa yoksa din de bir şey ifade etmez. Allah’ı çocuğa neyle anlatacaksınız. Onu anlatmak için çocuğun ekilmiş tohumdan çıkan fidanı, yeni doğmuş tayı, kuzuyu görmesi lazım. Acıma duygusu böyle oluşmaktadır.(67)

-Bugünün insanı için artık zorlukların üstesinden gelmeğe dönük hazırlıktan bahsetmek yanlıştır. İnsanın doğayla bağlantısı ile dinle ilişkisi aynı şeydir. Din ile doğa, birbirleriyle iç içedirler. Zaten din doğadan koparıldığında dini yobazlık başgösterir. Dinsiz ele alındığında da doğa mekanikleşir. Doğasız din, kulaktan dolmadır. Neyi niçin yaptığınızı nereye yöneldiğinizi bilemezsiniz. Doğada sorun yaşadığınızda zorluğa güçle cevap veriyorsunuz. O gücü veren dindir. Doğayı mahvettiğinizde dine gerek kalmıyor. Dini ortadan kaldırdığınızda da, doğayla mücadele gücünü kaybediyorsunuz. (77-78)

-Bugünün en önemli önceliği ailenin yeniden itibar kazanmasıdır. (81)

-Bunalmanın asıl sebebi emeksizliktir. Kişinin üretmemesi yahut ürettiğine uzak kalmasıdır. Ürettiğinde kendini bulur insan. Onunla kimliğini inşa eder. Üretmeyen yahut ürününe ırak kalan, özüne yabancılaşır. Halis emekcilik, toprağı işleme sanatı rençberlik ile zanaatkarlık; ayrıca fikir işçiliğidir. Dini metinlere bir fasıl göz attığınızda göreceğiniz ana motiv, rençberlik ile zanaatkarlığa dairdir. (95-96)

-Devlet ülküsünde birleşmiş toplum demek olan milletin kimliği en seçik haliyle ona ait topyekün birikim üstüne girişilmiş sistematik çalışmalar anlamında tarih felsefesinin kurulmasıyla çıkarılabilir. Şu durumda tarih felsefesi, belli bir toplumun, milletini kültür yahut medeniyetin kimlik çetelesidir. (141)

-Dialektik düşünme tarzı ile hüneri/tekniği, alemdeki bütün değerlerin, evrendeki olaylar ile süreçlerin, dünyadaki görünürlerin açıklanıp bilinmesinde anahtar mesabesindedir. (149)

Şule Yayınları, Ağustos 2009 basım, Hazırlayan: Mehmet Sabri Genç

24 Ağustos 2025

ARI KOVANINA ÇOMAK SOKMAK AHMET YAŞAR OCAK KİTABI – HAŞİM ŞAHİN

-Çapanoğulları, Bozok bölgesinde voyvodalık yani devlet adına vergi toplayıcılığı yaptıkları yıllarda zenginleşip gelişerek çok geniş ve güçülü bir ayan ailesi durumuna gelmiş. İçlerinden hattat, şair ve bürokrat yetişmiş. Mesela, Tanzimat döneminin meşhur şairlerinden Akif Paşa ve gazeteci Agah Efendi bu aileye mensuptur. Elbette başkaları da var. Mesela aynı aileden Kastamonu Müdde-i Umumi Muavini Yusuf Ziya Bey Temaşay-i Celal-i Hüda ve Temaşay-i Alem adında iki kitap yazmıştır. Bu kitaplarda eski Yozgat’ı, çevresini, kendi soyunun tarihini anlatıyor, bu sülaleden ve şehirden yetişen şair, edip ve hattalardan, Yozgat ve çevresindeki ulema ve sufilerden, tekkelerden bahsediyor. Yozgat hakkınd abaşka yerlerde bulunmayan çok değerli bilgiler veriyor. (31)

-Babamın anlattığına göre, dayısıyla işte yine böyle bir Yozgat dönüşünde, Yerköy yolunda Çapanoğlu İsyanı’nı bastırmak için Yozgat’a gelmekte olan Çerkez Ethem ve müfrezesine rastlamışlar. Çerkez Ethem ve kardeşi de faytonla, müfrezenin başında Yozgat’a gidiyorlarmış. Sarayköy denilen yerde karşılaşmışlar. Babam, o zaman on dört yaşlarındaymış. Haberi duydukları için faytondakinin Çerkez Ethem olduğunu tahmin etmişler. Çerkez Ethem babamın dayısına, “Kongreci misiniz, şeriatçı mısınız?” diye sormuş. O zaman Milli Mücadele’yi destekleyenlere bildiğiniz gibi “kongreci”, İstanbul hükümetinni destekleyenlere de “şeriatçı” deniyordu. Dayısı birden sorulan bu soruya çok şaşırmış. Bereket bu arada, Çerkez Ethem’in yanında oturan kalpaklı zat (ağabeyi Tevfik Bey), “Şeriatçı mısınız?” dendiğinde, “Hayır deyin” anlamında kaş atmış. Onun üzerine, dayı durumu anlamış ve “Kongreciyiz” demiş. Babam dayısının çok korktuğunu ama böylece paçayı kurtardıklarını söylerdi. (40-41)

-Şeyhzade Ahmet Efendi, bu üç sufi geleneği şahsında toplayan birisiydi gerçekten. Aile tasavvufi hayata ilk olarak büyük dedesinin mensup bulunduğu Halveti tarikatı içerisinde başlamış. Adını aldığı büyük dedesi Ahmet Şevki Efendi, yanılmıyorsam Sultan V.Murad’ın annesi Şevkefza Hanım Sultan’ın şeyhlerinden. Kastamonu’daki Şeyh Şaban-ı Veli geleneğine mensup bir Halveti şeyhi. Daha sonra, Yozgat’a yerleşiyorlar. Bu aile haddi zatında Kafkas göçmeni. 93 Harbi’nde Türkiye’ye gelip İstanbul’a yerleşiyorlar. Oradan Şevkefza Hanım Sultan, büyük Şeyh Ahmet Şevki Efendi’ye bir vakıf tesis etmek üzere yüklüce miktarda para veriyor. O da Yozgat’a geldiğinde, şu anda bitişikte kendi türbesinin de bulunduğu camiyi ve çeşmeyi inşa ettiriyor. Her ikisinin de kitabesi vardır. Orada anlatılır bu hadise. Torun Ahmet Şevki Efendi, Gedikhasanlı köyünde ikamet eden Şakir Efendi isimli büyük bir Nakşi şeyhine intisap ediyor. Nakşi geleneği aileye bu şekilde bağlanıyor. Bilahare Şeyhzade Ahmet Şevki Efendi’nin İstanbul’da büyük bir Nakşi-Kadiri şeyhi olan Mustafa Hulusi Efendi’yle de bağlantısı olmu. O vesileyle de Kadiri geleneği aile içerisine dahil oluyor. (48-49)

-Yozgat’ta okuma-yazma nispeti de oldukça yüksekti benim çocukluğumda. Yozgat Lisesi, CHP’li meşhur siyasetçi Avni Doğan, meşhur hukukçu Hıfzı Veldet Velidedeoğlu, ünrlü romancı Abbas Sayar gibi çok önemli şahsiyetleri mezun etmiştir. (50)

-Benim bu okuldaki yedi yıllık tahsilim süresince bizzat Yozgat’ın ileri gelenlerinden yalnızca İmam-Hatip Okulu Yaptırma ve Yaşatma Derneği Başkanı, zengin bir manifaturacı ve babamın çok yakın dostu olan Hacı Rifat Bacanlı, Şeyhzade Ahmet Şevki Ergin ve bir de babam çocuklarını buraya göndermişlerdir. Topu topu şehrin varlıklı ailelerinden işte sadece üç öğrenci idik. İki din görevlisinin çocukları vardı ki, bunlardan biri daha önce adını zikrettiğim, Marmara İlahiyat’tan emekli hadis profesörü Mehmet Yaşar Kandemir, diğeri Kayseri İlahiyat’tan emekli Prof.Muhittin Bahçeci idi. 1960’da yedi sınıfta toplam 107 öğrenci olduğunu çok iyi hatırlıyorum. Bu saydıklarımdan beşini çıkarırsanız, geri kalanların tamamı civar köylerden gelen fakir veya az çok varlıklı aile çocukları idi. (74-75)

-Taha Akyol’u ve beni babalarımız her yaz tatilinde Kur’an kursuna gönderiyordu. Babası Taha’nın Kur’an ve dini bilgiler öğrenmesini çok istiyordu. Ben de İmam-Hatip okulunda aldığım dersleri takviye etmek için gidiyordum. Kur’an kursundaki öğretmenlerimizden birisi, aynı zamanda İmam-Hatip okulunda da hem Kur’an-ı Kerim hem din dersleri öğretmenimiz olan, Yozgat Cami-i Kebir-i (Çapanoğlu Camii) baş imam ve hatibi Hafız Fazlı Lekesiz’di. Kendisi sonradan kayınpederim oldu. Çok muhterem bir zattır. Kurradır, fevkalade güzel bir sesi ve tavrı vardır, musikiden anlar. Klasik Osmanlı Kur’an tilavet geleneğini yıllarca sürdürmüştür ve ne yazık ki Türkiye’de, hacca gidip gelen imamlarımızın bilinçsiz bir şekilde taklit ettikleri Arap okuyuşuna alanı terk eden Osmanlı kıraat geleneğinin son temsilcilerindedir. Kendisi zaten tahsiline 1946’dan itibaren İstanbul’da Nuruosmaniye Camii’nde başlamış ve orada tamamlamış. İstanbul’un ünlü kurrasından Hafız Fahri Kiğılı ve Hafız Hasan Akkuş Bey’in talebesidir ve onlardan icazet almıştır. (87)

-Hadis dersine ise bu bilimle tek alakası, İstanbul Üniversitesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü’nde “İslami Türk Edebiyatında Kırk Hadis” isimli doçentlik tezinden ibaret bulunan, Prof.Dr.Abdulkadir Karahan girmekteydi. İlginçtir ki doğru dürüst Arapçası bile yoktu, ibare okuyamazdı. Biz onun bu durumunu bildiğimiz için bazen dersinden önce tahtaya biraz çetrefil bir hadis yazar, o içeri girince: “Hocam şu hadisi okuyamadık, lütfen okur musunuz?” derdik. Karahan bakar bakar, çıkaramaz, ya yalan yanlış okur, ya da bize kızar, bağırıp çağırırdı. O dah asonra 4.sınıfta İslami Türk Edebiyatı dersine geldi. (112)

-Zekai Konrapa ismindeki hocamız ise İslam Tarihi dersimize gelirdi. Vaktiyle Şam İdadisi’nde hocalık yapmış, büyük tecrübeleri olan çok hoş, sempatik bir insandı. Zaten derste İslam tarihinden ziyade idadideki hatıralarını anlatırdı. Zevkle dinlerdik. Keşke onları zapt etseydik! (113)

-Ahmet Muhtar Büyükçınar Hoca ile tanışıklığım, hanımının Yozgatlı oluşundan ileri geliyordu. Kayınpederi babamın müşterisi ve ahbabıydı. Kayınbiraderi Yozgatlı Ömer Biçer de el-Ezher mezunudur. Demek ki orada tanışıp yakınlaşmışlar. O da o dönemde İstanbul müftü yardımcısıydı. Hoca fisebilillah ders veriyordu. Bir ara Turan sevgili ve İsmail Erünsal da benimle birlikte geldiler. Sonra onlar bıraktılar, ben devam ettim. Bzı geceler akşam yemeğinden sonra tek başıma Fındıklı’daki Yüksek İslam Enstitüsü’nden iki otobüs değiştirerek ta Fatih Çarşamba’da Ahmet Büyükçınar Hoca’nın evine derse giderdim. Bazı kış günlerinde yağmur ve kar altında gece saat 01.30, 02.00’de Enstitü’ye yürüyerek döndüğüm olurdu. Çünkü o saatlerde otobüs bulunmazdı. Böylece Yüksek İslam’da okuduğum dört yıl boyunca ondan zaman zaman Arapça, Fıkıh, Tefsir dersleri aldım. Bir de hadis dersleri aldığımız bir Emin Hoca vardı. Şimdi Marmara İlahiyat’tan emekli Prof.Mustafa Bilge’nin evinde akşamları ondan Hadis okurduk. (117-118)

-Fakültede Fuad köprülü’yü okuyunca yeni bir dünya keşfetmiş gibi oldum. Kendi kendime “Aradığım bu” dedim. Çok beğendim onun tarzını. Bana göre haklı veya haksız, bugün ona tevcih edşken bütün eleştirilere, kendisinin etrafındaki, yakınlarındaki insanlarla ilişkilerindeki bütün bencilliğine ve tutarsızlıklara, pek de dürüst olmayan davranışlarına rağmen, Türk tarihçiliğinde Fuad Köprülü’nün yeri, doldurulabilecek bir yer değildir. Ama temennim doldurulması, hatta ileri geçilmesidir. Bilim şüphesiz ki böyle ilerliyor. (148-149)

-Şimdilerde Marmara Üniversitesi Eğitim Fakültesi Tarih Bölümü’nde profesör olan Özcan Mert o dönemde Hacettepe Tarih Bölümü’nde göreve başlayan ilk asistandı. Daha sonra Fransa’da Aix-en Provence Üniversitesi’nde meşhur tairhçi Robert Mantran’ın yanında doktorasını yapan, kısa süre önce Süleyman Demirel Üniversitesi Fen Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümü’nden emekli olan Bayram Kodaman ilk “öğretim görevlisi” olarak bölüme intisap etmiş. Ondan bir yıl sonra ben girdim. Benden sonra 1973’te de rahmetli Prof.Zeki Velidi Togan’ın eski damadı, Harvard Üniversitesi’nde doktorasını bitirmiş olan Özkan İzgi (merhum) arkasından o sıralar Erzurum Atatürk Üniversitesi Tarih Bölümü’nden Doç.Dr.Abdurrahman Çayı bölümümüze katıldı. Onun gelişinden kısa bir süre sonra ise değerli arkadaşım, doktorasını Almanya’da yapmış olan Rifat Önsoy (merhum) geldi. (174)

