-Çapanoğulları, Bozok bölgesinde voyvodalık yani devlet
adına vergi toplayıcılığı yaptıkları yıllarda zenginleşip gelişerek çok geniş
ve güçülü bir ayan ailesi durumuna gelmiş. İçlerinden hattat, şair ve bürokrat
yetişmiş. Mesela, Tanzimat döneminin meşhur şairlerinden Akif Paşa ve gazeteci
Agah Efendi bu aileye mensuptur. Elbette başkaları da var. Mesela aynı aileden
Kastamonu Müdde-i Umumi Muavini Yusuf Ziya Bey
Temaşay-i Celal-i Hüda ve
Temaşay-i
Alem adında iki kitap yazmıştır. Bu kitaplarda eski Yozgat’ı, çevresini,
kendi soyunun tarihini anlatıyor, bu sülaleden ve şehirden yetişen şair, edip
ve hattalardan, Yozgat ve çevresindeki ulema ve sufilerden, tekkelerden
bahsediyor. Yozgat hakkınd abaşka yerlerde bulunmayan çok değerli bilgiler
veriyor. (31)
-Babamın anlattığına göre, dayısıyla işte yine böyle bir
Yozgat dönüşünde, Yerköy yolunda Çapanoğlu İsyanı’nı bastırmak için Yozgat’a
gelmekte olan Çerkez Ethem ve müfrezesine rastlamışlar. Çerkez Ethem ve kardeşi
de faytonla, müfrezenin başında Yozgat’a gidiyorlarmış. Sarayköy denilen yerde
karşılaşmışlar. Babam, o zaman on dört yaşlarındaymış. Haberi duydukları için
faytondakinin Çerkez Ethem olduğunu tahmin etmişler. Çerkez Ethem babamın dayısına,
“Kongreci misiniz, şeriatçı mısınız?” diye sormuş. O zaman Milli Mücadele’yi destekleyenlere
bildiğiniz gibi “kongreci”, İstanbul hükümetinni destekleyenlere de “şeriatçı”
deniyordu. Dayısı birden sorulan bu soruya çok şaşırmış. Bereket bu arada, Çerkez
Ethem’in yanında oturan kalpaklı zat (ağabeyi Tevfik Bey), “Şeriatçı mısınız?”
dendiğinde, “Hayır deyin” anlamında kaş atmış. Onun üzerine, dayı durumu
anlamış ve “Kongreciyiz” demiş. Babam dayısının çok korktuğunu ama böylece
paçayı kurtardıklarını söylerdi. (40-41)
-Şeyhzade Ahmet Efendi, bu üç sufi geleneği şahsında
toplayan birisiydi gerçekten. Aile tasavvufi hayata ilk olarak büyük dedesinin
mensup bulunduğu Halveti tarikatı içerisinde başlamış. Adını aldığı büyük
dedesi Ahmet Şevki Efendi, yanılmıyorsam Sultan V.Murad’ın annesi Şevkefza
Hanım Sultan’ın şeyhlerinden. Kastamonu’daki Şeyh Şaban-ı Veli geleneğine
mensup bir Halveti şeyhi. Daha sonra, Yozgat’a yerleşiyorlar. Bu aile haddi
zatında Kafkas göçmeni. 93 Harbi’nde Türkiye’ye gelip İstanbul’a yerleşiyorlar.