-Bilimsel yönünü söylemeye gerek yok, çünkü dünyaca ünlü bir bilim insanıydı. Bu onu tanıyan herkesin çok iyi bildiği bir şeydir zaten. Sarbonne Üniversitesi’nde öğrenciyken Adnan Adıvar’ın Türkçe kurslarında matematikçi Salih Zeki’nin oğlu Faruk Sayar’la tanışıp evlenmiş, bu vasıtayla Halide edib Hanım’ın da üvey gelini olmuş. Evlendikten sonra bir süre Türkiye’de kalmış olduğu için de bilinen biriydi. 1969’da Türkoloji alanının Batı’daki ilk ve müstakil dergisi olan meşhur Turcica dergisini yayın hayatına soktuğu gibi, CIEPO (Osmanlı Öncesi ve Osmanlı Araştırmaları Milletlerarası Merkezi)’nun da kurucu üyesiydi ve yıllarca da başkanlığını yaptı. (198)

-Claude Cahen’e bir gün Osman Turan’ı sordum. Bana aynen şunları söyledi, “Ben Marksistim, Osman Turan milliyetçidir. Ben onun ideolojisini hiçbir zaman tasvip etmiyorum, fakat bilim adamlığı konusunda Osman Turan’ın önünde saygıyla eğilirim.” Böyle demişti, Osman Turan’ın büyük bir bilim adamı olduğunu söylemişti. (201)

-Ben Hacı Bektaş kültünün bugün çok iyi bilmediğimiz ve tam olarak tanımlayamadığımız bir süreç sonucunda Kalenderiliğin içinde hakim konuma gelmesi ile Bektaşiliğin oluştuğunu, bu sürece paralel olarak Kalenderi tekkelerinin muhtemelen 16. ve 17.yüzyılda Bektaşi tekkelerine inkılap ettiğini düşünüyorum. Bu yüzyılda Balkanlar’ı dolaşan Evliya Çelebi’nin o kadar medh ü sena ettiği, dervişlerinin salavat-ı hamseye (beş vakit namaz) müdavim, ehl-i salat dervişler olduğunu(!) özellikle vurguladığı tekkeler, dikkat ederseniz çoğunlukla eski Kalenderi tekkeleridir. (211)

-Prof.Melikoff’un araştırmaları, Alevilik ve Bektaşilik meselesinin giderek katılaşan ideolojik bir çizgide gelişip çığrından çıkmasına engel olmuştur. Onun aleyhinde bulunanların gözden kaçırdıkları mühim nokta budur. Eğer o olmasaydı, Elevilik ve Bektaşilik konusu bugün çok farklı bir güzergahta, tamamen bilim dışı yayınlarla çok farklı bir istikamette ilerliyor olabilirdi. (212)

-Daha önce Fransa’ya giderken Nejat Göyünç Hoca’nın teşvikiyle Türk Petrol Vakfı’ndan yol masrafımı karşılamak için belli bir miktar para almıştım. O zamanlar vakfın başında –Allah rahmet eylesin- muhafazakar camianın çok iyi tanıdığı Fethi Gemuhluoğlu vardı. Döndüğüm zaman kendisine teşekkür etmek amacıyla vakfın o zamanlar merkezinin bulunduğu İstiklal Caddesi’ndeki ofisine gittim. Duymuşsunuzdur merhum Gemuhluoğlu’nun tuhaf tavırları vardı, konuşurken birdenbire garip sorular sorar, cevabını beklerdi. Cevabınızı beğenmezse, kızar bağırır çağırırdı. Bu tavrı mazur ve meşru göstermek isteyenlerin kullandığı kelime ise “celalli” idi. Bana tezimin konusunu, Fransa’da kiminle çalıştığımı sordu. Ben de Prof. Melikoff ile çalıştığımı, tez konumun Babailer İsyanı olduğunu söyleyince, rahmetli son derece bozuldu ve birden köpürdü, “Ne çalışıyorsun, ne?” deyip bağırarak yerinden kalktı, küfürler savurarak üzerime hücum etti. Beni döveceğini anladım. Korktum, odasından dışarı fırladım. “Papazın çocuğu! Biz bu ülkeyi birleştirmek istiyoruz, sen parçalamaya mı çalışıyorsun?” diye bağırıyordu. Salondaki hanım sekereterler şaşkınlıkla “Neler oluyor?” diye bakıyorlardı. Bu son sözlerine çok içerledim, tepem attı birden. “Bakın, bana istediğinizi söyleyebilirsiniz ama babama papaz diyemezsiniz, benim babam belki sizden çok daha fazla Müslüman” diye bağırdım ve merdivenlerden apar topar inerek kaçtım. Bunları arkadaşlarıma anlattığım zaman kimse bana inanmadı. Belki de yalan söylediğimi zannettiler, bilmiyorum. İşte benim tarihçilik anlayışım bir bakıma sözünü ettiğim bu zihniyete bir tepkinin sonucu olarak değerlendirilebilir. (243-244)

-Gerçekten Bektaşilik Türk tarihinde diğer bütün tarikatlardan çok daha mı önemlidir? Şahsen ben bu kanaatte değilim. Bektaşiliğe bu kadar önem verilmesinin asıl sebebi fikrimce Sünni bir tarikat olmayışıdır. Yoksa Osmanlı tarihindeki önemi itibarıyla aynı derecede öneme sahip Halvetilik, Melamilik, Nakşibendilik, Rıfailik tarikatları vardır. (267)

-Evet, Köprülü’nün de bazı görüşlerine katılmadım. Zira çalışmalarımın sonucunda vardığım neticeler beni buna sevk etti. Anadolu halk tasavvufunu sadece Yesevilik merkezinden ele almasını, Yunus Emre’yi Ahmed-i Yesevi’nin takipçisi olarak değerlendirmesini doğru bulmuyorum. Anadolu’nun din vetasavvuf tarihi profilini tam olarak çıkardığını düşünmüyorum. Anadolu’nun İslamlaşması çok daha farklı unsurları da içerisinde barındırıyor. (291)

-Mesela Asr-ı Saadet’i ideal bir dönem olarak görmüşüzdür. Yani özelde Asr-ı Saadet, genelde İslam tarihi bizim ön kabullerimiz gereği, her şeyin en mükemmel olduğu, İslam’ın en ideal seviyede yaşandığı, Müslüman alim ve mutasavvıflarının, siyasi liderlerinin ideal insanlar olduğu bir dönem olarak algılanır. Ne var ki kimse kalkıp da,”Madem öyle, niçin günümüzde Müslümanlar yerlerde sürünüyor? Çoğu diktatör rejimler altında neden sefalet ve yoksullukla bağuşuyor? Bunun sorumlusu yalnızca Batı sömürgeciliği mi? Müslümanların kendilerinin hiç suçu yok mu?” gibi sorular sormuyor? Sadece toplum açısından değil, akademik çevrelerce de çoğunluk itibariyla bu böyledir. (298)

-Bir başka ünlü Selçuklu tarihçimiz merhum Prof.Mehmet Altay Köymen, yıllar önce benim de bulunduğum bir toplantıda Türklerin tarihteki en büyük hatasının İslam’ı kabul etmek olduğunu söylemiş, orada bulunanları şoke etmişti. Tabii Hoca’ya bu düşüncesinin nedenini sormaya da pek kimse teşebbüs etmedi nedense. (301)

-Merhum Fazlur Rahman’ı biliyorsunuz. 1980’de Fazlur Rahman’ın İslam adlı kitabının bir çevirisi yayınlanmıştı Türkiye’de. Ben okuduğumda İslami bilimlere tam düşündüğüm şekilde bir bakışla karşılaştım. Çok beğenmiştim. Bu kitap ufuk açısı fevkalade bir kitap olmasına rağmen Türkiye’de adeta hiçbir yankı uyandırmadı. (323)

-Ben İlahiyat Fakültelerimizde hiçbir şey yapılmıyor demiyorum. İstisna kabilinden de olsa güzel çalışmalar var. Mesela Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi’nin “Ankara Okulu” adında bir serisi var. Buradan gayet güzel bazı kitaplar yayınlandı. Bunları beğenerek takip ediyordum, lakin arkası pek gelmedi, pek de yankı uyandırmadı. (323)

-Her şeyden önce şunu söylemek lazım bence: Köprülü’nün İlk Mutasavvıflar kitabı olmasa, Türkiye Yunus Emre’yi muhtemelen bu kadar tanımayacak ve bu kadar önemsemeyecekti. Dolayısıyla kanaatime göre Yunus Emre ortaçağ Anadolu’sunda önemli bir sufidir, ama kanaatimce biraz abartılmıştır. Cumhuriyet döneminde Mevlana, Hacı Bektaş ve Yunus Emre’ye yapılan vurguyu Cumhuriyet’in yeni ideolojisinde İslam’a biçilen rol ile iligli görmek lazım. Yeni Türkiye’nin kültürel temellerinin hümanist bir yapıya dayandığını ispat etmek suretiyle Batı’ya bir mesaj verilmek istenmiştir. Bu maksatla Yunus Emre’yi, Mevlana’yı ve Hacı Bektaş’ı devlet ön plana çıkarmıştır. Tasavvufun ve tasavvuf çevrelerinin devreden çıkarıldığı bir dönemde başka sufilerin değil de sadece bu üçünün öne çıkarılmasının ve devletçe sahiplenilmesinin bence başka türlü izahı olmamalıdır. Yunus Emre’nin kim olduğuna dair döneminden kalma elimizde hiçbir müspet tarihsel kayıt yoktur. Çok sonraki devirlerde bazı tasavvuf kaynaklarında ona dair kısa pasajlar vardır, o kadar. Zaten bu pasajlar onun yaşadığı dönem Anadolu’sunda belli bir yeri olduğu için bu kaynaklarda yer almıştır. (363)

-Kalenderilik İran’dan Orta Asya’ya, oradan Hindistan’a kadar yayılan işaret ettiğim dini mistik akımların üzerine gelen İslam kültürü ortamında, tasavvufun maddi hayatın aldatıcı cazibesine bir tepki olarak doğmasına benzer bir şekilde, kentli tasavvufa bir tepki olarak doğmuştur diyebiliriz. (383)

-İsmaililik’te, Ahilik’te, Melamilik’te yönetici kesim sosyal taban itibarıyla esnaf kesimine dayanıyor. Esnaf zümresinin ortaçağ İslam dünyasında bilim ve düşünce tarihi itibarıyla önemli bir yeri vardır. (405)

-Şeyh Bedreddin’i, Kalenderiliği, Bektaşiliği, Aleviliği ve Melamiliği Hurufiliği iyi bilmeden anlamak neredeyse imkansızdır dersem, mübalağa etmiş olmam. (417)

-Bazı Sünni araştırmacıları kavrayamadıkları husus, tarihsel Hz.Ali’nin aslında Aleviliğin inanç dünyasındaki mitolojik “sanal” Hz.Ali ile hiç ilgisi olmadığıdır. Sünni  kamuoyu bu gerçeği uzun zaman anlayamadı ve kabul etmek istemedi. Siyasal iktidar da kabullenemedi. Siyasal iktidarın en yetkili ağzı uzun süre “Alevilik Hz.Ali’yi sermek, onun gibi yaşamaksa biz daha çok Aleviyiz” gibi naif bir söylemi dillendirmiştir. (455)

Timaş Yayınları, Temmuz 2014 basım, 1.baskı

KENT İLİŞKİLERİ – RASİM ÖZDENÖREN

-Ahşap evlerin ve ahşap pencerelerin belki son büyük romanı Swanların Semtinden ile noktalanmıştır. Tanpınar’ın Huzur’una gelince, o, henüz ahşap pencerelerin tarihe karışmadığı bir dönemden haber verse de, roman, bu haberi telefon konuşmasıyla başlatıp radyo yayınıyla bitirmektedir: böyle bir roman, ahşap pencerelere ait olamaz! (11)

-Uygarlık, bir anlamda, insanın kendini doğadan yalıtma teknikleri ve sürekli yeni yalıtma teknikleri bulmasından ibarettir denebilir: en ilkelinden en karmaşık olanına değin süreç insanın kendini doğadan yalıtması biçiminde ve yönünde işlemektedir. Ama mesele şurda odaklanıyor ki, kendini kendi içine doğru yayılmasını akıl edemeyen ve beceremeyen insan, bu işi dışa yönelterek işin içinden sıyrılmaya çalışıyor. (81-82)

-Kent hayatı tüccarlar tarafından oluşturulmuştur. Ama kent hayatının ticareti zorladığını ileri sürmek de bir o kadar doğrudur. Kent hayatı ve ticaret, dolayısıyla kent ve tüccar, biri olmadan ötekisi düşünülemeyen iki olgu, iki oluşumdur. (112)

-Eşeği tanımayan birinin yalnızca onun anırtısını işiterek sahip olabileceği görkemli duygu modern kentler için de söz konusudur. Bütün o çelikten zımbırtıların fazla uzun ömürlü olmadığı, bu “görkemli” binaların yıkılması esnasında seyredilebilmektedir: o hiç yıkılmaz sanılan binalar birkaç parça dinamitle kendi temellerinin üstüne çökertilmektedirler. (131)

-Eski kent tümüyle yok edilmedikçe onun yerine yeni bir kent inşa edilemiyor. Eğer eski kenti yok etmek iktisaden daha pahalıya mal oluyorsa, o kent öylece bırakılıyor, fakat yenisi o eski kentin kıyısında inşa edilmeye başlanıyor. Kimi zaman eski kentte meydana getirilmiş veya daha doğru bir ifadeyle o eski kentin meydana gelmesine sebep olmuş öyle yapılar mevcut bulunmaktadır ki, cami, türbe, hamam, han, vb bunları ifna etmek mümkün olmadığından, bu yapılar olduğu gibi muhafaza edilememekte, fakat o binaların çevresi yeni şartlara göre değiştirilmeye ve dönüştürülmeye tabi tutulmaktadır. Böylece eski olanla yeni olan bir anlamda aynı alanı, aynı mekanı paylaşmış oluyorlar. Fakat burada da dikkati çeken bir durum husule geliyor: yanardöner bir kumaşa farklı açılardan bakıldığında görüldüğü gibi, bu kentlerde kutsal olanla profan olan aynı mekanda görülebilmektedir. Şu farkla ki, biri göründüğünde ötekinin görüntüsü silinmektedir. (139-140)

-Eğer günümüzde, içinde yaşadığımız kentler bizi ölüm gerçeğinden uzaklaşmış, ona yabancı düşmüş bir yaşantıya götürüyorsa, bunun sebebi, Müslümanların kendilerine özgü olması gereken hayatı yaşayıp yaşayamadıklarında aranmalıdır. (186)

İz Yayıncılık, 2014 basım, 4.baskı (ilk basım 1998)

22 Ağustos 2025

MUHABBET ATEŞİ – DURSUN GÜRLEK

-Boğazına düşkün olan kimsenin iki gece görüne uyku girmez: Bir gece, taş gibi olan midesinin ızdırabından, diğer gece de gönlünün darlığından dolayı uyuyamaz. (43)

-Zannedersem şu söz büyük şairimiz Mehmed Akif Ersoy’un aziz dostlarından Fuad Şemsi Bey’e ait: “Medeni insan, eşyaya hakim olan insandır.” (67)

-9 Ağustos 2013 yılına ait Ramazan bayramının ikinci günü, birkaç arkadaşla üstad Sezai Karakoç’u ziyaret ettik. Abdullah Işıklar ve diğer bazı dostlar da oradaydı. Aksaray’daki mekanında gerçekleştirdiğimiz bu ziyaret sırasında bir takım yeni bilgiler de öğrendik. Sezai Bey, sohbet esnasında, bir ara sözü Necip Fazıl ile işte bu Yer altı Camii imamı Üsküdarlı Ali Efendi’ye getirdi: Biz, Necip Fazıl Bey’le, 1960’lı yılların başında, Cuma namazları için devamlı Yeraltı Camii’ne giderdik. Necip Fazıl Bey, Erenköy’deki evinden kalkar, Cuma namazını özellikle bu camide kılmak için gelirdi. Çünkü, Eli Efendi’ye, imamlık görevini bizzat Sultan İkinci Abdülhamid Han vermişti. Üstad, işte böyle bir inceliğe dikkat ediyordu, dedi. (136-137)

-Nakışlar Yayınevi’nin sahibi merhum Cengiz Alpay’dan dinlemiştim. 12 Eylül darbesiyle hız kazanan aramalar taramalar esnasında askerler bir eve baskın düzenliyorlar. Her taraf didik didik ediliyor. Bu arada ev sahibinin kütüphanesine de giriyorlar. Nihayet askerlerden biri, kütüphanede bir suç aleti yakalıyor. Bu suç aleti Meydan Larousse Ansiklopedisidir. Asker, suçlu yakalamanın, dolayısıyla görevini yapmış olmanın heyecanıyla komutanına sesleniyor: “Komutanım bu adam komünist, bakınız kütüphanesinde ‘Rus’ kitapları var!” diyerek Meydan Larousse’nin ciltlerinden birini gösteriyor. Rahmetli Cengiz Ağabey, dostlarına böyle cehalet ve garabet örneklerinden sık sık bahseder, arkasından da gevrek gevrek gülerdi. (249)

-Bendeniz, Ord.Prof.Dr.Süheyl Ünver merhumun kültürü tarif ederken, “Hangi mevzûnun, hangi kitapta yer aldığını bilmektir” dediğini, bizzat kendisinden duymuştum. (268)

Kubbealtı Yayınları, Temmuz 2015 basım, 2.baskı.

18 Ağustos 2025

OMURGASIZLAŞTIRILMIŞ TÜRKLÜK – TEOMAN DURALI

-Çin kaynaklarında Türkçe adındaki bir dilin bahsi ilk defa MÖ 1766’da geçer. Bu Şia (Xia) hanedanı devrinde rast gelinmiş Çince Tujue, Orta Asya dillerinde Turuk -yahut Türük de olabilir-sanını taşıyan bir halkın dilidir. Türük/turuk, o kavmin gerçek adı olmayıp şanlı, şerefli, asli anlamlarına gelen bir sandır, ünvandır. Bir ihtimal Hsiung-nular, kendilerini bu sanla nitelemekteydiler. Zamanla özellikle de MS 300’lerin başından itibaren Çinliler, onları Hsiungnu; bir bölük başka komşularıysa, Turuk/Türük diye anar olmuşlardır. Nitekim o kadim komşularından günümüzde hayatta kalıp da batıya intikal etmek suretiyle ortadoğu Avrupa düzlüklerine yerleşmiş Macarların dilinde turuk/Türük, Törüke dönüşerek, “Türk” anlamına gelmiştir. (27-28)

-Türklüğün bir türlü kendini kurtaramadığı bir zaaf var ki, Osmanlı dahi onunla maluldur; Türkçeyi kendine dert edinerek ona ihtimam göstermek. Cihangir devletler kurup dil bilinci ile kaygısı gelişmemiş dilini bunca ihmal etmiş ikinci bir millete tarihte rast gelmek zordur. Günümüzdeyse felaketin şahikasındayız. Dilsiz duygu ile düşünce olamayacağına göre bundan böyle felsefe bilime ilişkin, telif şöyle dursun, tercüme bile yapılamaz. (41)

-Yirminci yüzyıl Osmanlı düşünürü ister resmi görevle, ister uğradığı kovuşturma sonucu olsun, seyahat eden kimsedir. Bu yeni gezgin tipini eski alışılagelmiş Osmanlı aliminden ayıran en belirgin özellik onun, murakabeyle dalınan içe dönük manevi yolculuk yerine, gözleme dayalı dışa dönük bilgilenme sürecini benimsemesiydi. Zihnin geleneksel çatışma düzenini kademe kademe değiştiren bu süreçte murakabenin sezgili usulü yerini algılı yönteme bırakmıştır. (97.dipnot/ Ekrem ışın, “Osmanlı Modernleşmesi ve Pozitivizm”, Tanzimattan Cumhuriyete Türkiye Ansiklopedisi. İletişim Yayınları, 1985 basım, sf.358) Zaman ile mekan boyutları en fazla önemsenen değerler olmuştur. (82)

-Yeniçağ Avrupa medeniyeti, iki cihetten tarihte ilktir, benzersizdir; Bunlardan birincisi, neredeyse bütün bir medeniyet mesabesinde, ilk kez batıni-dini esasları örtmeğe uğraşmış; ikincisi de kendini oluşturan kültürlerin hükümran ve muhtar olmalarına müdahale etmemekle olağanüstü bir gelenek, görenek, gönül, düşünce, anlayış, renk, ses ve zevk çeşitliliğine cevaz vermiştir. (83)

-Bilahare, sömürü ile suistimal daire daire, çenber çenber öteki toplum katmanlarına doğru genişler. Tarihimizin çürük tahtası da tam bu yerdedir: Toplumun özellikle şehirleşmiş kesiminde kadın-erkek ilişkilerinde yaşanmış feci sakatlıklar. Bir kere kadın ile erkeği, haremlik ile selamlık biçiminde birbirinden koparılmış, tecrit olunmuş iki ayrı dünyaya hapsetmek, bahsettiğimiz güvenilirlik ile sadıklık esaslarını zedelemiştir. Erkeğin, erkekle yaşadığı ortamda bu iki esas tam teşekkül edemez. Edemeyince de kadın-erkek birlikteliğinin yol açmasından korkulan fuhuş ile zina dahi asla önlenemez. Bunun önlenmesinin tek yolu Allah korkusu ve güvenilirlik ile sadıklık duygularının baştan beri kişiye aşılanmalarıdır. Ne var ki, aşılanma, yalnızca telkinle başarılamaz. Hayat, insana sınavdır. Aşılanan, kadın erkek birlikteliğinde yürüyen hayatta yeşerip serpilebilir. (107)

-Haddizatında Türk tarihinde ilk din devleti Cumhuriyet Türkiyesi'dir. Ulu tapınak Akrapolisi ve yurt sathında yayılmış irili ufaklı tümen tümen tali ibadet yerleri, esmai hüsnası, kitabımukaddesiyle ve aynı zamanda hadisleriyle peygamberlik görevini de üstlenmiş gözüken tanrı kılınmış kişi –ki adıyla anılan dini “Kemalilik”- ve elverdiği kutsal makam dahi vardır. Bu “kutsal makam”, “derin devlet”in başı yahut merkezi durumundadır. Bunun buyruk ile kumanda şemsiyesi altındaki zabitana “ruhban zümresi” diyebiliriz. Bahse konu zümreye “iman”ı yalayışı, tavır ve tutumu, demek ki “muamelatıyla” yakın duran “ruhban olmayanlar” yani laique-civiller dahi mümtazdır. Bu kategoriden olmayı reddedenlere gelince; onlar “göbeğini kaşıyan inkarcı kaba kara budun”, sol Kemalilerin deyişiyle, halk yığınlarıdır. Mümin Kemali, küreselleştirilmiş Çağdaş İngiliz-Yahudi medeniyetine –kısaca Çağdaşlık’a- merbut, giderek kuldur. O, kendini, çağdaş İngiliz-Yahudi Medeniyeti’nin temel belirleyicisi olduğunu sanılan aklın yarattığı kanısındadır. Bununla birlikte, akla mantığa ziyadesiyle uyduğu söylenemez. Filvaki doksan yıla yakın geçmişiyle Kemali din, Türk milletinin uyuşturucu-aptallaştırıcı afyonu olmuştur. (121)

Dergah Yayınları, Kasım 2017 basım, 6.baskı ( İlk baskı Haziran 2010)

17 Ağustos 2025

BEN KENDİM VE TARİHÇİLİK YOLUNDA KIRK YIL (1964-2004) – TUNCER BAYKARA

-Aydın ve İstanbul şehirlerindeki medreselerden icazetli iki müderrisin torunu, ilkokul öğretmeni Mustafa Asım Baykara ile ev hanımı Ayşe Baykara’nın üçüncü evladıyım. Anam ile babam 1932 senesinde evlenmişler. Önce Yüksel (Baykara 1935) sonra Aysel (Korkmaz 1938) ablalarım olmuş ve bende sıcak bir yaz günü 7 Temmuz 1940 tarihinde doğmuşum. Benden sonra da küçük kardeşim Erkan Baykara (1943) dünyaya gelecektir. (9) Babaannem Yüreğilli Hörü nenem (1884-1967)’dir. Bilgin bir babanın evladı olarak dünyaya gelen, Aydın’a giderek oradaki Taciye Medresesi’nden 1318/1900 tarihinde icazet almış olan Hüseyin Dedemin Hörü Nenemden sırasıyla Hakkı (1903-1993), Ayşe (1905-1931), M.Asım (babam 1909-1988), Fatmana (1911-1998) ve Emin (1918-1996) adlı çocukları olmuştur. Fatmana ile Emin arasında olan üç çocuk küçük yaşlarında vefat etmişler. (10) Anamın babası Şakir Ali Efendi, sonradan ailenin alacağı soyadı ile Akşit, Akseki-Alaiye taraflarından gelen Şakir Ali (ö.1878) Efendi’nin oğlu Mahmud Mesud Efendi’nin (ö.1907) en büyük evladı imiş: 1879-1944.Şakir Dedem önce büyük amcasının kızı ile evlenmiş olup onun da adı Ayşe imiş. Anneannemler iki kız, sekiz erkek kardeşmişler. Ayşe nenemin babası Hacı Mehmed  Efendi (1840-1916) yörede 63 hücresi ile ünlü bir medresenin müderrisi olarak XIX.yüzyıl sonlarında çok namlı imiş. Anamın en büyük dayısıArif Efendi (1872-1944) Akşit soyadını seçmiş ve aile onu kabullenmiş. (12) Ayşe Nenem, 1918’de henüz 25 yaşında iken, geride 3 kız evlad (Emetullah 1912-1941, Anam Ayşe 1915-2003, Küpra 1819-1920) bırakarak ölünce Şakir Dedem, Havva Nenemi (1892-1971)almış. Anam kendi öz annesini pek hatırlamadığından yeni annesi ile bir meselesi olmamış, fakat öz annesini daha iyi bilen ablası Emetullah’ın Havva Nenem ile çok problemleri olmuş. Şakir Dedemin Havva Nenem’den de çok çocukları olmuş. Bunlar sırasıyla Hafize (1920-?), Safiye (1922-1957),Esad (1925-1995), Mehmed(1928-2002), Hatice (1930-), Aliye (1922-) ve Mustafa Cevat Akşit (1938)’dir. (13) Anamın babası Şakir Dedem 1943-1944 yılbaşı gecesi ölmüş. (15)

-1959 güzünde lise bitince, İzmir’de de artık bir üniversite açılmış olmasına rağmen İstanbul’a yöneldim. Çünkü üniversiteyi ismini efsanelere karışmış olarak işittiğim bu hayal-şehirde okumak istiyordum. Orada M.Cevat Akşit dayımın evine yerleşerek sınvalara girdim. Her üniversite, hatta her fakülte sınavını ayrı yapar, bizler oradan oraya koştururduk. (20) Bir de dayımla sürtüşmem sebebiyle, 1960 güzünde, onun yanından ayrılıp İbnülemin M.Kemal İnal merhumun mazbut ve dindar öğrencilerin kalmaları için vasiyet ettiği evinde kalmaya başladım. Burası apayrı bir alemdi. 1960-61 kışını orada geçirdim. (21)

-Edebiyat fakültesinde bir şekilde hocam olup, üzerimde hakları olanları, Zeki Velidi hocamın ayrı yerinin dışında, sırasıyla yazacağım: İbrahim Kafesoğlu,Afif Erzan, Cevat Eren, Mustafa Kafalı, Cemal Tukin, Midhat Sertoğlu, Besim Darkot, Ahmet Ardel, Necdet Tunçdilek, Erol Tümertekin, Sabri Özbaydar, Refia Şemin ve Ömer L.Barkan. (26)

-1968 güzünden itibaren, doktoramı tamamlamak üzere İstanbul’da idim. Beyoğlu’ndaki bir evde Enver Konukçu ve Fikret Türkmen ile birlikte kaldık bir yarı yıl. Sonrasında, ikinci yarıda onlar Erzurum’a dönünce sadece ben kaldım ve sene sonunda, 1969 yazının başlarında Zeki Velidi hocamın Küçükyalı’daki evinin alt katına nakl-i mekan ettim. 1969-1970 ders yılı Küçükyalıda hocamla aynı evde kaldım. Kimi zaman üst kata çıkan yemeğe misafirleri olurdum. (31)

-Nihayet 22 Ocak 1971 tarihinde doktora imtihanlarımız oldu. Chi Huci Huang, Chi Tang ve Ben, aynı günde Prof.Dr. Tahsin Yazıcı, Prof.Dr.İbrahim Kafesoğlu ve Prof.Dr.Bahaeddin Ögel hocamın juri üyeliği ile doktora imtihanında başarılı olduk. (32)

-1982 yılı 2 Eylül günü Denizli’de uzak akrabamızdan (anamın dayı ve halasının torunu, yani kızının kızınının kızı) Şenay K.Baykara ile evlendim. Eşim, ilim hayatımda bana elinden geldiğince her zaman destek olmuştur. (47)

-İlk doktora talebem Hacettepe Üniversitesi’nden Ali Birinci’dir. (II.Meşrutiyet Devrinde İttihat ve Terakki Karşısındaki Siyasi Hareketler) (63)

-Şu andaki (2003 Aralık ayı) makalelerim 270’i geçmiş olup kitaplarım ise 23 tanedir. (85)

-Böylece, eski icazetlerdeki gibi, hoca geleneği itibariyle Zeki Velidi Hocam dolayısıyla, Barthold ile Rus, Dopseh veya Pelliot’lar kanalıyla Avrupa ve nihayet dayısı olan Habib Neccar kanalıyla Türkistan alemine ulaşmış olmaktan sevinçliyim. (117)

IQ Kültür Sanat Yayıncılık, Nisan 2004 basım, 1.baskı.