Oradan Şevkefza Hanım Sultan, büyük Şeyh Ahmet Şevki Efendi’ye bir vakıf tesis
etmek üzere yüklüce miktarda para veriyor. O da Yozgat’a geldiğinde, şu anda
bitişikte kendi türbesinin de bulunduğu camiyi ve çeşmeyi inşa ettiriyor. Her
ikisinin de kitabesi vardır. Orada anlatılır bu hadise. Torun Ahmet Şevki
Efendi, Gedikhasanlı köyünde ikamet eden Şakir Efendi isimli büyük bir Nakşi
şeyhine intisap ediyor. Nakşi geleneği aileye bu şekilde bağlanıyor. Bilahare
Şeyhzade Ahmet Şevki Efendi’nin İstanbul’da büyük bir Nakşi-Kadiri şeyhi olan
Mustafa Hulusi Efendi’yle de bağlantısı olmu. O vesileyle de Kadiri geleneği
aile içerisine dahil oluyor. (48-49)
-Yozgat’ta okuma-yazma nispeti de oldukça yüksekti benim
çocukluğumda. Yozgat Lisesi, CHP’li meşhur siyasetçi Avni Doğan, meşhur hukukçu
Hıfzı Veldet Velidedeoğlu, ünrlü romancı Abbas Sayar gibi çok önemli
şahsiyetleri mezun etmiştir. (50)
-Benim bu okuldaki yedi yıllık tahsilim süresince bizzat
Yozgat’ın ileri gelenlerinden yalnızca İmam-Hatip Okulu Yaptırma ve Yaşatma
Derneği Başkanı, zengin bir manifaturacı ve babamın çok yakın dostu olan Hacı
Rifat Bacanlı, Şeyhzade Ahmet Şevki Ergin ve bir de babam çocuklarını buraya
göndermişlerdir. Topu topu şehrin varlıklı ailelerinden işte sadece üç öğrenci
idik. İki din görevlisinin çocukları vardı ki, bunlardan biri daha önce adını
zikrettiğim, Marmara İlahiyat’tan emekli hadis profesörü Mehmet Yaşar Kandemir,
diğeri Kayseri İlahiyat’tan emekli Prof.Muhittin Bahçeci idi. 1960’da yedi
sınıfta toplam 107 öğrenci olduğunu çok iyi hatırlıyorum. Bu saydıklarımdan
beşini çıkarırsanız, geri kalanların tamamı civar köylerden gelen fakir veya az
çok varlıklı aile çocukları idi. (74-75)
-Taha Akyol’u ve beni babalarımız her yaz tatilinde Kur’an
kursuna gönderiyordu. Babası Taha’nın Kur’an ve dini bilgiler öğrenmesini çok
istiyordu. Ben de İmam-Hatip okulunda aldığım dersleri takviye etmek için
gidiyordum. Kur’an kursundaki öğretmenlerimizden birisi, aynı zamanda
İmam-Hatip okulunda da hem Kur’an-ı Kerim hem din dersleri öğretmenimiz olan,
Yozgat Cami-i Kebir-i (Çapanoğlu Camii) baş imam ve hatibi Hafız Fazlı
Lekesiz’di. Kendisi sonradan kayınpederim oldu. Çok muhterem bir zattır.
Kurradır, fevkalade güzel bir sesi ve tavrı vardır, musikiden anlar. Klasik
Osmanlı Kur’an tilavet geleneğini yıllarca sürdürmüştür ve ne yazık ki
Türkiye’de, hacca gidip gelen imamlarımızın bilinçsiz bir şekilde taklit
ettikleri Arap okuyuşuna alanı terk eden Osmanlı kıraat geleneğinin son
temsilcilerindedir. Kendisi zaten tahsiline 1946’dan itibaren İstanbul’da
Nuruosmaniye Camii’nde başlamış ve orada tamamlamış. İstanbul’un ünlü
kurrasından Hafız Fahri Kiğılı ve Hafız Hasan Akkuş Bey’in talebesidir ve
onlardan icazet almıştır. (87)
-Hadis dersine ise bu bilimle tek alakası, İstanbul
Üniversitesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü’nde “İslami Türk Edebiyatında Kırk Hadis”
isimli doçentlik tezinden ibaret bulunan, Prof.Dr.Abdulkadir Karahan
girmekteydi. İlginçtir ki doğru dürüst Arapçası bile yoktu, ibare okuyamazdı.