ŞEYHÜLİSLAM MUSTAFA SABRİ EFENDİ – TEVFİK İSLAM YAHYA

 -“Şeyhülislamın sevenleri, onu üstün konumu ve değeri gereği, tabut içinde defnetmeye karar verdiler. Çünkü onlar, “Gün gelir her şey normale döner, o zaman bu asil millet bu değerli zatı doğup büyüdüğü yer olan Tokat’a veya Marmara Denizi’nin kıyılarına geri götürür” diye düşündüler. Allah kendisine rahmet eylesin.” 10 Şaban 1416 / 20 Ocak 1996 – Tevfik İslam Yahya (25)

-Tokat’ın ileri gelen alimlerinden Şeyh Ahmed Efendi Zülbiyezade’den (7.dipnot/Kendisi aynı zamanda mantık hocalığı yapıyordu. Bu esnada öğrencilerine Kutbu’r-Razi’nin Şerhu’l-Şemsiyyesini okutuyordu.  Kendisi aynı zamanda Tokat’ın fukahasındandı. Mustafa Sabri, Möevküfu’l-Akl, cilt:1, sf.21) ilim tahsil etmeye başladı. Burada yeterli miktarda talim gördükten sonra alimleriyle meşhur Kayseri’ye gitti. Namı duyulmuş Damat Hacı Tahir Efendi lakabıyla anılan ve aynı zamanda Tokat’taki hocasının da hocası Şeyh Muhammed Emin Dureki’den (8.dipnot/Kayserili olup İslami ilimlerde çok agyretli, müzakere yeteneği güçlü bir fakihtir. Kelam ve mantık ilimlerinde de muteber ve saygın bir yere sahiptir. Lakabı Hacı Torun Efendidir.) ilim tahsil etti. Kayseri’de hocasından mantık ilminde o dönem okutulan Kutbu’r-Razi’ye ait Şemsiyye şerhinde tasavvurat kısmına kadar ders gördü. Bu esnada Fatih Camii’nde geri kalan ilimleri okumak üzere hocasından izin istedi. (27-28)

-Sabri Efendi, Fatih Camii’nde meşhur allame Şeyh Muhammed Atıf el-İstanbuli’den (9.dipnot/ Kendisi, İstanbul’da üçüncü Sultanahmet mahallesinde yaşamış, Atik Ali Camii’nde umuma açık dersler vermiştir. Sabri Efendi bu derslere iştirak edenlerdendir. Atıf Bey’in Mecelle-i Ahkam-ı Adliye!de birçok yazıları basılmıştır) meşhur allame Şeyh Ahmed Asım el-Gümülcinevi Efendi (10.dipnot/1252 hicri yılında Gümülcine’ye bağlı Terzi köyünde dünyaya geldi. İstanbul’da Darululumda allame Abdurrahman el-Kerimabadi yanında ilim tahsil etti. Şeyhülislam müessesesinde müfettiş olup sınavları düzenleme kuruludna vekil tayin edildi. 1911 senesinde vefat etti. Mustafa Sabri’ye olan muhabbeti dolayısıyla onu kızıyla evlendirdi) den dersler almaktaydı. Zamanla buradaki alimleri tanıdıktan sonra bu iki zatten en fazla ders aldı. (29)

-Sabri Efendi, yeni düzeni ve taraftarlarını gerek normal toplantılarda gerek resmi konuşmalarında çok sert ifadelerle eleştiriyordu. Yine kendileri ile yaptığımız toplantıların birinde Kemalizmden söz açılınca Sabri Efendi konuya müdahil olup, “Ey evlatlarım. Yeni yönetim beni 18 yıl boyunca en büyük düşmanları olarak gördüler. Mustafa Kemal, o dönemde yaptığı tüm konuşmalarda düşmanlarına kin ve nefret dolusu göndermelerde bulunmuştur. Lakin Allahu Teala’nın izniyle benim adım onun dilinde telaffuz edilmekten korundu, bu da bana Rabbimin en büyük lütfudur” derdi. (65)

Çizgi Kitabevi, Ekim 2017 basım, Konya

TÜRKİYE İSLAM VE SEKÜLARİZM – ŞERİF MARDİN

-Gerek III.Selim, gerekse II.Mahmud, sarih bir devlet kuramı bulunmamasından mütevellit kavramsal boşluk ile devlet görevlilerinin kullandığı söylemsel kaynaklar arasındaki ilişkinin farkındaydılar. Devlet hizmetindeki kalemiyenin temel başvuru kaynağı olan sözlüklerin yazılmasını desteklemeleri, daha önce tarif ettiğim kültürel tıkanmanın mikro düzeyi olarak nitelendirilebilecek olguyla ilgilendiklerinin göstergesidir. II.Mahmud’un genel okur kitlesi, yani aydınlardan daha geniş bir kesim arasında popüler Türkçe konuşma dilini teşvik etme girişimleri gayet iyi bilinir. Fakat bu yola klasik İslam kültürünü yaygınlaştırmak için başvurması ilginçtir. Bu girişimlerdeki bir hamle, II.Mahmud’un asıl hedefini açık biçimde göstermektedir: Yeniçeri Ocağı’nın kaldırılmasından birkaç yıl önce, yeniçeri kışlalarında her akşam Hz.Hamza’nın menkıbeleri yerine savaş kurallarını konu alan bir klasik İslam eserinin okunmasını emreder. (Şeybani’nin Siyer-i Kebir’inin Mehmet Münib Ayıntabi’ye ait Türkçe tercümesi) Buradaki örtük iddia Müslüman Osmanlıların, tıpkı Batılılar gibi kendilerine özgü bir savaş ahlakına sahip olduklarıdır.

-II.Mahmud’un girişimlerine bir bütün olarak bakıldığında, İslam-Osmanlı kültürünün söylemini konuşma diliyle uyumlu hale getirmek suretiyle bir kamu oluşturma çabasının sonuçları olarak görmek abartılı olmayacaktır.

-Cevdet Paşa’nın, ortak bir konuşma diliyle sınırlanmış tektip bir İslami yurttaş yaratmaya yönelik çalışmalarını 20.yüzyılda  Kur’an tefsirleri üzerine çalışmasıyla İsmail Hakkı İzmirli (1868-1946) devam etttirir. İzmirli artık yüzyıldan uzun bir geçmişi olan bir tartışmada, Kur’an’ın Allah’ın kelamı değil, kelam’ın anlamı olduğunu, dolayısıyla Kur’an’ın anlamını herhangi bir dilde ifade edilebileceğini iddia eder. Bu yorumun, Kemalist Cumhuriyet rejiminin seküler girişimlerine çok benzer biçimde bir Türk-İslam yurttaşlığı oluşturma amacı taşıdığı açıktır. İmapartorluğun son şeyhülislamı Mustafa Sabri, Mehmed Akif’in birleştirici bir İslamı kolektif estetik tezine yakın bir temaya başvurur, ama bunu Kur’an’ın ifadelerindeki icazın toplumu kaynaştırma gücünü öne çıkarmak için kullanır. Her iki durumda da, modern temellere dayanmakla birlikte İslami olan bir kolektivitenin teşvik edilmeye çalışıldığı açıktır. Bu anlamda, söz konusu öneriler, modern Türk entelektüellerini –ister seküler, ister İslami olsunlar- meşgul eden kilit meselelerin, yani modern bir kollektivitenin temaları meselesinin altını çizmektedir.

-Mustafa Kemal’in, İslam’ı, bir katılımcı yurttaşlık tasarısının dayanak noktası olarak kullanmak istediğine kuşku yoktur. Bu tasarının bileşenlerinden biri de, öncelikle elitlerin dini ile sıradan halkın  dini arasında köprü kurulmasıydı. Bu strateji, Jön Türklerin, dini hareketlerin (hakayık-ı diniyye) ve İslam’ın yüce ilkelerinin (me’ali-yi İslamiye) tüm nüfusa yayılması konusundaki vurgularının bir uzantısıydı. Jön Türkler 1918’de bu amaçla Dar’ül-Hikmeti İslamiyyeyi kurmuşlardı. Mustafa Kemal’in 1924-1938 yılları arasında Diyanet İşleri Başkanlığına atadığı isimlere baktığımızda yine yurttaşlık bilincinin geliştirileceği bir kanal olarak İslam fikriyle karşılaşırız.

-Cemil Meriç eserlerinin çoğunda, Türkiye’de İslam konusunda dönen tartışmalarda net bir taraf olmadan, Cumhuriyet döneminde İslamın kültürel çerçevesinin terk edilmesi sonucu doğan hayal gücü, kavrayış ve duyarlılık kaybına yoğunlaşmıştı. Kısmen İslami ögeler içeren muhafazakar kolektivist temalar ile Türkçülüğüm unsurlarının iç içe geçtiği İslami bir kültürel sürekliliğin teşvikinde, Dergah Dergisi’nde (1921-1933, 1990’da yeniden çıkarılmaya başlandı) payı olmuştur.

-Bediüzzaman’ın Türkiye’deki başarısı genellikle müreitlerinin örgütsel becerileriyle açıklanır. Bu açıklamna kuşkusuz, arabayı atın önüne koymak anlamına gelir. Nurcuların Türkiye siyasetinde geniş bir nüfuzu olduğu –Said Nursi’nin mesajındaki- İslam toplumunu ihya etme vaadi aracılığıyla bu nüfusu daha da artırdıkları bilinmektedir. Fakat bu çok gneel bir değerlendirmedir ve kilit bir soruyu –yani bu mesajın ne olduğu sorusunu- cevapsız bırakır. Burada değinebileceğimiz birkaç önemli tema var. İlki, Said Nursi’nin bildilk bir İslami söylem tarzını yineleyen, göndermelerle ve simgelerle yüklü, çözülmesi güç batıni üslubudur. Bu üslup özelliği önceliklidir, ama mesajın içeriği de önemlidir. Bu, bir umut mesajıdır. İslam’da reformun adını anmaksızın, Osmanlı Müslümanlarının hayat tarzındaki İslami canlandırmayı vaaz eder. Böylece, İslam’ın hakiki unsurlarını, bunları tartışmalı hale getirmeden ele alır. Ayrıca, İslamda merkezi yer teşkile den, hevesat-ı nefsaniyye’nin terbiyesi sorunundan başlayarak toplumsal huzurun ve aile uyumunun tesis edilmesi düşüncesinin çok bildik bir İslami manası vardır. Said Nursi, bu düşünceden hareketle, aileyi ve cemaati toplumun temeli olarak görür; bu görüş Tanzimat ve “devletçi” politikalarıyla sarsılmıştır. Said Nursi aynı sorunu başka bir düzeyde daha ele alır; burada sosyal bağları tarif etmek için kullandığı hayat-ı içtimaiyye-i beşeriye (modernistlerin sık kullandıkları “medeniyet” kavramının İslami tezatı) gibi kavramlarla ancak “sosyolojik” diye nitelendirilebilecek bir yaklaşım söz konusudur. Son olarak Nursi’nin mesajı daha derinlemesine okunduğunda, müritlerine modern dünya içerisinde İslami bir benliği inşa etmenin araçlarını sunduğu görülmektedir.

-Gülen’in görüşlerinde, devleti savunmasıyla bağdaşan bir diğer unsur da, Arap İslamı’nın Osmanlı İslamıyla karşılaştırıldığında “ilkel” olduğunu savunan Osmanlı-Türk milliyetçiliğidir. Bu açıksözlülük Türkiyeli bir İslamcı açısından kuşkusuz büyük bir adımdır. Hanefiler ile Hanbeliler arasındaki çekişmeler, Arap alimlerini Osmanlı İslamını “gevşek” olarak nitelendirip küçümsemeye sevk etmiştir; dolayısıyla Gülen’in ilkel nitelemesinin meşru bir mukabele olduğu söylenebilir.

-Modern Türkiye İslam’ının ana kesişme noktasını tek bir kelimeyle tarif edebiliriz: milliyetçilik. Fakat olumsuz çağrışımlar içeren bu kavram, Türkiye’de modernleşmeye eşlik eden gerçek kültürel kaybın karmaşıklığını ve bu kaybı telafi etme çabalarını kapsamaktan çok uzaktır. Türkiye’de döneminin Osmanlı-İslam toplumu üzerine sosyal değerlendirmeler yapan M.Akif’ten bugün hala yazmaya devam eden İsmet Özel’e kadar bazı İslamcı düşünürler, bu kaybı, İslam kültürünün kolektif hafızada taşınma yollarına odaklanarak ifade etmeye çalışmışlardır. Özel son dönemde, İslami ideolojinin savunucusu olarak aldığı tavır hakkında kuşkularını dile getirmiş olsa da bu başlangıçtaki duruşunun önemini azaltmaz.

-Özel, İslam’a dair entelektüalist analizlerini, kendisini “popülizm” olarak tarif ettiği seçenekten uzaklaştırdığının farkındadır. Fakat fikirlerini işleyiş biçimindeki derinlik ve karmaşıklık, “normal” bir Müslümanın, “gündelik” Müslümanların dertlerinden zorunlu olarak uzaklaşmayı gerektiren yeni entelektüalist yaklaşımlar hakkında bilgi sahibi olması gerektiğini öne sürerek bu paradoksu aşmasından ileri gelmektedir. İsmet Özel, entelektüel ile halk arasındaki bu mesafenin, Müslümanlara İslam’ın Türkiye’deki mevcut haliyle baş edecek bir yol sunduğuna inanmaktadır. Şiir dili bu aşkınlığı temin etmenin araçlarını sağlar. Bu bakış açısında, İslam’ın  nevrotik bir savunma mekanizması olması şart değildir; insanın kendi içine dönük arayışları sonucunda İslami kimliğini yeniden keşfederek ulaşacağı, “şerle” karşılaşma sonucunda yenilenmiş bir inançtır ve bu süreç İslam’ın “ekseri” haline getirilmelidir.

-Bazı filologların, kadınların Kur’an’da yeni anlamlar keşfetmelerine yardımcı olduğunu biliyoruz.Bu faaliyetini 1990’lardan beri çok sayıda klasik İslam eserlerinin Türkçeye tercüme edilmesine kıyasla çok daha derin bir etkisi olmuştur. Bulaç ve Özel gibi, bir bakıma Batı beşeri bilimlerindeki temalar vakıf olduklarını göstermeye çalışan kişilerin entelektüalist söylemine karşılık, kadınlar daha dolaysız, cinsiyet yönelimli ve varoluşsal koşullarıyla bağı olan bir söylem kullanmışlar; bu söylemin somutluğu, Türkiye İslam’ında erkeklerin yarattığından daha köklü bir değişime sebep olmuştur. Türkiye’de, ahlak konusunda kendine bağımsız bir yol çizmesi gereken bir benlik görüşünden hareketle  kolektif bir bağ oluşturmayı hedefleyen bir projeye girişenlerin sayısı çok azdır. İslamcı kadınların söyleminde böyle bir unsurun izlerine rastlanmaktadır.

İletişim Yayınları, 5.baskı.

TÜRKİYE’DE DİN VE SİYASET – ŞERİF MARDİN

-İslamcılık cereyanının en az iki ekseni vardır. Bunlardan birincisi İslamcılığı bir dünya görüşü ve hayat rehberi olarak takdim eden okumuşların ve aydınların fikirlerinden oluşmuştur. Bunun yanında Osmanlı imparatorluğunda ve Türkiye’de olduğu gibi İslam kültürünün hakim olduğu yörelerde ikinci bir islamcılık vardır. O da geniş halk kitlelerinin o kadar kesin çizgilerle ifade edilmeyen, yazıya geçtiği zaman bile teorik konulardan çok, bir “İslami Nizam” gerçekleştirmeye çalışan arayışlardır. Mısır müftüsü Muhammed Abduh birincisinin bir örneğini verir. Pakistanlı Ebu’lula Mevdudi’nin ikincisine tercüman olduğu söylenebilir.

-İslamcılık cereyanını Türkiye’deki rolünü ilk defa etraflı olarak inceleyen Tarık Zafer Tunaya’dır. İslamcılık Cereyanı (1962) adındaki eserinde, Tunaya konuyu daha çok Türkiye’nin sınırlarına inhisar ettirmektedir.

-Tanzimat ve II.Meşrutiyet, din işlerini daha kesif bir şekilde din adamlarının omuzlarına yüklemek, onları siyasi işlerden ayırmakla devletin din işlerinde görünen ağırlığını kaybetti. Dini kuruluşlarda dinin taşralı, dar anlayışı egemen olmaya başladı.

-Tanzimatçılar tarafından başarılan kamusal laikleştirme, onların modern ilmin pratik uygulamaları lehindeki tavırlarıyla paralellik göstermekteydi. İmparatorlukta askeri tıbbın niçin bu kadar erken başlamış olduğunun sebeplerinden birisi bu idi.

-1871 yılına, Sadrazam Ali Paşa’nın ölümüne kadar, devlet adamları arasında, bütün Osmanlıların sadakatini Osmanlı devleti lehine kazanmanın yolu olarak, biri Osmanlı imparatorluğunun kurumsal modernleşmesinin devam etmesini destekleyen, ikincisi yeni bir siyasi formül olarak İslam’ı kullanmaya meyilli iki hizip çoktan oluşmuş bulunuyordu.

-Bir sosyal gerçeklik modelinin, gerçekliğin kendisinden daha hızlı “işleme”si için, kişi kendisini farazi bir geleceğin içinde tasarlamak zorundaydı.

-Ziya Gökalp’in gelecek tasarımı, Türk milletinin gizli, fakat yaşayan kültürünü ortaya çıkarmak, o temel üzerine bir Türk devleti kurmak ve İslam’ı vicdani bir mesele, şahsi bir inanca dönüştürmekti.

-Kendi geniş görüşlülükleriyle Orta Asya Türklerinin İslamiyeti benimsemesini kolaylaştırmış olan tasavvufi tarikatlar, eski ile yeni arasında bir teğet noktası oluşturdular ve böylece daha evvelki “putperest” alışkanlıklar, bu yeni patrimonyal İslami düzen içinde varlığını sürdürmeyi başardılar.

-Said Nursi’nin mesajı, esas itibariyle Atatürk reformlarının lanetlenmesiyle ilgiliydi. Taraftarlarını, özellikle kadınlar konusunda aile içi otorite ilişkileri içinde bulunan, geçiş dönemi insanlarının oluşturduğu görülür. Gerek Ticani Hareketi, gerekse Nurculuk, İslamiyet’i, Türkiye’nin yeni sosyal yapısıyla bütünleşen bir diriliş mihrakı, yepyeni bir yol gösterici olarak gösterememişlerdir.

-MSP’nin resmi doktrini şu üç başlık altında özetlenebilir: Dini bir dünya görüşü, Türkiye’nin daha hızlı sanayileşmesi yolunda hamle ve halkçı bir ekonomik bölüşüm ve sosyal ahlak.

-19.yüzyıl ortalarındaki Tanzimat reformlarına karşı ilk tepkiyi, bunların nevzuhur ve bize yabancı oldukları gerekçesiyle gösteren kişi, bir Nakşibendi önderi olan Şeyh Ahmed olmuştur.

-Medrese veya dini okullarda değil de “saray” sisteminde yetişmiş olan Osmanlı bürokratlarının siyaset ve dinin karşılıklı ilişkisiyle ilgili olarak az rastlanır bir görüşü vardı. Bu görüş, hikmet-i hükümet’in önceliği şeklinde tanımlanabilir. Osmanlı bürokratı kendi görevi olarak, devlet bütünlüğünün korunmasını ve İslam’ın yüceltilmesini görüyordu. Bu görüş “din-ü devlet” formülünde ifadesini bulmuştu. Bu, dini muhafazası için devletin yaşamasının elzem olduğu anlamına da geliyordu.

-Kemalizmin yarattığı ve tam bir başarıya ulaşmış olan tek ideoloji Türk Milliyetçiliği olmuştur.

-Bediüzzaman, özellikle bilimsel bilginin Tanrı’nın insanoğluna armağanı olduğunu ve bundan dolayı modern teknolojinin esiri olmak değil, onu kullanmak gerektiğini vurgulamıştır. Onun düşüncesinin, bir yandan İslam teolojisini mistik özelliklerinden arındırmaksızın kitlelerce benimsenebilir hale getirmiş olması, bir yandan da teknoloji ile bilimi “bilinmesi gereken küheylanlar” ve ilerlemeyi izlenmesi gereken “bir tren katarı” olarak onaylamış olması, Bediüzzaman’ın öğretilerini pek çok Türk için çekici yapmıştır.

-Sultan II.Abdülhamid’in saltanatının son yıllarındaki gizli toplumsal akım, Tanzimat grubundan oldukları için bulundukları konuma gelmiş memurlarla, ilerlemeleri –yada ilerleyememeleri- kendi yeteneklerine bağlı olanlar arasındaki mücadele biçiminde belirdi. Bir anlamda bu, Osmanlı imparatorluğu tarihinde başarılı konumlarda yer alanlarla, onları suçlayanlar arasında her zaman görülen ihtilafın son aşamasıydı.

-Seçkin kökenden gelmeleri Jön Türkleri, zaten dine karşı, manipülatif enstrümantal vaziyet alışa hazırladığı için, modern okullarda eğitilmeleri bu eğilimi artırdı. Onların zamanında din kurumu, tüm sofistikasyon görünümünü kaybettiği için, tek gördükleri değersiz vaizlerin tutarsız tartışmalarıydı.

-Bilinçli ama sık sık kamufle edilmiş bir ideoloji olarak laiklik, Jön Türklerin zamanında zaten harekete geçmişti, mantıki sonucuna Türkiye Cumhuriyetinin kurucuları tarafından ulaştırıldı.

-Said’in en cüretkar hareketi, Nakşibendi tarikatının rakibi bulunan Kadiri tarikatının kurucusu bir veliyi şeyh olarak seçmesiydi. Nakşibendilerin Kadirileri dışlayarak hakimiyetlerini kurdukları bir bölgede, bu hareketi gerçek bir meydan okumaydı.

-Cumhuriyet felsefesinin özü şuydu: Türkiye enerjisini, “ilerleme”nin kaynağı olan eğitimsel kaynakların yaygınlaştırılması için yoğunlaştırırsa uygar uluslar arasında kendine bir yer edinebilir. Türkiye’nin politikası bu açıdan gerçek bir başarı kazanmış olarak nitelendirilebilir ama bu politika aynı zamanda toplumsal analizi, çok “kuramsal” görünen alanlardan, okul binaları ve üniformalar gibi “maddi” ilerleme unsurlarına yöneltti.

-Bu ülkede İslam’ın “yeniden canlanışı” kısmen laik Türkiye Cumhuriyetinin temel taşı olan eğitimi yaygınlaştırma kampanyasının başarısına, kısmen de 1950-80 arası dönemdeki ekonomik gelişmeye bağlıdır.

-Nurcular, Erbakan’dan neden memnun olmadıklarına ilişkin açıklamalarında onun çok fazla politize olduğunu bu nedenle toplumun denetimine yönelik gerçek İslamcı stratejiyi bıraktığını belirtiyorlar.

-Darwin’in etkisiyle, 19.yüzyılın sonuna doğru Allah’ın canlıları yarattığı savı bile tartışılmaya başlanmıştı. İslami topluluklarda ise bu konu pek hoş karşılanmamıştı. Ahmed Midhad Efendi’nin Dağarcık Dergisi’nde çok dolaylı olarak takdim ettiği benzer bir tema, yüksek dozda hoşnutsuzluk yaratmıştı. Kaldı ki Osmanlı devlet geleneği aynı şekilde her tartışmanın bir “haddi” olduğu fikrini destekliyordu.

-Genel olarak aydınlarımızı iki geniş kümeye ayırmak mümkündür. Bunların birincisi uzun bir fikri gelişme tarihinin bugünkü mirasçılarının meydana getirdikleri topluluktur. Bu gruba girenler seneler sürmüş bir “Batı düşünce anlamına yaklaşma” hasretinin bugünkü temsilcileridir. Bu tip aydınlarımızın bir asırdan beri başlıca gayeleri memleketimize Batı düşünce çerçevesini yerleştirmek olmuştur. “Kafa yapısı” problemi halledildikten sonra cemiyet meselelerimizin az çok kendiliklerinden halledileceklerine inanmışlardır. Cemiyetimizle, batı cemiyetleri arasındaki fikri ve akli uçuruma parmak basmış, onu telafi etmek istemişlerdir. Bu düşünürlerin yazılarında en çok rastlanan kelimeler “mantık, sağduyu, ilim açısı, planlı düzen, hukuk devleti” gibi Batının aydınlık devrinin beraberinde getirdiği mefhumlardır. İkinci grup aydın, 1930’lardan bu yana bakışlarını “küçük adam”a yöneltmiş olan, köyün, kasabanın veya şehirlerdeki küçük memurun meselelerini anlatmaya çalışmış olan fikir adamlarımızdan meydana gelmişti. Bu grup, Batı’yı “Batının yaşayış tarzı”, sosyal tekamül vetiresi şeklinde anlamış ve cemiyetimizle Batı cemiyetlerini ayıran sosyal konular üzerinde eğilmiştir.

İletişim Yayınları, 15.baskı.

13 Ağustos 2025

TÜRK MODERNLEŞMESİ – ŞERİF MARDİN

-II.Abdülhamid, “Batıcılığı” Batı’nın tekniğini, idari sistemini ve bilhassa askeri teşkilatını ve eğitimini alma şeklinde anlıyor; bunun yanında Müslümanlığı tebaası arasında güçlendirmeye çalışıyordu. Bu amaçla, Harbiye, Mülkiye ve Askeri Tıbbiye’nin programları geliştirilmiş, okullarda bilgili bir kuşak yetişmiştir. Her üç kuruluşun öğrencileri ders programları icabı 19.yüzyıl müsbet bilimlerinin Batı’nın esas güç kaynağını oluşturduğunu görüyorlardı. Böylece Batı’yı Batı’da geliştirilen müsbet bilimle bir tutan bir kuşak yetişti. Bu kuşak Batı’yı aynı zamanda güçlü olmaya prim veren bir uygarlık olarak görmeye başladı. Batıcılığın güçlükle bir sayılması eski dinsel değerlerin ancak milli gücü artırdıkları oranda önemli oldukları kanısını yerleştirdi.