Biz onun bu durumunu bildiğimiz için bazen dersinden önce tahtaya biraz
çetrefil bir hadis yazar, o içeri girince: “Hocam şu hadisi okuyamadık, lütfen
okur musunuz?” derdik. Karahan bakar bakar, çıkaramaz, ya yalan yanlış okur, ya
da bize kızar, bağırıp çağırırdı. O dah asonra 4.sınıfta İslami Türk Edebiyatı
dersine geldi. (112)
-Zekai Konrapa ismindeki hocamız ise İslam Tarihi dersimize
gelirdi. Vaktiyle Şam İdadisi’nde hocalık yapmış, büyük tecrübeleri olan çok
hoş, sempatik bir insandı. Zaten derste İslam tarihinden ziyade idadideki
hatıralarını anlatırdı. Zevkle dinlerdik. Keşke onları zapt etseydik! (113)
-Ahmet Muhtar Büyükçınar Hoca ile tanışıklığım, hanımının
Yozgatlı oluşundan ileri geliyordu. Kayınpederi babamın müşterisi ve ahbabıydı.
Kayınbiraderi Yozgatlı Ömer Biçer de el-Ezher mezunudur. Demek ki orada tanışıp
yakınlaşmışlar. O da o dönemde İstanbul müftü yardımcısıydı. Hoca fisebilillah
ders veriyordu. Bir ara Turan sevgili ve İsmail Erünsal da benimle birlikte
geldiler. Sonra onlar bıraktılar, ben devam ettim. Bzı geceler akşam yemeğinden
sonra tek başıma Fındıklı’daki Yüksek İslam Enstitüsü’nden iki otobüs
değiştirerek ta Fatih Çarşamba’da Ahmet Büyükçınar Hoca’nın evine derse
giderdim. Bazı kış günlerinde yağmur ve kar altında gece saat 01.30, 02.00’de
Enstitü’ye yürüyerek döndüğüm olurdu. Çünkü o saatlerde otobüs bulunmazdı.
Böylece Yüksek İslam’da okuduğum dört yıl boyunca ondan zaman zaman Arapça,
Fıkıh, Tefsir dersleri aldım. Bir de hadis dersleri aldığımız bir Emin Hoca
vardı. Şimdi Marmara İlahiyat’tan emekli Prof.Mustafa Bilge’nin evinde
akşamları ondan Hadis okurduk. (117-118)
-Fakültede Fuad köprülü’yü okuyunca yeni bir dünya keşfetmiş
gibi oldum. Kendi kendime “Aradığım bu” dedim. Çok beğendim onun tarzını. Bana
göre haklı veya haksız, bugün ona tevcih edşken bütün eleştirilere, kendisinin
etrafındaki, yakınlarındaki insanlarla ilişkilerindeki bütün bencilliğine ve
tutarsızlıklara, pek de dürüst olmayan davranışlarına rağmen, Türk
tarihçiliğinde Fuad Köprülü’nün yeri, doldurulabilecek bir yer değildir. Ama
temennim doldurulması, hatta ileri geçilmesidir. Bilim şüphesiz ki böyle ilerliyor.
(148-149)
-Şimdilerde Marmara Üniversitesi Eğitim Fakültesi Tarih
Bölümü’nde profesör olan Özcan Mert o dönemde Hacettepe Tarih Bölümü’nde göreve
başlayan ilk asistandı. Daha sonra Fransa’da Aix-en Provence Üniversitesi’nde
meşhur tairhçi Robert Mantran’ın yanında doktorasını yapan, kısa süre önce
Süleyman Demirel Üniversitesi Fen Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümü’nden emekli
olan Bayram Kodaman ilk “öğretim görevlisi” olarak bölüme intisap etmiş. Ondan
bir yıl sonra ben girdim. Benden sonra 1973’te de rahmetli Prof.Zeki Velidi
Togan’ın eski damadı, Harvard Üniversitesi’nde doktorasını bitirmiş olan Özkan
İzgi (merhum) arkasından o sıralar Erzurum Atatürk Üniversitesi Tarih
Bölümü’nden Doç.Dr.Abdurrahman Çayı bölümümüze katıldı. Onun gelişinden kısa
bir süre sonra ise değerli arkadaşım, doktorasını Almanya’da yapmış olan Rifat
Önsoy (merhum) geldi. (174)
-Bilimsel yönünü söylemeye gerek yok, çünkü dünyaca ünlü bir
bilim insanıydı. Bu onu tanıyan herkesin çok iyi bildiği bir şeydir zaten.