-Toplumların eğitim, teknoloji, siyaset, hukuk, iktisati sanat veya dine ilişkin sorunlarını çözdükleri kendilerine özgü yola, o toplumun kültürü denir.

-İdeoloji var olan bir sosyal yapıyı devam ettirmeye veya yenisini yaratmaya yarayan bir fikir yapısıdır.

-Bir insan dünyayı “yönetenler” ve “yönetilenler” diye ikiye ayrılmış görüyorsa ve eğer onun dünyaya karşı tutumu bu gruplardan birine dahil olmasına dayanıyorsa, bu “yerel” bir tavırdır. Fakat bir insan kendisini “insanlığın” bir parçası olarak görüyorsa bu evrensel bir tavırdır. Hiçbir kültür, yöneliminde yalnız evrensel veya yerel değildir fakat evrenselliğin modernleşme ile birlikte gelme eğilimi vardır.

-Araba Sevdası, 1839’da Tanzimat Fermanının ilanından sonra Türkiye’de bazı yeni sınıfların takındığı yüzeysel batılılaşma tavrını yerer.

-Namık Kemal’in ve Yeni Osmanlıların merkezi grubunun liberal meşrutiye'yi ve temsili demokrasiyi destekledikleri söylenebilir.

-Halkın ahlaki çöküntüyü Batılılaşma ile bir tutması da bir rastlantı değildir. Osmanlı imparatorluğunda 19.yüzyılda ve 20.yüzyılın başlarındaki yeniliğe karşı hareketlerin hepsinde bu ideolojiyi görürüz. Bazen üst sınıflar bile bu görüşü paylaşmaktan kaçınamıyordu. Örneğin, Osmanlı imparatorluğunun ciddi bir tehlike ile karşı karşıya olduğu ortaya çıkınca, İttihat ve Terakki komitesinin kadınlara ilişkin bütün ilerici eğilimleri durdu. Enver Paşa, kızlarını Boğaz’da güneşlenirken gördüğü bir kumandanı, Çanakkale’de yerinden aldı ve 1917’de hükümetin teşkil ettiği bir komite kadın eteklerinin uygun boyu üzerinde ciddi bir tartışmaya girdi.

-Burada spekülatif olarak diyebiliriz ki, kadınlarla olan ilişkilerde duygululuk, geleneksel tavırların zayıflamasının ilk ürünlerinden biridir.

-Osmanlılar din ve devleti “tev’em” saymışlardır; fakat yapılan araştırmalar bu ikizden “devlet”in Osmanlılar arasında hiçbir İslami devlette kazanmadığı bir önem kazandığını göstermektedir. Daha çok Arap kültürünün hakim olduğu ülkelerde geçerli olan zaman zaman Osmanlıların “gerçek” İslami devleti ortadan kaldırdıkları, bir tür “Moğol” idaresi getirdikleri şeklindeki suçlamalar, Osmanlıların bu siyasal özelliğinden kaynaklanmaktadır.

-Kemalizm, Batı’da “aydın despotizmi” adı verilen siyasal görüşün siyasal teorisini oluşturuyordu. Kemalizm, aydın despotizminin kuram haline getirilmiş düşüncesiydi. Kemalistlere göre güçlü bir devleti aynı zamanda güçlü ve problemsiz bir orta sınıfa dayanan bir devletti. Devletin bu açıdan görevi tebaaya eğitim ve ticareti kolaylaştırmak, onları koruyarak birer “üretici” haline getirmek ve bu yolla elde edilen vergilerden yeni tipte bir orduyu, bürokrasiyi ve genel olarak devlet kurumlarını güçlendirmekti. Avrupa’ya düzenli bir şekilde giden ilk Osmanlı diplomatları (1795) devlet sistemlerini incelemeye başladıklarında, Kıta Avrupası'nda böyle bir sistemle karşılaşmışlardı.

-Şinasi, Batı düşüncesinin derinliklerini anlayabilmiş ve o düşüncenin “laik”liğini kavrayabilmiş ilk düşünür olarak karşımıza çıkar.

-“Türk”lerin en eski tarihlerden beri medeniyete katkıları olduğunun ilk defa altını çizen, Abdülaziz’in askeri okullar nazırı Süleyman Paşa idi. Süleyman Paşa’nın askeri okullarda okutulmak için hazırladığı tarih Türklerin Orta Asya tarihinden başlıyordu.

-Osmanlı geleneğini sürdüren model, tek idi. Siviller şikayet eder (şimdi gazete makaleleri vasıtasıyla) din adamları onların protestolarına haklılık sağlar ve camilerde Cuma vaazlarıyla hoşnutsuzluğu yayarlar ve askerlerde rejimi devirmek için gerekli gücü elde ederlerdi.

-Ulemanın yeni toplum kavramlarına uyum göstermelerindeki yetersizliklerinden dolayı, Türk hürriyet tarihi giderek artan bir ölçüde, laik entelektüellerin işlevi olmuştu.

-Sultanın isteği üzerine hükümdara itaati emreden 25 hadisin derlenmesi II.Mahmud’un siyaset teorisinin tek ama çok önemli bir katkısı olarak görünüyordu.

-Günlük dildeki zengin bir edebiyatın yararının güçlü milli bağları yaratması olduğu fikrinin ilk defa ortaya çıkışı Namık Kemal’in yazılarındadır.

-Türkiye, kelimenin mutad anlamıyla gelişmekte olan bir ülke değildir; o, birkaç asırdır bünyesinin özelliklerini sürdüren bir devlettir.

-Türkiye, yakın zamanlara kadar Marksist fikirlerin kök salamadıkları ve marksist partilerin köprübaşı oluşturamadıkları bir ülke olarak tanınıyordu. Türk Marksizminin teorisyenleri, muhtemelen tüm dünyadaki Marksist teoriye katkıda bulunanların en yetersizleriydiler. Bu kavrayış eksikliğinin, endüstriyel altyapı yokluğuyla hiçbir ilişiği yokmuş gibi görünüyor. Yüzyılın başlarında, ömürlerinin 15 yılından fazlasını Londra, Paris ve Cenevre’de Abdülhamid’e muhalefetle geçiren Jön Türklerin hiçbiri, ister yazılarında, ister bilinen mektuplaşmalarında olsun, bir kere bile Marx’a atıfta bulunmayışları, Türk siyasi düşünce tarihinin çarpıcı bir özelliğidir. Bununla birlikte, Marx’ın böylesi bir ihmali, Birinci Dünya Savaşı öncesinde Avrupa’da bulunmuş Japon ya da Çin entelektüellerinin bir karakteristiği değildi.

-Demokrat Parti’nin muhalefete yönelik tahammülsüzlüğü, seçkin kültürden farklı olmakla beraber, Türk kırsal nüfusunun daha müsamahalı olmadığını gösterir.

-Köylünün korunması gerektiği yolundaki Osmanlı devletinin tavrı, eylemde gözetilmekten çok yersizlik olarak görülmüş, ama Osmanlı’nın çöküş sürecindeki olaylar boyunca bir ideal olarak varlığını sürdürmüştür.

-İnönü’ye göre, Atatürk –Türklere münhasıran kalması şartı ile- Türkiye’de iktisadiyatı geliştirecek bir grubun palazlaşmasına taraftardı. İnönü ise kendini daha “devletçi” bir uçta görüyordu.

-Türkiye’de toplumsal hareketlilikle ilgili olarak akılda tutulması gereken; şehirlere göçle birlikte, kasabalardaki küçük iş, zanaat ve meslekler düzeyindeki yapının yeni kişilerce doldurulduğudur. Bu bakış açısı altında toptan sosyal değişme, şehirleşmeden kaynaklanandan çok daha büyük olmaktadır.

-Modern milliyetçilik anlayışını “ülke”ye dayandırma çabası Yeni Osmanlılarla başlamış olan bir çaba idi.

İletişim Yayınları, 2018 basım.

DİN VE İDEOLOJİ – ŞERİF MARDİN

-Vaziyet alış bir insanın –dünyanın diğer görüşlerinden ayırt ettiği bir dünya görüşü karşısında- davranışlarından çıkarılmış psikolojik süreç örgütlemesidir.

-Aydınlar katında meydana getirilen ideolojilerin “yönetilenler” katındaki ideolojilerle kesiştiği bir alan vardır: O da, ikisinin de esas itibariyle bir “anlama” fonksiyonu ifa etmesidir. Her ikisi de, çapraşık, anlaşılması zor bir dünyayı düzenleyen entelektüel kalıplardır.

-Marx’ın din için “halkın afyonu” tabirini ilk defa kullandığı “Hegel’in Hukuk Felsefesinin Kritiği” adındaki makalesi Feuerbach’ın fikirlerinin tesiri altında yazılmıştır.

-Kültür, toplum yapısı şekillerinin kaybolmamasını sağlayan araçların anlamlılık ve aynı zamanda iç anlamlılık ve tutarlılığının incelenmesidir.

-İslamiyet esas itibariyle mevcut olan bir şehirsel yapının üzerine kurulmuş bir yapıdır, fakat bu şehirsel yapı gelişmemiş olduğundan dinin birleştirici rolü burada her zamankinden kuvvetli olmuştur.

-İslam inancının bu yapısal-pekiştirici rolü dolayısıyladır ki İslam dininden –az da olsa- ayrılanlar İslam devletinin dışında kalırlar. Bunlar böylece bir anda hem zındık, hem toplumdışı ve hem de devlet dışı kişiler olurlar. İslam’ın kendinden ayrılma eğilimi gösteren küçük dinsel grupların ihaneti üzerinde bu kadar sert bir şekilde durmuş olması, her dinsel grubun potansiyel olarak yeni bir devlet kurma tehlikesini getirmesindendir.

-İslami toplumlarda, Batı toplumlarında çok daha önemli bir fonksiyon olan “değer”lerin yerine “normlar” geçmektedir. Kişisel planda tercihler daha azdır. İnsanlar, Riessman’ın ifadesiyle “dışa dönüş”tür. Ne yapmaları gerektiğini, kendi vicdanlarıyla yaptıkları bir muhasebeden çok toplum normlarında ararlar.

-“İslam’ın bir toplum yapısı olarak özelliklerini beğenmeyenlerin bir alternatif olarak sufiliği kullanmaları ilk defa bir milli duygu meselesi dolayısıyla ortaya çıkmıştır. İslam’ı Arapçılığın üstünlüğü kabul eden sonradan İslam’a geçme milletler, İslamiyet'in bu gediğini bir protesto olarak kullanmışlardır.” Gibb

-Orta Asya Türkleri İslamiyet'e geçtikleri sıralarda İslamiyet'in kendi göçebe yapılarına uymayan özelliklerini kolayca kabul etmediler. Bilhassa kadın-erkek ayrılığı, şarap yasağı gibi normlar kendilerince kolay benimsenmedi. Orta Asya’dan Şamanlıkla karışık gelen inançlara en yakını “sufilik”ti. İslamiyet'le geleneksel Türk yapısı arasındaki bu uyumsuzluk, Türkler şehirlere yerleştikten sonra kurumlaşmış bir şekil aldı. Bir taraftan şehirdeki seçkinler İslam’ı olduğu gibi kabul ederken, şehir medeniyetinin dışında kalan Türkmen aşiretleri ve bir dereceye kadar seçkinlerden olmayanlar, İslam’ın heterodoks sufi şeklini tercih ettiler.

-Celali isyanları adını verdiğimiz ve Osmanlı imparatorluğunun 17.yüzyılda altını üstüne getirmiş olan hareketler, Anadolu’da resmi ulemanın dışındaki bir zümrenin halk arasında prestij sağlamasının ikinci bir halkasını teşkil ediyor.

-Genel olarak Celali isyanlarının sonucu, halkı soyma faaliyetlerine katılan ümera ve kapıkullarından halkın nefret etmesi, diğer taraftan halkın kendi katında olan ulemaya karşı her zamankinden büyük bir yakınlık duymaya başlaması olmuştur.

-Fakat tarikatların uzun vadedeki tesirlerinin en önemlisinin Osmanlı imparatorluğunun batışıyla ortaya çıktığını söyleyebiliriz. Bu tesir Gibb’in işaret ettiği gibi, tevekküldür. Gizemciliğin insanları bu dünyanın ötesinde işaretler aramaya sevk eden eğilimi, Osmanlı imparatorluğunun gerilemesini ”ilahların gazabı”na bağlamayı mümkün kılmıştır.

-Tek parti devrinde, partinin eylemini açık olarak tartışmak isteyen kimselere “karıştırıcı” dendiği zaman, bunun çok samimi, toplumun bir bütün olduğu fikrine ve bölünmesinin “haram” olduğu düşüncesine giden bir yönü vardı.

-Türk ticaret siyaseti, ithalata %3 vergi koyarken, ihracata %12 vergi koyduğu için eleştirilmiştir. Gümrük vergileri, gelir kaynağı olarak kullanılmıyordu. Daha çok gelir ihtiyaç duyunca, hükümet borçlanmaya değil, vergi zammı ya da para değerini düşürme yoluna gidiyordu. Bu siyaset geleneği, patrimonyal bürokratların tüketim düzenlerinin güçlerinin sürüp gitmesi için şart olduğu inancına bağlılıklarının bir sonucu olarak yorumlanabilir. Osmanlı hükümdarlarının ithalata karşı hayati bir ilgileri olduğu halde, ihracata karşı böyle bir ilgileri yoktu.

-Bürokrasiyi dengeleyecek  iktidarın yokluğu, Osmanlı Devleti’ndeki etnik azınlıkların, koruma için Batı devletlerine başvurmaları sürecini açıklamaya yardımcı olmaktadır.

-1870’lerde “çalışan fakirler” kavramını meşrulaştırma işinin, zanaatların Avrupa’nın iktisadi yayılması yüzünden çok zor duruma düştüğü bir sırada; fakir bir zanaatkar ailesinden gelen bir gazeteci tarafından yapılmış olması tamamen bir rastlantı olamaz. Ahmet Mithat Efendi adını taşıyan bu adam, Türkiye’de Samuel Smiles’in düşüncelerinin yayıcısı olmuştur. Böylece geleneksel fakat bastırılmış hisbe düşüncesi yeni bir biçimde ortaya çıktı. Sonraki Türk radikalliğinin çok defa eski eşitlik kavramından geldiği görülebilir.

-Zaman zaman Türkiye’de bir kapital birikmesinin devlet çıkarlarını engelleyeceği düşünüldüğü zaman –Varlık Vergisi konusunda olduğu gibi- devlet pazar mekanizması yoluyla kendisine karşı çıkanları yok etmeye tereddüt etmemiştir.

-Halk kültürü ile seçkinler kültürü arasında bir uçurum olması, seçkinlerin dine önem veren kimseler olsalar bile, “Halk İslamı”nı kuraldışı saymalarıyla sonuçlanmıştır.

-Ziya Gökalp, Mehmed Akif ve Şemsettin Günaltay aynı temellerden hareket etmişlerdir. Reformları  Sünni İslam’ın ortodoks şekline yeni ve “medeni” bir şekil vermek üzerinde durmuştur. Bu tutumlar uzun vadede, bir halk dini olduğunu bilen ve onu ciddiye alan şıhlara, hocalara ve batıl itikat ticareti yapanlara yaramamıştır. Onlar “hurafe”yi ciddiye aldıkları için köylü ile alt tabakadan gelen adamla aynı dili konuşabiliyorlardı. Buna karşılık köyde 1950 yılına kadar Ziya Gökalp’in Türkçe ezan hakkındaki fikirlerinin paylaşılmadığını biliyoruz.

-Türkiye Cumhuriyetinde tüzel kişiliğin hukuk teorisine girmesi ve Batılı hukuk normlarının tatbiki, ilk defa olarak dine, devletten ayrı olarak teşkilatlanma şansı tanımıştır.

İletişim Yayınları, 2010 basım.


SİYASAL VE SOSYAL BİLİMLER – ŞERİF MARDİN

-20.yüzyılın başlarında cereyan eden bir tıp kongresinde Freud’un nazariyeleri ilk defa tebliğ edildikleri vakit, delegelerden biri, bu yepyeni görüşlerin kendisinde yarattıkları tepkiyi şu sözlerle ifade etmişti: “Bu gibi mevzuların açıklanacağı yer bir tıp kongresi değil, bir polis mahkemesidir.”

-Osmanlı devlet adamlarının uzun zaman yapamadıkları “fikri atlama” savaşa dayanan bir iktisadiyat konseptinden vazgeçip “verimlilik” esasına dayanan yeni bir iktisadi anlayışa geçmemiş olmalarıdır.

-Osmanlı iktisadi muhayyilesinin uzun zaman devam edegelmiş olan kısırlığı bizi ilgilendiren husustur. “Kısır” sıfatını kullanabilmemizin sebebi, Osmanlı devlet adamlarının yeni gelir kaynağı ararken verimsiz olan bazı çarelere başvurmuş olmalarındandır. Bu çareleri dört başlık altında toplayabiliriz:

1-Eski tımar sistemini en eski şekliyle yeniden canlandırmak

2-Vergileri artırmak

3-Sikkenin tağyiri

4-Müsadere sistemi

Osmanlı imparatorluğunda iktisadi düşüncenin modernleşmesi bu dört esastan uzaklaşıldığı derecede gerçekleşebilmiştir diyebiliriz.

-Müsadere önceleri, devlet malını zimmetine geçirenler hakkında uygulanan bir çareyken, sonra mali tedbir haline getirilerek umumiyetle memuriyetleri sırasında servet edinmiş olanların mallarını ellerinden almak için kullanılmış bir usuldü.

-Hususi mülkiyetin korunması mefhumunun Osmanlı devlet adamlarının fikirleri arasında yer etmesi memleketimizde iktisadi düşüncenin gelişmesi bakımından muhakkak ki bir dönüm noktasını teşkil eder.

-Yeni Osmanlılar, Osmanlı imparatorluğunun iktisadiyatı noktasındaki teşhis ve tekliflerini iki noktada topluyorlardı; Bir kere onlardan bir kuşak önce eser vermiş olan aydınların “lüzum-ı sa’y ü amel” çağrısını yetersiz addediyorlardı. Onlara göre imparatorluğun iktisadiyatının düzeltilmesi her yönden yürütülmesi gereken bir işti. İkincisi; onlara göre Osmanlı imparatorluğu sonu gelmeyen istikrazlarla (borçlanmalarla) kendini hiçbir zaman kalkındıramazdı. Yegane hâl çaresi yerli bir tüccar zümresi meydana getirmek, yerli bankalar tesis etmek, yerli sanayiyi sağlam esaslara oturtmaktı. Aydınların yapmaları gereken işse milleti bu yolda, yani milli enerjilerini toplama yolunda teşvik etmekti.

-Türk lisanında yapılan ilk Marksist analiz Gaspıralı İsmail Bey’in Kozan’da çıkardığı Tercüman’ın sütunlarında görülmüştü. Bu tahlilinde Gaspıralı, Ermeni meselesinin esas itibariyle bir iktisadi mesele olduğunu ileri sürüyor ve Ermeni cemaatiyle etrafında yaşayan Kürt aşiretleri arasında iktisadi gelişme bakımından bir dengesizlik olmasına bağlıyordu.

-Mizancı Murad Bey’in Türk iktisadi düşüncesine getirdiği bir yenilik ziraatin, sanayinin ve ticaretin paralel olarak geliştirilmesi zaruretine inanmasıydı.

-İttihatçıların, karaborsacı Kara Kemallerin yardımlarıyla tesis etmeye çalıştıkları milli iktisadi müesseseleri kurmakta kullandıkları usullerde rasyonellik payı çok küçük, Osmanlı unsuru apaçıktı. Varlık vergisi tecrübesi, bu faktörlerin, çok Batılılaştığımızı zannettiğimiz bir anda bile kendilerini gösterebileceklerini ispat etti.

-Eğitim insanları uysallaştırmaz, onları daha kabarık isteklerle yüklü kimseler olarak karşımıza çıkarır. İsyankar İttihatçılar, çöken bir eğitim sisteminin değil Sultan Abdülhamid'in temelden değiştirdiği bir eğitim sisteminin ürünleriydi.

-19. ve 20.yüzyılda kaydedilen gerçek bir gelişme varsa o da fakirliğin bir ahlaksızlık sonucu olduğu şeklinde değerlendirmeye bir son verilmiş olmasıdır.

İletişim Yayınları, 2019 basım, 14.baskı

12 Ağustos 2025

KARA DEFTER ATATÜRK'ÜN SİLAH ARKADAŞI İHSAN ERYAVUZ ANLATIYOR - KAMİL MAMAN

-Halbuki bunlar, Dersimlilier de öz be öz Türk idiler. Hem de Oğuz neslinden, nispeten kanının saflığını muhafaza etmiş halis Türk. Oradan hatıra defterime yazdıklarımı aynen aktarıyorum, "Zavallı Türklük. Dört tarafından manen maddeten hücuma uğramış; tarihi, dış güçlerin hilesi, ihaneti, tecavüzü ve taarruzu ile dahilin cehaleti, körlüğü, binbir fesadı ve ihtilafları ile dolu. İnsanları birlik fikrinde birleştirmek, kardeş hayatı yaşatmak isteyen din, bize milletimizi unutturmuş aynı zamanda birlik değil fakat ihtilaf içinde bırakmış. Şu zavallı Türk, beni "Sünni" diye sevmiyor; ihtimal ki, bizim içimizde de onlara "Şii'dir" diye tiksinti ile bakanlar var. Zavallı Türklük! (32-33)

-Bir gün Başkumandan Vekili Enver Paşa, beraberinde Ordu Kumandanı Vehib Paşa ve kurmayları olduğu halde kolordu karargahına gelmişler. Öğle yemeğini beraber (kolordu karargahında) yiyor idik. Vehib Paşa esasen, Erkan-ı Habr Mektebi'nde sınıf arkadaşı bulunan Kolordu Kumandanı Yusuf İzzet Paşa'yı Başkumandan Vekili'ne takdim etmişti. Yemekte de söz olsun diye Yusuf İzzet Paşa'nın Kafkasya Nârı müellifi olduğunu söyledi. Herhalde Enver Paşa Kolordu Kumandanının aşırı Çerkesçi olduğunu biliyormuş. Çehresini o anda hiddetlenmenin verdiği bir kırmızılık bürüdü. Gayet ciddi, vakur, aynı zamanda da hissolunacak derecede asabi lisan ile, "Burası Türk ilidir ve bu ordu bir Türk ordusudur, bu orduya mensup olan herkesin vazifesi evvela Türk olmaktır. Türklük'ten gayrı bir milli inanca sahip olanlar istediği yere gidebilirler" demişti. Vehib Paşa söylediğine söyleyeceğine pişman olmuş, aynı zamanda yemek masasını derin bir sükût kaplamış idi. (11.dipnot/Metnin orijinalinde derkenarda "Enver Paşa'nın Yusuf İzzet Paşa'ya Çerkeslik için ihtarı" şeklinde not düşülmüş) (35)

-Vaktiyle İran hükümdarlarından, "Nadir Şah" Osmanlı Devleti'ne, "Şiiliği bir mezhep olarak tanıyınız. Türk ve İslam arasındaki şu ihtilaf kalksın. Siz Osmanlılar batıda, biz İranlılar burada Türklüğün yücelmesine çalışalım" demiş. Ve fakat şu temiz ve milliyetperverane olan talep meşihat makamının bağnaz ve idraksiz zihniyetinde bir yer bulamamış idi. Münevverlerimiz Meşrutiyet devrinde olsun memleketi idare edenlerimiz bundan bir ilham almamalı, İslam ailesi dahil milyonlarca insanın kabul ettiği bir mezhebi sümme't-tedarik reddetmekle ancak İslam vahdetinin kırılacağı düşünülmemeli mi idi?  (49)

-Halk o kadar hükümetten soğumuş bulunuyor idi ki, velev haklı, hak ve adaletin gereğine uygun dahi olsa hükümet namına yapılan her icraat onu tiksindiriyordu. Bu ruh halinin karakterimiz üzerinde izlerini bugün dahi görmekteyiz. Bugün kanuna, nizama aykırı gelmiş bir mesulü himate etmeyi onun suçunun sabitliğine işaret edecek vesaikaları adalete bildirmekten çekinmeyi, alicenaplık ve mertlik belirtisinden addeden Türk eşkıyalara, başıbozuklara destanlar tertip eden Anadolu bu ruh hali ile ancak hükümete karşı güvensizliğini göstermiş, hükümetini kendisinden addetmemiş olmuyor muydu? (56-57)

-40.dipnot/Hazret-i Ali'nin bir sözü rivayet olunur, "Çocuklarınızı ancak kendilerinin içinde yaşayacaklaı zamana göre terbiye ediniz" dermiş. Baştan aşağı bir hikmet ve pedagojide değişmez bir kural olan bu söze bilgisizliğimizden pederim beni her şeyden ziyade izzet-i nefsime, benlik ve haysiyet-i şahsiye hislerime düşkün olarak yetiştirmişti. Zamanımın hayat ve ihtiyacatına uymayan bu yetiştirme tarzının ben çok elem ve ızdıraplarını, zarar ve ziyanlarını çektim ve halen çekiyorum. (66)

-Anavatanımız kısmen düşman ayağı altında inler, otuz-kırk milyon ırkdaşımız Çarlığın esaret ve boyunduruğunda mihnet ve ıztırap çeker iken vaktiyle Türk ordularının Viyana kapılarında Fransa içlerinde, İtalya arazisinde işi ne idi? Nesli, dili, dini, kültürü ayrı olan ecnebi milletlere jandarmalık yapmak, Türk olmayan toprakların müdafaa ve muhafazası için Türk çocuğunu, Türk ordularını saygısızca heder ve telef etmek bu ne büyük gaflet ne kadar kör bir siyaset imiş. Her milletin şuurlandığı ve milli heyecan ile coştuğu son asırda biz Osmanlı devlet ve Türklerinin bu milli hissisliğimizi, bu korkaklık ve yüreksizliğimizi tarih ve torunlarımız acaba nasıl muhakeme edecektir? (72-74)

-Doktor Rıza Nur'un Türk Tarihi namındaki eserinin birinci cildinde Mondros Mütakeresi bahsinde, "Mütarekeyi imza eden Rauf Bey, İngiliz Amirali (Kaltrop)'un (49.dipnot/ İngiliz Akdeniz Filosu Komutanı Amiral Calthorpe) baskısıyla hükümetten talimat gelmeden müttefiklerin verdikleri sözlü teminata inanarak imza etmişti. Bu konuda Anadolu Millî Mücadelesi zamanında Rauf Bey'den bizzat, "bizi aldattılar" sözünü birkaç defa işitmişimdir. "Bu mütareke imza edilmiş idi. İngilizlerle Fransızlar arasındaki rekabetten dolayı daha ucuz bir mütareke anlaşması belki de mümkündü" diyor. Darılmasınlar amma herhalde devletin hayatı ve kaderi mevzubahis olduğu bir anda düşmanlara aldanmak, böyle mühim meseleyi müzakereye memur bir siyasi için şerefli bir hadise olmasa gerek. Şimdi ne yapılacaktı? Son ana kadar "sonunda zafer" teranesiyle memleketi, halkı aldatan tek taraflı sul taraftarı göründüğü için Yakub Cemilleri kurşuna dizen vatanperver arkadaşlar: Talatlar, Enverler, Cemal Paşalar felaketle yüzyüze gelindiği bir zamanda herhangi adi politikavılar gibi vatanı da milleti de terk ederek sevgili hayatlarını kurtarmak kaygısıyla bavullarını alıp İstanbul'dan kaçmışlardı. (84)

-Doğrusunu söylemek lazım gelirse Türk tarihinde Vahideddin gibi bir padişah, Ferid ayarında uğursuz, kötü bir sadrazam görülemez. Ferid Paşa memlekete hizmeti dokunmul ne kadar milli kurum var ise yıkıyordu. Bu cümleden Donanma Cemiyeti'ni de "Bir İttihat ve Terakki ocağıdır" vehmiyle kaldırdı. (89)