Sarbonne Üniversitesi’nde öğrenciyken Adnan Adıvar’ın Türkçe kurslarında
matematikçi Salih Zeki’nin oğlu Faruk Sayar’la tanışıp evlenmiş, bu vasıtayla
Halide edib Hanım’ın da üvey gelini olmuş. Evlendikten sonra bir süre Türkiye’de
kalmış olduğu için de bilinen biriydi. 1969’da Türkoloji alanının Batı’daki ilk
ve müstakil dergisi olan meşhur Turcica dergisini
yayın hayatına soktuğu gibi, CIEPO (Osmanlı Öncesi ve Osmanlı Araştırmaları
Milletlerarası Merkezi)’nun da kurucu üyesiydi ve yıllarca da başkanlığını
yaptı. (198)
-Claude Cahen’e bir gün Osman Turan’ı sordum. Bana aynen
şunları söyledi, “Ben Marksistim, Osman Turan milliyetçidir. Ben onun
ideolojisini hiçbir zaman tasvip etmiyorum, fakat bilim adamlığı konusunda
Osman Turan’ın önünde saygıyla eğilirim.” Böyle demişti, Osman Turan’ın büyük
bir bilim adamı olduğunu söylemişti. (201)
-Ben Hacı Bektaş kültünün bugün çok iyi bilmediğimiz ve tam
olarak tanımlayamadığımız bir süreç sonucunda Kalenderiliğin içinde hakim
konuma gelmesi ile Bektaşiliğin oluştuğunu, bu sürece paralel olarak Kalenderi
tekkelerinin muhtemelen 16. ve 17.yüzyılda Bektaşi tekkelerine inkılap ettiğini
düşünüyorum. Bu yüzyılda Balkanlar’ı dolaşan Evliya Çelebi’nin o kadar medh ü
sena ettiği, dervişlerinin salavat-ı hamseye (beş vakit namaz) müdavim, ehl-i
salat dervişler olduğunu(!) özellikle vurguladığı tekkeler, dikkat ederseniz
çoğunlukla eski Kalenderi tekkeleridir. (211)
-Prof.Melikoff’un araştırmaları, Alevilik ve Bektaşilik
meselesinin giderek katılaşan ideolojik bir çizgide gelişip çığrından çıkmasına
engel olmuştur. Onun aleyhinde bulunanların gözden kaçırdıkları mühim nokta
budur. Eğer o olmasaydı, Elevilik ve Bektaşilik konusu bugün çok farklı bir güzergahta,
tamamen bilim dışı yayınlarla çok farklı bir istikamette ilerliyor olabilirdi.