-Mustafa Kemal Paşa öteden beri gerçi fazlaca işrete ve sefahete meyilli ve ahlaki kayıtlara riâyetkar olmamakla beraber hudutsuz bir ihtirasa da sahiptir, diye tenkit olunurdu. Fakat çok zeki idi. (95)

-Bir gün Yeşilköy'de bir mevlüd cemiyetinde Ferid Paşa Hükümeti'nin hararetli taraftarlarından meşhur Hoca Mustafa Sabri ve Refik Halid Bey ve efendilerle buluşmuştum. Mustafa Sabri Efendi, Anadolu'nun hassasiyetiyle pervasızca eğleniyor; Mustafa Kemal Paşa ve taraftarlarıyla ağır surette alay ediyordu. Onun fikrince bu bir "İttihat ve Terakki" oyunu idi. İşin başında bulunanlar "Memleketi müdafaa edecek ve kurtaracağız" bahanesiyle zaten elinde avucunda bir şeyleri kalmamış olan milleti son bir defa daha soyacaklar. Ondan sonra çoktan anlaştıkları Ruslara, Bolşevik diyarına katılacaklardı. Bu hainlik idi, alçaklık idi. Buna inanmak ise hayvanlıkrtan daha beter bir şuursuzluk idi. Dayanamadım karşılık verdim Gerçi bu karşılık benim için büyük bir tedbirsizlik sayılabilirdi. Çünkü esasen ben orada saklı gibi birşeydim. Muhatabımın ise beni hemen Kürt Mustafa Paşa'nın Divan-ı Harbi'ne göndermeye kudreti aşikardı. Ne çare? Zabtım mümkün olamamıştı. (99)

--Olayları, tabii seyri üzerinde sırasıyla takip edenlerce bilinmesi lazımdır ki memleketin kurtuluşuna yönelik bugün bu milli teşkilat ve harekât şu veya bu şefin bir eseri olmaktan ziyade düşmanlarımızın hileli bir mütareke ile memlekete uygulamak istedikleri taksim ve istila kararlarının milletin vücdanında uyandırdığı bütün kızgınlığın fiili bir görünümü idi. Bunu görmemezlikten gelerek şu veya bu ferdin bir eseri gibi göstermek yalnız bir gaflete düşmek ve tarihe karşı hakikati gizlemek değil, aynı zamanda Türk Milleti'nin kendi istiklal ve hakimiyetine karşı olan büyük hassasiyetine nanköt bir hürmetsizlikte bulunmak demektir. Zaten hangi bir toplumsal hadise, bir değişim bir ferdin eseridir? Tek bir kişinin kârıdır. Görünürde o hadise üzerine etkili gibi gözüken bir şef bile gerçekte o hadiseyi yapan milletin ruhunda, hissiyatında, iman ve inancında menkuz bir sebepler dizisinin yarattığı bir varlık değil midir? (141-142)

-Birinci İnönü mukavemeti, bu harpte Yunanlılara karşı ordunun ilk başarısı idi. Manevi gücü yükseltmek, netice ve zafer hakkında endişeli bulunanların ümit ve cesaretlerini takviye etmek için bu hadiseyi layık olduğu derecede şişirerek kamuoyuna büyük bir zafer şeklinde göstermek o an için pek lüzumlu ve asla ihmal edilmeyecek bir siyaset idi. Bu yapıldı. Batıda İsmet, güneyde Ref'et Beyler zamanın birer İskenderi gösterilerek edebi kıymetine paha biçilemeyecek derecede veciz, sanatlıi gözleri kamaştıracak, insana hakikati görmeye mani olacak mertebede elde edilmiş tebriknamelerle takdir edildiler. Ve bu şahane takdirnameler mecliste açık celsede okundu. Gazetelerle, risalelerle nutuklar millete neşrolundu. Ref'et Bey, reis ile beraber yürüdüğü müddetçe bu şerefli halde idi. İsmet Bey ise son zamana kadar Gazi'nin solu gerisinde, binaenaleyh hep bu şan ve şeref kitabesinin içinde kaldı. Hakikat şu idi: Yunanlılar kendilerine katılan Edhem ve kardeşlerinin ordu aleyhindeki abartılı açıklamalarına inanmış, bilhassa Edhem ve kuvvetlerini kendi saflarında görerek bu harekata hazır olmadıkları halde bedava bir zafer elde etmek hayali ile vakitsiz harekete geçmişlerdi. İhtimal Yunanlılar bir ordu ile karşılaşmayacaklarına da ikna edilmişlerdi. İnönü'de karşılarında düzenli bir kuvvet görünce Edhem ve kuvvetlerinin iki gün içinde perişan ve darmadağın olduğunu dikkate alarak Yunanlılar muharebeyi bırakıp geri çekildiler. Bunula birlikte 1337 senesi Ocak başlangıcı Türkiye'nin mukadderatı üzerinde mutlu ve hayırlı günler olmuştur. İnönü Muharebesi daha ziyade Kütahya Ovası'ndaki bastırma harekatı, Ankara'daki "Büyük Millet Meclisi Hükümeti"ni bir çete hükümeti olmaktan kurtarmış, küçük ve fakat düzenli, kanunlara uyan bir orduya sahip hukuki, kanuni, halkçı bir devlet vasfına sokmuştu. (166)

-Gene bir gün Reis Paşa kendisine muhalefet eden Mersin Mebusu Selahaddin Bey'e mecliste, "Sen İngiliz torpidosuyla Anadolu'ya geldin" demişti. Bu söz, çoğunluğu muhalefetin samimiyetinden şüpheye düşürmek, vuku bulan itirazları birtakım gizli emellere bağlı göstermek için yine kasten söyleniyordu. Selahaddin Bey cevaben "Benim ne suretle İngiliz torpidosuyla geldiğimi siz pekâlâ bilirsiniz. Ondan sonra bana devletin silahlı, mühim bir kuvvetini bırakan, Sivas Kolordusu'na kumandan tayin eden siz; nihayet mebus olarak seçilmeye işaret eden yine sizsiniz. O zaman ne için İngiliz torpidosuyla geldiğim dikkate alınmadı? Düşüncelerimizi serbest söylediğimiz, doğruluğuna inandığımız, fikirlerimizi müdafaa ettiğimiz için mi şimdi ima ile isnatlarda bulunmak isteniliyor? Günahtır, günah" demişti. Selahaddin Bey sözlerine şunu da ilave edebilirdi, "Siz de vaktiyle Vahideddin tarafından hususi bir itina ile ve kim bilir ne gibi ihsan ve vaatler ile Anadolu'ya gönderilmiş idiniz. Vicdanlarına muhalefet etmiş olmamak için bugün kimse size karşı böyle bir taktikte bulunmak istemiyor." (181-182)

-İtiraf mecburiyetindeyim ki Birinci Büyük Millet Meclisi’ni ondan evvelki bütün kanun yapan meclislerden ayıran genel özellikleri olarak azasının daha ziyade halkı temsil etmesinde, hususi olarak yüce kapısında temiz ve aynı zamanda kudretli karakterde bir muhalefet bulundurmasında idi. (193)

-Teceddütperverler, Batı Medeniyeti’nin bu bariz üstünlüğünü görüyor, onun sebeplerini ve gerçek yol göstericilerini biliyor; bu medeniyeti bir bütün halinde bütün esaslarıyla, ruhuyla, şekliyle almak istiyordu. Bana gelince ben bu teceddütperverlerin hem de ön safında bulunuyordum. “Batı Medeniyeti’ni kabul edersek milliyetimizi kaybederiz, dinimiz elden gider” bu söz manasız bir korku; bir safsata mahsulü idi. Batı Medeniyeti milliyetleri yok etse Batı’da bugün olgunlaşmış bir Almanlık, onun yanı başında bir Fransız, biri de İngiliz vd. milliyetleri yaşar mıydı? Bilakis “reel” olan bu idi ki, bir toplumda medeniyet derecesi arttıkça milliyet fikri yükseliyor ve kuvvetleniyordu. Dini ise bu mevzuya karıştırmak büsbütün manasızdı. İnsanları ruhen, seviyeten yükseltecek, ruha her türlü anlamın başlangıcı olan muhabbetullahı, vicdanlara ahlak, fazilet ve vazife-iştiyaklar telkin edecek, insanlara irade bağlayacak bir dinin siyasetle alakası ne olabilirdi? (240-241)

-Bir aralık söz, Tiflis’te Ermeniler tarafından şehit edildiği duyulan Cemal Paşa’nın vurulması meselesine geldi. Başkumandan Paşa çok müteessir bir vaziyet alarak Aralof yoldaşa, “Rusya Devleti’nin hüküm ve nüfuzu altındaki bir memlekette bu cinayet yapılsın ve katiller tutulamasın, bu çok dikkat çekicidir. Emin olunuz ki başta ben olduğum halde Türkiye’de bütün halk bu hadiseden cidden büyük bir ıztırap ve teessür duymaktayız. Bunu Moskova’ya böyle yazmalısınız” diyor. Aralof yoldaş da üzülerek, “Herhalde intikam peşinde koşan bir Ermeni olması lazım gelir. Katilin tutulup cezasını göreceğine” dair Paşa’ya söz vermeye çalışıyordu. (254)

-Mecliste bir kısım aza üzerinde öteden beri Mustafa Kemal Paşa’ya bir güvensizlik var idi. Her nedense Mustafa Kemal Paşa’nın hudutsuz bir ihtiras taşıdığı, mutlaka devlet reisi olmak, ondan sonra da keyif ve hevesine uyarak memlekette istediği gibi hükmetmek isteyeceği hakkında birçok mebuslar endişe besliyorlardı. Esasen sırf bu endişe sebebi ile Mustafa Kemal Paşa daha Milli Hareket’in başlangıcında Erzurum Kongresi’ne kabul edilmek istenilmemişti. (301)

-Erzurum ve Sivas kongrelerinden sonra da İstanbul gibi, Erzurum gibi mühim müdafaa-i hukuk merkezlerinin Heyet-i Temsiliye ile olan muharebeleri araştırılırsa, bu itimatsızlığın bariz vesikalarına tesadüf mümkündür. Fevzi ve İsmet Paşaların bile kalplerinin derinliklerinde, hakkında itimatsızlık ve endişe hisleri saklı duran Mustafa Kemal Paşa’ya mecliste bir kısmın bilhassa İkinci Grup’un emniyet göstermemeleri hiç de garip görülemezdi. Son zamanlarda Fikriye Hanım’ın intiharı, bir mektepli kızın gece mektepten aldırılarak Çankaya’ya getirilmesi söylentisi, mebus Ali Şükrü Bey’in boğdurulması vd meseleleri mecliste zaten bulanık olan havayı büsbütün karartmış; mevcut endişe ve itimatsızlığı daha ziyade artırmıştı. (303)

-Muhitteki son alakasızlıkta fırka ve siyaset “taktik”inin de etkinliği aşikardı. Erzurum Kongresi’ne zor ile ve yalnız Kazım Karabekir Paşa’nın ısrar ve işaretiyle kabul edilen Mustafa Kemal Paşa “Heyet-i Temsiliye Riyaseti” mevkii icabı mücadele esnasında her hadisenin başında gözükmüş, savaşa ait bütün başarıları, hatta tek başına milli kalkınma hadisesini bile kendi ilhamının eseri gibi göstererek şahsa mal etmek eğilimine düşmüş. Bazı yakınları da onun sürekli artan nüfuz ve büyüklüğünü fırka ve kendi menfaatlerine uygun bularak sürekli beslemiş ve büyütmüş, onun zekası deha derecelerine çıkarılmış, mevcudiyetine adeta insan üstü bir mahiyet verilmek istenilmiş. Her şeyi o yapmış olmuş. Kendisine dahi, Türklük milli peygamberi vd. daha bilmem neler denilmiş. Millet ile hakikat arasına, hakikatin gösterilmesine mani bir perde gerilmiş. (308)

-Ortada bir fırka vardı. Onun meclisteki grup teşekkülü icabı kuvve-i icraiyyeyi kontrolde dahi ihmalkar idi. O fırkanın bir harici teşkilatı, kulüpleri, ocakları görülüyordu. Oraya bağlananlar da devlet ve memleket işlerinde görüş, düşünüş ve görüş birliğinden uzak sebeplerle bu oluşuma girmiş bulunuyordu. Daha doğrusu bu fırka değil; adeta bir yeni “din” idi. Nasıl ki bir dinde Allah tarafından kendisine indirilen vahiy ile işleri yürütür bir peygamber başta; onun etrafında ashap bulunur, ümmet ve ümmet içinde fert yalnız kendilerine tebliğ olunan kuralları tartışmasız kabul ve o kuralların icaplarını yapmaya mecbur tutuluyor idiyse bunda da baştaki “dahi” denilen zatın düşünceleri emir ve iradeleri bazen bizzat, bazen de yakınları vasıtasıyla gruba, fertlere tebliğ kılınır ve o tebliğ hemen itirazsız icra olunuyordu. Yalnız bu dahi ilhamını vahiy suretiyle ilahi bir canipten alamıyordu. O bunu, muhitten almayı düşünmüştü. Ve zaten Mustafa Kemal Paşa peygamberlerin dahi ilhamlarını, içinde bulundukları hadiselerden ve muhitlerden aldıklarına inanmış idi. Mustafa Kemal Paşa, muhitine muhtelif karakterde görüş, düşünüş ve telakkileri ayrı ve biri diğerine karşı olmak üzere her çeşit zevatı toplamıştı. O yalnız muhitindekilerden bir özellik istiyordu: Kendisine bağlı kalmak ve bu bağlılıkla yalnız onun tasavvur ve düşüncelerine, teşebbüslerine destekçi ve alet olmak. (328)

Timaş Yayınları, 2014 basım, 1.baskı.

CANLI TARİHLER 1.KİTAP – HAZIRLAYAN: SEZGİNCAN YAĞCI

  İSMAİL FENNİ ERTUĞRUL (MAYIS-HAZİRAN 1856- 29 OCAK 1946) - Bay İsmail Fenni Ertuğrul, Prof. Ziyaeddin Fahri Fındıkoğlu’nun fikri bir vec...