(212)
-Daha önce Fransa’ya giderken Nejat Göyünç Hoca’nın
teşvikiyle Türk Petrol Vakfı’ndan yol masrafımı karşılamak için belli bir
miktar para almıştım. O zamanlar vakfın başında –Allah rahmet eylesin-
muhafazakar camianın çok iyi tanıdığı Fethi Gemuhluoğlu vardı. Döndüğüm zaman
kendisine teşekkür etmek amacıyla vakfın o zamanlar merkezinin bulunduğu
İstiklal Caddesi’ndeki ofisine gittim. Duymuşsunuzdur merhum Gemuhluoğlu’nun
tuhaf tavırları vardı, konuşurken birdenbire garip sorular sorar, cevabını
beklerdi. Cevabınızı beğenmezse, kızar bağırır çağırırdı. Bu tavrı mazur ve
meşru göstermek isteyenlerin kullandığı kelime ise “celalli” idi. Bana tezimin
konusunu, Fransa’da kiminle çalıştığımı sordu. Ben de Prof. Melikoff ile
çalıştığımı, tez konumun Babailer İsyanı olduğunu söyleyince, rahmetli son
derece bozuldu ve birden köpürdü, “Ne çalışıyorsun, ne?” deyip bağırarak
yerinden kalktı, küfürler savurarak üzerime hücum etti. Beni döveceğini
anladım. Korktum, odasından dışarı fırladım. “Papazın çocuğu! Biz bu ülkeyi
birleştirmek istiyoruz, sen parçalamaya mı çalışıyorsun?” diye bağırıyordu. Salondaki
hanım sekereterler şaşkınlıkla “Neler oluyor?” diye bakıyorlardı. Bu son
sözlerine çok içerledim, tepem attı birden. “Bakın, bana istediğinizi söyleyebilirsiniz
ama babama papaz diyemezsiniz, benim babam belki sizden çok daha fazla Müslüman”
diye bağırdım ve merdivenlerden apar topar inerek kaçtım. Bunları arkadaşlarıma
anlattığım zaman kimse bana inanmadı. Belki de yalan söylediğimi zannettiler,
bilmiyorum. İşte benim tarihçilik anlayışım bir bakıma sözünü ettiğim bu zihniyete
bir tepkinin sonucu olarak değerlendirilebilir. (243-244)
-Gerçekten Bektaşilik Türk tarihinde diğer bütün
tarikatlardan çok daha mı önemlidir? Şahsen ben bu kanaatte değilim.
Bektaşiliğe bu kadar önem verilmesinin asıl sebebi fikrimce Sünni bir tarikat
olmayışıdır. Yoksa Osmanlı tarihindeki önemi itibarıyla aynı derecede öneme
sahip Halvetilik, Melamilik, Nakşibendilik, Rıfailik tarikatları vardır. (267)
-Evet, Köprülü’nün de bazı görüşlerine katılmadım. Zira çalışmalarımın
sonucunda vardığım neticeler beni buna sevk etti. Anadolu halk tasavvufunu
sadece Yesevilik merkezinden ele almasını, Yunus Emre’yi Ahmed-i Yesevi’nin
takipçisi olarak değerlendirmesini doğru bulmuyorum. Anadolu’nun din vetasavvuf
tarihi profilini tam olarak çıkardığını düşünmüyorum. Anadolu’nun İslamlaşması
çok daha farklı unsurları da içerisinde barındırıyor. (291)
-Mesela Asr-ı Saadet’i ideal bir dönem olarak görmüşüzdür. Yani
özelde Asr-ı Saadet, genelde İslam tarihi bizim ön kabullerimiz gereği, her
şeyin en mükemmel olduğu, İslam’ın en ideal seviyede yaşandığı, Müslüman alim
ve mutasavvıflarının, siyasi liderlerinin ideal insanlar olduğu bir dönem
olarak algılanır. Ne var ki kimse kalkıp da,”Madem öyle, niçin günümüzde
Müslümanlar yerlerde sürünüyor? Çoğu diktatör rejimler altında neden sefalet ve
yoksullukla bağuşuyor? Bunun sorumlusu yalnızca Batı sömürgeciliği mi? Müslümanların
kendilerinin hiç suçu yok mu?” gibi sorular sormuyor? Sadece toplum açısından
değil, akademik çevrelerce de çoğunluk itibariyla bu böyledir. (298)
-Bir başka ünlü Selçuklu tarihçimiz merhum Prof.Mehmet Altay
Köymen, yıllar önce benim de bulunduğum bir toplantıda Türklerin tarihteki en
büyük hatasının İslam’ı kabul etmek olduğunu söylemiş, orada bulunanları şoke
etmişti. Tabii Hoca’ya bu düşüncesinin nedenini sormaya da pek kimse teşebbüs
etmedi nedense. (301)
-Merhum Fazlur Rahman’ı biliyorsunuz. 1980’de Fazlur Rahman’ın
İslam adlı kitabının bir çevirisi yayınlanmıştı Türkiye’de. Ben okuduğumda
İslami bilimlere tam düşündüğüm şekilde bir bakışla karşılaştım. Çok beğenmiştim.
Bu kitap ufuk açısı fevkalade bir kitap olmasına rağmen Türkiye’de adeta hiçbir
yankı uyandırmadı. (323)
-Ben İlahiyat Fakültelerimizde hiçbir şey yapılmıyor
demiyorum. İstisna kabilinden de olsa güzel çalışmalar var. Mesela Ankara Üniversitesi
İlahiyat Fakültesi’nin “Ankara Okulu” adında bir serisi var. Buradan gayet
güzel bazı kitaplar yayınlandı. Bunları beğenerek takip ediyordum, lakin arkası
pek gelmedi, pek de yankı uyandırmadı. (323)
-Her şeyden önce şunu söylemek lazım bence: Köprülü’nün İlk
Mutasavvıflar kitabı olmasa, Türkiye Yunus Emre’yi muhtemelen bu kadar tanımayacak
ve bu kadar önemsemeyecekti. Dolayısıyla kanaatime göre Yunus Emre ortaçağ
Anadolu’sunda önemli bir sufidir, ama kanaatimce biraz abartılmıştır.
Cumhuriyet döneminde Mevlana, Hacı Bektaş ve Yunus Emre’ye yapılan vurguyu
Cumhuriyet’in yeni ideolojisinde İslam’a biçilen rol ile iligli görmek lazım.
Yeni Türkiye’nin kültürel temellerinin hümanist bir yapıya dayandığını ispat
etmek suretiyle Batı’ya bir mesaj verilmek istenmiştir. Bu maksatla Yunus Emre’yi,
Mevlana’yı ve Hacı Bektaş’ı devlet ön plana çıkarmıştır. Tasavvufun ve tasavvuf
çevrelerinin devreden çıkarıldığı bir dönemde başka sufilerin değil de sadece
bu üçünün öne çıkarılmasının ve devletçe sahiplenilmesinin bence başka türlü
izahı olmamalıdır. Yunus Emre’nin kim olduğuna dair döneminden kalma elimizde
hiçbir müspet tarihsel kayıt yoktur. Çok sonraki devirlerde bazı tasavvuf
kaynaklarında ona dair kısa pasajlar vardır, o kadar. Zaten bu pasajlar onun
yaşadığı dönem Anadolu’sunda belli bir yeri olduğu için bu kaynaklarda yer
almıştır. (363)
-Kalenderilik İran’dan Orta Asya’ya, oradan Hindistan’a
kadar yayılan işaret ettiğim dini mistik akımların üzerine gelen İslam kültürü
ortamında, tasavvufun maddi hayatın aldatıcı cazibesine bir tepki olarak
doğmasına benzer bir şekilde, kentli tasavvufa bir tepki olarak doğmuştur
diyebiliriz. (383)
-İsmaililik’te, Ahilik’te, Melamilik’te yönetici kesim
sosyal taban itibarıyla esnaf kesimine dayanıyor. Esnaf zümresinin ortaçağ
İslam dünyasında bilim ve düşünce tarihi itibarıyla önemli bir yeri vardır.
(405)
-Şeyh Bedreddin’i, Kalenderiliği, Bektaşiliği, Aleviliği ve
Melamiliği Hurufiliği iyi bilmeden anlamak neredeyse imkansızdır dersem,
mübalağa etmiş olmam. (417)
-Bazı Sünni araştırmacıları kavrayamadıkları husus, tarihsel
Hz.Ali’nin aslında Aleviliğin inanç dünyasındaki mitolojik “sanal” Hz.Ali ile
hiç ilgisi olmadığıdır. Sünni kamuoyu bu
gerçeği uzun zaman anlayamadı ve kabul etmek istemedi. Siyasal iktidar da
kabullenemedi. Siyasal iktidarın en yetkili ağzı uzun süre “Alevilik Hz.Ali’yi
sermek, onun gibi yaşamaksa biz daha çok Aleviyiz” gibi naif bir söylemi
dillendirmiştir. (455)
Timaş Yayınları,
Temmuz 2014 basım, 1.baskı